• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/halilakpinar
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=05056611119
  • https://www.twitter.com/halilakpinar
  • https://www.instagram.com/halilakpinar1453
  • https://www.youtube.com/channel/UCz-evvQhDvbJLw5bg_A8P1Q
Üyelik Girişi
MUHTEVA
Site Haritası

Custom Search

MİLLİ EDEBİYAT

HTML clipboard

 

 

 

MİLLÎ EDEBİYAT DÖNEMİNİ HAZIRLAYAN TARİHÎ VE

KÜLTÜREL OLGULARA GENEL BİR BAKIŞ

Prof. Dr. Rıza FİLİZOK

1) Avrupa\'daki Gelişmelerin Etkileri

Millî Edebiyat akımı, Tanzimatla başlayan Batılılaşma hareketlerinin tabiî bir

sonucu olarak ortaya çıkmış bir fikir, dil ve edebiyat hareketidir. Osmanlı aydınları

Batı\'yı bir model olarak görmeye başladıkları devirde Batı toplumları bütün kurumlarını

millet esasına göre düzenlemişlerdi. Batı\'daki siyasî hayat, kültür hayatı, ticarî hayat,

bütün sosyal kurumlar, "millet", "halk", "vatan" gibi yeni kavramların etrafında

kurulmuştu. Osmanlı aydınları Tanzimattan sonra bu gerçeği yavaş yavaş kavramağa

başladılar, bu kavramları kendi gerçeğimize göre yorumlamaya başladılar. Batı\'yı örnek

olarak aldıklarından rejim meselesinde kesin çözümün parlamenter idare olduğu fikrine

ulaştıkları gibi, sosyal ve siyasî şartların zorlamasıyla kurulması gereken sosyal birliğin

de millet olduğu düşüncesine vardılar.

Modern vatancılık anlayışı önce İngiltere\'de sonra Fransa\'da gelişmişti. Buna

bağlı olarak kral, tek başına devleti temsil etmekten çıkmış, "millet-devletler"

kurulmuştu.1 İngiltere ve Fransa çok dilli ülkeler olduklarından dil birliğinden ziyade

başlangıçta "vatan birliği"ni ön plâna alıyorlar, milliyetçilikten ziyade vatanperverlik

üzerinde duruyorlardı. Bu durum, Osmanlı imparatorluğuna da uygun düşüyordu.

Şinasi ve Namık Kemal gibi Türk aydınları da aynı endişelerle millet kavramından çok

vatan kavramı üzerinde durmuş,2 birçok Osmanlı aydını Osmanlı vatancılığı fikrini

savunmuştur. Ancak Tanzimat yazarları, geleneğe dayanmayan bu fikri, İslamcılık

fikriyle desteklemişlerdir. Osmanlı imparatorluğundaki azınlıklar arasında daha çok

dile dayanan bir milliyetçilik anlayışının gelişmesinden sonra Türk aydınları da

milliyetçilik düşüncesine yönelmişlerdir.

Batı\'da Türk tarihi ve Türkoloji sahalarında yapılan araştırmaların artması,

Türkiye\'de Milliyetçilik fikrinin gelişmesine yardımcı olmuştur. Ziya Gökalp\'a göre

Avrupa’da Türk kültürüne karşı beslenen sempati sonucunda ortaya çıkan "Turquerie"

hareketi Türk aydınlarının dikkatini Türk kültürüne ve Türk kültürünün maddî unsurları

üzerine çekmişti. Ayrıca Avrupalı ressam, romancı, tarihçi, filozof ve şairlerin

Türklerle ilgili eserleri de Türk aydınlarını kendi kültürleri üzerinde düşünmeğe

sevketmiştir. Rusya\'da, Almanya\'da, Macaristan\'da, Danimarka\'da, Fransa\'da,

1Bernard Levis, Modern Türkiye\'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,

Ankara, 1991, s.331.

2Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, ss-155-432.

2

İngiltere\'de birçok bilim adamı eski Türklere, Hunlara, Moğollara dair araştırmalar

yapmışlar, Türklerin yarattığı medeniyetleri, kurdukları devletleri ortaya çıkarmışlardır.

Fransız tarihçilerinden Deguignes, Türk tarihi ile ilgili olarak "Hunların, Türklerin,

Moğolların vesair Tatarların Tarih-i Umumisi" adlı bir eser yayınladı.3 İngiliz

bilginlerinden Arthur Lumley Davids "Grammar of the Turkisch Language" adlı Türk

dili gramerini hazırladı ve III. Selim\'e ithaf etti. "Kitab\'ül İlm\'in Nâfi" adıyla anılan ve

Sultan Mahmut devrinde Fransızcaya da çevrilen bu genel Türk dilbilgisi, Türk

aydınları üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı.4 Bunun ardından Fuat ve Cevdet Paşa\'lar

"Kavaid-i Osmaniye"yi yazdılar. Ali Suavi, kendisini Türkçülük hareketinin öncüleri

arasına sokan Ulûm gazetesindeki eski Türk tarihiyle ilgili yazılarını yazarken Arthur

Lumley Davids\'in bu kitabından yararlanmıştı.5

Türkoloji özellikle Macaristan\'da oldukça ilerlemişti. Türk, Moğol, Macar ve

Fin dillerini "Turanlı" dil gurubu adı altında topluyorlardı ve 1839\'dan beri Orta ve

Güney Doğu Asya\'daki Türk topraklarını tanımlamak için "Turan" kelimesini

kullanıyorlardı. Bu görüşleri temsil eden Arminius Vambéry (1832-1913) Türkiye\'de

kaldığı sırada Türk aydınlarıyla görüşmüş ve fikirleriyle onları etkilemiştir.6

Avrupa\'ya giden öğrenciler, Türk kültürü ile ilgili yayınları okuyorlar ve bu

eserleri yurda sokuyorlardı. Ayrıca 1848 devriminden sonra Türkiye\'ye yerleşen ve

müslüman olan Macar ve Polonyalı sürgünler, Orta Avrupa\'nın romantik milliyetçilik

görüşlerini de beraberlerinde getirmişlerdi. Galatasaray Sultanîsi\'nin kuruluşunda rol

oynayan Polonyalı Hayrettin bunlardan birisiydi. Bunlardan bir diğeri olan Constantine

Borzecki (Mustafa Celâleddin Paşa), "Les Turcs Anciens et Modernes" adlı bir kitap

yazarak Türklerin etnik olarak Avrupa halklarıyla hısım olduklarını ileri sürmüştü. Bu

kitapta Avrupalı Türkoloji bilginlerinin görüşlerine dayanılarak yazılmış Türk tarihiyle

ilgili bir bölüm de bulunmaktaydı ve Türklerin tarihte oynadığı büyük rol önemle

belirtiliyordu.

2) Türkçülük Hareketinin Ortaya Çıkışı

İstanbul\'da Encümen-i Daniş ile yeni bir Darü\'l Fünûn\'un kurulması kültür

hayatını zenginleştirmiş, askerî mektepler, yeni zihniyetli bir neslin yetişmesini

sağlamıştı. Darü\'l Fünun\'da "Hikmet-i Tarih" müderrissi bulunan Ahmed Vefik Paşa,

3Hüseyin Cahit Yalçın, Deguignes\'in bu kitabını Ziya Gökalp\'ın tavsiyesiyle "Hunların, Türklerin,

Moğolların vesair Tatarların Tarih-i Umumisi" adıyla 1923 yılındaTürkçeye tercüme etmiştir.

4Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Hz.: Mehmet Kaplan, İstanbul, 1976. s.2.

5Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, ss.219-222.

6Bernard Levis, Modern Türkiye\'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,

Ankara, 1991, s.344.

3

"Şecere-i Türkî"yi şark Türkçesinden İstanbul Türkçesine çevirmiş, "Lehçe-i Osmanî"

adıyla Türkçe bir sözlük hazırlamıştı. Şıpka kahramanı Süleyman Paşa, gerekli eserleri

hazırlayarak İslâmlık öncesi Türk tarihinin askerî okullarda okunmasını sağlamıştı.7

"Tarih-i Âlem" adlı eserinde modern Türk tarihçiliğinde ilk defa olmak üzere İslâmlık

öncesi Türk tarihi ile ilgili bir bölüm bulunuyordu.

XIX. yüzyılın sonlarında, XX yüzyılın başlarında Türkçülük hareketi, ikinci bir

kaynaktan Rusya Türklerinden beslenmeye başladı. Rusyadan gelen mülteci Türkler,

Rus lise ve üniversitelerinde iyi bir eğitim görmüşlerdi. Rusya\'daki Türkoloji

çalışmalarını biliyorlardı. Ayrıca Panislâvizmin genişlemesine karşı tepki duyuyorlar,

Rusyada yaygın bir halde bulunan halkçı ve devrimci fikirleri tanıyorlardı.8

Abdülhamid devrinde Türkiye\'de Türkçülük cereyanı zayıflarken Rusya\'da iki büyük

Türkçü yetişmişti: Mirza Fethali Ahundof, Türkçe komediler yazıyordu ve eserleri

dünya dillerine tercüme ediliyordu; İsmail Gasprinski çıkardığı Tercüman gazetesiyle

Türkçülük fikrine hizmet ediyordu. Abdülhamid\'in son devrinde İstanbul\'da Türkçülük

haraketi yeniden canlanmıştı. Rusya\'dan İstanbul\'a gelen ve oradaki azınlıklar

arasındaki milliyetçi cereyanlardan etkilenen Hüseyinzâde Ali Bey9 Tıbbiyede

Türkçülüğün esaslarını anlatıyordu ve Pan-Turanizm idealini "Turan" adlı şiirinde ilk

defa o dile getirmişti. Akçuraoğlu Yusuf (1876-1939), Ağaoğlu Ahmet (1869-1939)

gibi Rusyadan gelen göçmenler pantürkist fikirlerin Türkiye\'deki Türkler arasında

yayılmasına yardımcı oldu.

Türkçülük hareketinin kaynağı, sadece Batı\'dan gelen milliyetçilik akımı

değildi, “İttihad-ı İslâm” (Pan-İslâmizm) hareketinin de milliyetçi fikirlerin

yayılmasında değişik sebeplerle payı vardı. İslâm birliği fikrinin öncülerinden olan

Şeyh Cemaleddîn-i Efganî\'nin faaliyetleri bu akımın hızlanmasına zemin hazırlamıştı.

Mısır\'da Şeyh Muhammed Abduh\'u, şimal Türkleri arasında Ziyaeddin bin Fahreddin\'i

yetiştiren Şeyh Cemaleddin-i Efganî, İstanbul\'da Mehmed Emin Bey\'e halk lisanında ve

halk vezniyle şiirler yazmasını tavsiye etmişti. Şeyh Cemaleddin, İslâm birliğinin

Müslüman halkların eğitilmesiyle mümkün olacağına inanıyordu.

Türkçülüğün ikinci devrinde Léon Cahun\'ün "İntroduction à L\'histoire de L\'Asie

«Asya Tarihine Medhal»" adlı eseri Türk düşünürleri üzerinde oldukça etkili olmuştu.

Necip Asım, bu kitabın Türklerle ilgili bölümlerini birçok ilaveler yaparak 1899 yılında

7Başlıca eserleri: Mevaniü\'l İnşa(1874); Tarih-i Âlem(1874); İlm-i Sarf-ı Türkî (1876); Esma-yı Türkiye.

8Bernard Levis, Modern Türkiye\'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,

Ankara, 1991, s.346.

9Ali Canip, Hüseyinzâde Ali Bey\'in Ziya Gökalp Üzerindeki Etkilerini bir makalesinde etraflı bir şekilde

ele almıştır. Bkz.: Ali Canip Yöntem, "Ziya Gökalp\'e Türkçülüğü Aşılayan Adam: -Hüseyinzade Ali

Bey, Ziya Gökalp\'ın Yetişmesinde Büyük Rol Oynamıştır. Pek Az Tanınan Ali Bey, Parmakla

Gösterilecek Bir Alimdi-", Yakın Tarihimiz, C.I, 1962, ss.259-260.

4

Türkçeye çevirdi. İkdam gazetesini Türkçülüğün bir yayın organı haline getirdi.

Emrullah Efendi ve Veled Çelebi bu sahada önemli çalışmalar yaptılar. Kemalpaşazade

Sait Bey, Arapça ve Farsça karşısında Türkçeyi müdafaa etti. Bu arada İkdam gazetesi

etrafında toplanan Türkçülerden Fuad Raif Bey, yanlış bir nazariyeye kapılarak dilde

Tasfiyecilik fikrini ortaya attı ve Türkçülük cereyanının kıymetten düşmesine sebeb

oldu.

Bu sırada aydınlar arasında Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık fikirlerinden

hangisinin doğru olduğu tartışılıyordu. Ali Kemal, Osmanlı birliği fikrini, Ferid Bey

Türk birliği fikrini savunuyordu. Akçuraoğlu Yusuf Bey, 1904\'te "Üç Tarz-ı siyaset"

adlı meşhur makalesinde Osmanlıcılığın, Pan-islâmizmin, Turancılığın iyi ve kötü

taraflarını tartışıyor, Türk birliği fikrine yakın görünüyordu.

II. Meşrutiyetten sonra Türkiye\'de Osmanlıcılık fikri hakim olmuştu. Türk

Derneği Osmanlıcılık fikirlerinin ağır bastığı günlerde kurulmuş, bundan dolayı

çıkardığı mecmua başarısızlığa uğramıştı. Ayrıca dil meselesindeki tasfiyeci ve

kararsız tutumunun da bu başarısızlıkta payı vardı.

31 Mart olayından sonra Osmanlıcılık fikri zayıflamaya başladı. Abdülhamid,

Almanların etkisiyle İslâm birliği tezini destekledi. Gençler, Osmanlıcı ve İttihad-ı

İslamcı olmak üzere iki kutba ayrıldı. Genç Kalemler hareketi, gelişmeler böyle bir

noktada iken başlamıştı. Tesadüflerin yardımıyla bir araya gelen Ali Canip, Ziya

Gökalp ve Ömer Seyfettin bütün bu dağınık faaliyetlerden daha sistemli bir fikir, dil ve

edebiyat akımı yaratmışlardır.

3) Dilde Sadeleşme Yolundaki Çalışmalar

Türkçülük hareketinin kültür plânında en önemli meselesi, devrin millet

anlayışında "dil" en önemli unsur olarak ortaya çıktığı için "Yeni Lisan" meselesi

olmuştur. Dilin mahiyetiyle fonksiyonları konusunda Batı\'da ortaya çıkan fikirlerle,

Tanzimattan sonra Türk aydınlarının dil konusundaki düşünceleri Genç Kalemler

mensuplarını derinden etkilemiştir. Ortaya koydukları teklif, bu iki kaynaktan gelen

genel düşüncelerin bir terkibinden ibarettir.

Tanzimattan günümüze kadar dilimizde meydana gelen değişmeleri fikir

tarihçileri, millet oluşun zarurî bir şartı olarak ele almaktadırlar:10 Macit Gökberk\'e

göre dilimizde meydana gelen değişmeler, Batı medeniyeti içinde yer alışımızın, yeni

bir medeniyete geçişimizin tabiî bir sonucudur: "İşte dil davasının meydana çıkışını ve

tarihini, yavaş yavaş millî kültürümüzün bütününü kavrayan bu "Avrupa örneğine göre

10Macit Gökberk, "Millet Oluş Yolunda Dil Davası",Türk Dili, 1 Ocak 1957, C.VI, S.64, ss.195-

206.

5

düzenleme", başka bir deyişle : Avrupa kültür çevresine katılma olayı içinde görüp

anlamamız lâzımdır. Kültür çerçevesini değiştirme gibi büyük bir sarsıntıdan dilin uzak

kalamıyacağı besbellidir, çünkü dilin kültürün bütünü ile sıkı bir bağlılığı vardır. Dilde

insanoğlu, içinde bulunduğu gerçek üzerine bildiklerini, düşündüklerini, hayal

ettiklerini, duyduklarını ve değer vermelerini, kısaca: dünya ve hayat karşısındaki duruş

ve görüşlerini objektifleştirir. Bu duruş ve görüş değişti mi, dilde de buna göre bir

değişiklik olur."11 Yazara göre "İslâm kültür çevresinin hayat plânı bırakılmış, bunun

yerine birçok bakımlardan bunun zıddı olan başka bir hayat plânı, Batının hayat plânı

alınmıştır. Batının hayat plânı "milliyet" esasına dayanıyordu. Milletler eskiden beri

birer "imkân" ve "taslak" olarak mevcut olmakla birlikte bugünkü manasıyla "millet"

kavramı oldukça yeniydi. Batılı milletler, uyanmışlar, kendi varlıklarını, birliklerini,

özelliklerini kavramışlardı. Bu her milletin bir ferdiyet "individuum" olarak ortaya

çıkması sonucunu vermiştir. Bu ferdiyet, bu karakter, özellikle "o milletin sanatında,

edebiyatında, musikisinde, törenlerinde ve başlıca da dilinde" kendisini gösterir.

Avrupa milletlerin benliklerini hissetiren gelişmeler XV. yüzyılda başlamıştı.

Ortaçağdaki ümmet birliği bu yüzyıldan sonra yavaş yavaş yerini millet birliğine

bırakmıştır. Önce İtalya\'da başlayan bu gelişmeler, zamanla Fransa, İngiltere,

İspanya\'ya yayılmış XIX. yüzyılda, Orta ve Doğu Avrupa\'ya sıçramıştır. Tanzimat,

ümmet birliğinden ayrılıp millet birliği olarak gelişmeye koyulmamızın başlangıcı

mahiyetindedir. Genç Kalemler mensuplarının üzerinde en çok durdukları kavramların

ferdiyet "individuum", İbda\' (originalité) gibi kavramların olması tesadüfî değildir.

Tanzimatla birlikte örnek aldığımız Batı medeniyetinin bir özelliği de ilmî ve

sosyal hayatta hürriyetin kazanılmış olmasıydı. Bu, yeni bir felsefe, devlet, bilim ve

sanat anlayışının doğması sonucunu doğurmuştur. "Renaissance"tan sonra fertler,

kiliseye bağlılıktan kurtulmuş ilmî ve sosyal hayatta fert "hürriyet"e kavuşmuştur. Hür

araştırmalarla bilimin gelişmesi ve geniş toplulukların bilmin sonuçlarından yararlanma

arzuları millî dillerin birdenbire büyük bir önem kazanmasını sağlamıştır. Bunu millî

dillerin araştırılması, incelenmesi, halk diliyle yazılmış ve söylenmiş malzemenin

toplanması takip etmiştir. XIX. yüzyılda Macarlar, Çekler, Lehliler,Yunanlılar aynı

yolu takip etmişlerdir. Bütün bu gelişmeler, Genç kalemler mensuplarının dil

karşısındaki tutumlarını etkilemiştir.

İkinci olarak, XVIII. , XIX. yüzyıllarda yapılan araştırmalar, Batı dillerinin tarihî

oluşumunu da ortaya koymuştu; bu durum aydınlarımıza dilimizi Batı dilleriyle

mukayese etme imkânını verdi. Batı kültüründe Latincenin oynadığı rol ile, Doğu

kültüründe Arapçanın oynadığı rol mukayese edilmeğe başlandı, gelişmiş Batı dillerinin

11Macit Gökberk, "Millet Oluş Yolunda Dil Davası",Türk Dili, 1 Ocak 1957, C.VI, S.64, ss.195-

206.

6

hangi mücadelelerle kurulduğu anlaşıldı.12 Latin yazarlarının Yunancanın tesirinden

kurtulmak için giriştikleri mücadele, Fransız, Alman, Macar, Fin ve Çek yazarlarının

millî bir dil yaratma gayretleri, -edebiyattaki gelişmeler edebiyatımızda nasıl bir model

olarak alınmışsa- dil konusundaki faaliyelerde bir model olarak alındı.

Modern filozoflardan önce dil, insanın düşüncelerini ifade etmeye yarayan bir

öğe olarak değerlendiriliyordu. Bazı filozoflar, özellikle Locke, Condillac, Destutt de

Tracy dilin bizzat düşünce üzerinde çok önemli etkileri olduğunu anlamışlardı.13 Bu

görüşler, Batı\'da milliyetçilerin dile yönelmelerini hızlandırdı, millî benliği ararken

dile, folklora yöneldiler. Batı\'da dilin böylece yeni bir şekilde yorumlanması Türk

aydınlarını etkiledi.

Dilde sadeleşme Temayülleri Tanzimattan önce başlamıştı. III. Selim\'in

müverrihi Edib Efendi\'ye "vekayi"i açık bir dille yazmasını tavsiye etmesi devlet

idarecilerinin bu ihtiyacı ne kadar erken duyduğunu göstermektedir. Halk dilinden,

Anadolu ağızlarından yararlanma bu devirde daha Mütercim Asım\'ın lügat

çalışmalarıyla başlamıştır. Güney Anadolu Türkleri arasında yetişen Asım, lügatinde

oldukça sade bir dil kullanmış, Arapça ve Farsça kelimelere karşılık ararken, halk

dilinden yararlanmıştır. II. Mahmud da yapılan yeniliklerin anlaşılması, kamu oyunun

desteğinin sağlanabilmesi için sade bir dille yazılmasına taraftadı. 1832\'de Takvim-i

Vekayi kurulduktan sonra dilde sadelik akımı genişler. Akif Paşa\'nın bazı mektupları,

konuşma diliyle yazılmış olmasıyla gelecek nesiller üzerinde büyük bir tesir

bırakmıştır. Mustafa Sami Efendi, sentaks itibarıyla eskiye bağlı olmakla birlikte lügat

itibarıyla sade yazılar yazıyordu.

Tanzimattan sonra Reşit Paşa, devrin resmî inşasını değiştirmişti. Cevdet Paşa

ile Ali ve Fuad Paşalar bu nesri devam ettirmişlerdi. Abdülmecid devrinde Tercüme

Odası\'nda yetişen Mustafa Refik, Namık Kemal, Edhem Pertev Paşa, Sadullah Paşa bu

kalemde kısmen sade bir dil ve düzgün bir ifade eğitimi görmüşlerdi. Ziya Paşa sade bir

dille yazılmasına taraftardı. Yazı dilinin sadeleştirilmesi meselesi Tanzimat aydınları

tarafından esaslı bir şekilde ele alınmıştır.14 Bu devrin aydınları, kısmî bir şekilde de

olsa resmî dilin, gazeteci dilinin, eğitim dilinin sadeleşmesi yolunda ciddî adımlar

atılmıştır.

12Bu konuda geniş bilgi için bkz.:Sadri Maksudî, Türk Dili İçin, Türk Ocakları İlim ve sanat Heyeti

neşriyatından, 1930, ss.11-97.

13Dictionnaire Universel Des Sciences, Des Lettres et Des Arts, "langage" maddesi,Paris, 1870.

14Türk dilinin sadeleşmesi konusunda bkz.: Fuat Köprülü (Köprülü-zâde Mehmed Fuad, "Millî

Edebiyat cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divân-ı Türkî-i Basit", İstanbul,1928, ss.9-47.); Zeynep

Korkmaz (Türk Dilinin Tarihî Akışı içinde Atatürk ve Dil Devrimi,1963); Agah Sırrı Levend (Türk

Dilinin Gelişme Sadeleşme Evreleri,Ankara, 1972); Sadri Maksudî (Türk Dili İçin,1930);Enver

Ziya Karal (Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu -Tarih Açısından bir Açıklama-, Bilim kültür ve

Öğretim Dili Olarak Türkçe, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1978).

7

Ali Suavi, Muhbir ve Ulûm gazetelerindeki yazılarında gazetelerin halk diliyle

yazılmasını, Arapça kaidelerle çoğul yapılmamasını, Türkçesi olan kelimelerin yabancı

karşılıklarının kullanılmamasını istiyordu.15

Ahmet Midhat Efendi hikâye ve romanlarında devrinin en sade dilini kullanıyor,

gazetelerindeki makalelerinde sade bir dille yazılması gerektiğini ifade ediyordu. Genç

Kalemler tarafından üzerinde ısrarla durulacak olan dilde yabancı kurallar konusunda

yazar, daha 1871 yılında, Dağarcık mecmuasında şunları söylemektedir: "Biz diyoruz

ki, Arabî sarf u nahvinden izafetlerle sıfatlar ve müzekkerler ve müennesler ve

müfredler ve cemi\'ler Osmanlı sarf ve nahvine sokulmasa. Haniya demek istiyoruz ki,

Osmanlı lisanınca bunlara ihtiyac gösterilmese, lisanımız, Şinasi merhumun sadeleştire

sadeleştire vardırmış olduğu derecenin daha yukarısına mutlaka varır. Bununla beraber

bir kelimenin Türkçesi ve fakat ma\'ruf olan Türkçesi varsa onun yerine Arapça ve

Farsça bir söz kullanılmasa, lisanımızın sadeliği bir kat daha artar. Sözümüzü daha

açıkça söyliyelim. İşaret edatımızı "filân-ı mezkûr" gibi Osmanlı lisanında kaidesi

olmayan bir surette yazacağımıza "mezkûr filân" yazsak ve "a\'mâl-i hayriyye"

diyeceğimize "hayırlı a\'mâl" desek, sıfatla mevsuf beyninde on yerde mutabakat

aramağa hiç mecbur olmazdık. "hayırlı a\'mâl" diyeceğimize "hayırlı ameller" desek ve

diğer cemi\'lerde dahi hep bu sureti iltizam etsek, müfredini öğrenebilmiş olduğumuz

kelimelerin cem\'-i kılleti "ef\'ul, ef\'ile, fi\'le" vezinlerinden hangisine tatbik edileceği ve

cem\'-i kesretler nasıl bulunacağı içün hiç zihin yormağa mecbur olmazdık. "Zümre-i

Üdebâ" yazacağımıza "edibler zümresi" desek ve her izafette bu sureti kabul etsek,

izafet-i lâfziyye midir, izâfet-i ma\'neviyye midir ve bunların her birinde muzaf ile

muzafü\'n\'ileyhin kaç yerde mutakabatı şarttır, hiç buralarını da bilmek lâzım

gelmezdi."16

Tiyatro sahasında Halk diline yönelme çok erken başlamış Şinasi, Ahmet Vefik

Paşa, Ali Bey, Teodor Kasap\'ın eserleriyle -sanat yönünden olmasa da- sadelik

noktasından hemen hemen amacına ulaşmıştı. Tiyatro dilinin bu başarısı, Namık

Kemal ve Abdülhak Hamid\'in farklı bir yoldan gelişen Tiyatro eserlerinin

bulunmasından dolayı zamanında gereğince farkedilememiştir.

II. Abdülhamid\'nin tahta çıkmasından sonra anayasa hazırlanırken devletin resmî

dilinin tespit edilmesi gerekmişti. Anayasanın 18. maddesine Osmanlı Devletinin resmî

dilinin Türkçe olduğu ve devlet hizmetine girecekler için bu dilin bilinmesi gerektiğine

dair bir hüküm konuldu.17 İlk Mebuslar Meclisi toplanınca da lehçe ve şive meselesi

15Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, s. 222.

16Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, 1972,s. 127.

17Enver Ziya karal, "Osmanlı Tarihinde Türk Dili sorunu -Tarih Açısından Bir Açıklama-", Bilim Kültür

ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1978, ss.7-95.

8

ortaya çıktı. Meclis stenografları, söylenen kelimeleri yazamıyorlardı; Ahmet Midhat

Efendi zabıt tutmaya ve söylenenleri yazı diline çevirmeye memur edildi. Ahmet

Midhat Efendi bu işi yaparken bir gün bayıldı. Mebuslar Türk dilinin lehçe ve

ağızlarının çıkardığı büyük karışıklığın karşısında şaşkına döndüler. İstanbul halkı

taşradan gelen mebusların diliyle alay etmeye başladı. Bu durum, Türkçenin bütün

problemlerini gözler önüne serdi ve yeni rejim ile dil arasındaki münasebetin bütün

aydınlar tarafından iyice anlaşılmasını sağladı. Böylece, Parlamenter rejimin zaruretleri,

daha 1877 yılında resmî dilin tespitinin, İstanbul lehçesinin esas alınmasının , yazı dili

ile konuşma dilinin birleştirilmesinin gerektiğini göstermişti.

II. Abdülhamid\'in iradesiyle meclis kapatılıp siyasî konuların yazılması sansür

edilince, aydınlar, meclisin açılmasıyla problemleri ortaya çıkan ve üzerinde yazı

yazılması yasaklanmamış olan dil konusuna eğildiler. Basında çok canlı bir şekilde dil

meseleleri tartışıldı. Tercüman-ı Hakikat, Ceride-i Havadis, Vakit gazeteleri iki yıl

müddetle hemen her gün dil meselelerini ele aldı. Abdurrahman Süreyya, Hacı İbrahim

Efendi, Recaizâde Mahmud Ekrem, Ahmed Midhad Efendi, Lastik Sait, Ali Suat,

Mehmed Edib, Mustafa Reşid, Hasan Hulki, Ahmet Hamid gibi yazarlar fikirlerini

ortaya koydular.18 Bu tartışmalarda, resmî yazışma dilinin sadeleştirilmesi, alfabenin

ıslahı, Türkçenin Arapça ve Farsça kurallarından kurtarılması istekleri ağır basıyordu.

Ayrıca Abdülhamid II.\'nin saltanatının son yıllarında ortaya çıkan vehminin bir

sonucu olarak İkinci Meşrutiyetin ilânından önceki yıllarda Osmanlı matbuatı gerek

muhteva gerek sayı bakımınan oldukça zayıf bir durumdaydı.19 Bu devirde istibdadın

baskısıyla güç duruma düşen basın, dili sadeleştirerek yaşama şansını arttırmağa

yönelmişti. Yurt dışında çıkan gazeteler, siyasi bir karakter gösterdiklerinden geniş

kitlelere hitab etmek istiyorlar ve mümkün olduğunca sade bir dil kullanıyorlardı.

Siyasi fikirlerin ifadesinde mizahtan faydalanılması, mizah gazetelerinin tutulması,

dilin folklora açılması, sadeleşme yolunda önemli adımların atılmasını sağlıyordu.

Genç Kalemler mensupları üzerinde fikirleriyle en etkili olan dilcimiz Şemsettin

Sami\'dir. Bu dilcimizin üzerinde durduğu en önemli meselelerden birisi "edebiyat ve

yazı lisanımızın Arap ve Fars kelime ve kaidelerinin hakimiyetinden" kurtulması

düşüncesi olmuştur.20 Şemsettin Sâmi, II. Meşrutiyeten evvel ve Genç kalemler\'den

önce Türkçe, Arapça ve Farsça\'dan müteşekkil bir dil olamıyacağını, Türkçe\'nin

müstakil bir dil olduğunu, Arapça ve Farsça kelimelerin mümkün olduğu kadar az

kullanılması gerektiğini, bu dillerden alınan kelimelerin geldikleri dilin kaideleriyle

18Enver Ziya karal, "Osmanlı Tarihinde Türk Dili sorunu -Tarih Açısından Bir Açıklama-", s.62.

19Vedat Günyol, "Matbuat", İslâm Ansiklopedisi, C.7

20Ömer Faruk Akün, Şemsettin Sâmi, İslam Ansiklopedisi, C.XI.

9

değil, Türkçe\'nin kaidelerine uyularak kullanılması gerektiğini "Lisân-ı Türkî", "Kitabet

ve İnşa", "Okuyup Yazmak ve Usûl-i Mürâsele" gibi makalelerinde ifade etmiş, daha

sonra da bu düşüncelerini geniş bir şekilde ele almıştır.21 Şemsettin Samî, bütün

yabancı kelimelerin dilimizden çıkarılmasını isteyen tasfiyeciliğe karşıydı. Türkçeleri

mevcut bulunan ve konuşma dilinde kullanılmayan Arapça ve Farsça kelimelerin

dilimizden çıkarılması gerektiğini savunuyordu. Konuşma diline girmiş kelimeleri ise,

artık Türkçe\'nin malı olmuş kabul ediyordu. Terimler meselesini, "ıslahat-ı

fennîye"yi, fenle uğraşanların tespit etmesi gerektiğini söylüyordu. Türk dilinin

bütünlüğünü sağlamak için İstanbul Türkçesinin esas alınmasını teklif ediyordu. II.

Meşrutiyetten önce ve sonra bu fikirler, zaman zaman büyük münakaşalara sebeb

olmakla birlikte umumiyetle aydınlar tarafından benimsenmişti, Bazı Türk aydınları da

değişik noktalarandan yola çıkmalarına rağmen benzer fikirler ileriye sürüyordu.

Manastırlı Rifat, Necip Asım, Mehmed Akif, Hakkı Behiç, Celal Sahir gibi aydınlar da

dil konusunda Şemseddin Sâmî\'nin ileri sürdüğü fikirler etrafında dönüyorlardı.

Muallim Naci, devrinde sade nesrin en güzel örneklerini vermiş, makalelerinde

de tabiî ve sade bir dille yazılması gerektiğini ileri sürmüştür. Sağlam dili ile

kendisinden sonraki nesilleri etkilemiştir.

Genç Kalemler mensuplarından önce dilimizden yabancı gramer kurallarının

atılması gerektiğini söyleyenlerden birisi de Beşir Fuad\'dır. Beşir Fuad, Türkçenin

sadeliğe doğru gittiğine inanıyordu. Sadeleşmede tutulacak yolu da şöyle ifade

ediyordu: "Avrupa lisanları nasıl Lâtin ve Yunan lisanlarından istiane etmişlerse biz de

öylece Lisan-ı arabî ve farisîden istimdat etmişiz; bu lisanları doğru yazıp

söyliyebilmek için Lâtin ve atik Yunan lisanlarının kavaidini ayrıca tahsile lüzum yoksa

Türkçe için dahi bilhassa Arapça ve Farsçanın kaidelerini öğrenmeye ihtiyaç

hissetmemelidir."22

Modern Türk kısa hikâye türünün kurucusu olan ve bu eserlerinde umumiyetle

yerli hayatımızı ele alarak millî edebiyat mensuplarının gayelerinden birisinin

gerçekleşmesine hizmet eden yazarlarımızdan birisi olan Sami Paşazade Sezai, birçok

makalesinde sade bir dille yazmayı tavsiye etmiş bu faaliyetleriyle Milli Edebiyat

akımının zeminini hazırlayanlar arasında önemli bir yer kazanmıştır. 23

Sami Paşazade Sezai, 1898\'de Rumuzü\'l-edeb\'de neşredilen "Musahabe" başlıklı

yazısında Türk dili ve edebiyatıyla ilgili önemli düşünceler ileri sürer. "Muhasebe"

yazarın bir ramazan gecesi Şehzadebaşı\'nda gördüğü paradoksal manzarayla ilgili şu

21Ömer Faruk Akün, Şemsettin Sâmi, İslam Ansiklopedisi, C.XI.

22Orhan Okay, Beşir Fuad, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti, İstanbul, s.126.

23Zeynep Kerman, Sami Paşazâde Sezaî\'nin Hikâye-Hatıra-Mektup ve Edebî Makaleleri, İstanbul,

1981, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, s.303--362.

10

müşahedesiyle başlar: "Çaycı dükkanları karşılarında "sirk"!.. Zuhurî kolu! Beş-on

adım ilerde "fonograf"!.. Karagöz! Yanı başında "Sinematograf"!.. Edison zuhurî

kolunu seyrediyor, Karagöz Edison\'u dinliyordu." Doğu ile Batı arasındaki tezadı canlı

bir tablo gibi karşısında bulan yazar, bir müddet Moliere\'in bir oyununu seyrettikten

sonra Moliere\'le Nasrettin Hoca\'yı karşılaştırarak, Nasretin Hoca\'dan doğmuş bir

komedimizin olmayışına üzülür. Bu düşüncelerle oyunu yarım bırakıp Karagöz

seyretmeye gider. Hacivat\'ın külfetli dili karşısında hiddetlenen Karagöz\'ü haklı bularak

şöyle der: "Edebiyat bahsinde de Karagöz\'ün fikrindeyim. Karagöz dese ki: Bir adam

hem Arap, hem Türk, hem Acem olamamadığı gibi bir edebiyat da hem Arap, hem

Türk, hem Acem olamaz. Dünyada başka bir milletin sarfiyle yazar, okur bir kavim

yoktur... Dünyanın bütün elsine-i kemali bir araya gelse bir Türkte Türkçe kelimelerin

hâsıl ettiği tesiri vücuda getiremez. Belki de biz Türklere sözün Arap ve Latin

milletleri derecesinde tesiri olmaması Arabî ile Farisî\'nin kesret-i istimalinden neş\'et

ediyor. Asıl şikayet de bu kesret veya suiistimale aittir. Yoksa cihanın en büyük

medeniyetinden birinin, en âli edebiyatından birincilerinin lisanı ve kendi dilimizin

bünyan-ı beyanı olan Arabî ile Farisîden kim iddia-yı istiğna edebilir? Öyle

düşünüyorum ki esasen fikirler, nazarlar, "mümkün olduğu kadar" Türkçeye matuf

olmalıdır. Bu maksada çalışmalı ."24 Yazar muhasebesini "Vakıa her lisanın

yazılışıyla söylenişinde fark vardır. Fakat söylemekle yazmak beyninde bizimki kadar

ayrı iki lisan kullananları ben bilmiyorum." diyerek bitirir.

Sami Paşazade Sezai, bu muhasebesinde günlük bir müşahedesinden yola

çıkarak dilde sadeleşmenin ve millî bir edebiyata sahip olmanın zarurî olduğunu çok

net bir biçimde ifade etmiştir. Şinasi\'den ve Ziya Paşa\'dan başlayarak birçok

yazarımızın işaret ettiği bir kaynağa kendi kaynaklarımıza dönmek gerektiğini

görmüştür. Anlamak ve ifade etmekle ana dil arasındaki sıkı ilişkiyi kavramış,

edebiyatımızın temel problemlerinden birisinin burada yattığını göstermiştir. Yazı dili

ile konuşma dili arasındaki uçurumun tabiî boyutlara indirilmesini istemiştir.

Şura-yı Ümmet\'te yayınlanan "Lisan" adlı makalesinde meşhur yazarlarımızın

eserlerinin fazla basılmamasının sebebini kullandıkları dilin belirsizliğine ve

yabancılığına bağlar: "Fakat söylediğimiz bu fevkâlade güzel, bu pür-âheng-i marifet

lisan ne lisanıdır? O tasvir edilen âli, rakik hissiyat kimin hissiyatıdır? İtiraf edilir ki,

bu lisan ve hissiyat kanun-ı tekemmüle tâbi bir büyük teâli ve terakkidir. Fakat bu

terakki ve teâli tabiatımızdan, aslımızdan değil, garptandır."25 Aynı şekilde Divan

şairlerinin ihtişamlı sözleri de sun\'idir, yapmadır ve ifadeleriyle "décadent"dırlar. Sami

Paşazade Sezai, dil ve edebiyat ile "ruh-ı kavmiyet" arasındaki derin ilişkiye dikkati

24Kerman, s.62-66.

25Kerman, s.334.

11

çeker ve edebiyatın kavmin aslını, neslini, yurdunu, yaşayışını, zevk ve tabiatını

yansıtmasını ister, zira bunlar edebiyatımıza can verecektir. Bu düşünceler, daha sonra

Genç Kalemler tarafından da ileri sürülecektir.

Genç Kalemler mensuplarının "Yeni Lisan" hareketi esnasında ileri sürdükleri

bütün teklifler, aslında yukarıda belirttiğimiz yazarlar tarafından parça parça ifade

edilmişti. Genç Kalemler mensupları da bu hakikati daima hatırlattılar. Ali Canip,

Ömer seyfettin ve ziya Gökalp, "Yeni Lisan" meselesinde sosyal temayüllerden yola

çıkmışlardı. Türk halkının "vicdanında" başlamış bir temayülü geliştirmeye

uğraşıyorlardı. Bu üç yazar da "Yeni Lisan" konusunda Tanzimattan beri ileri sürülen

"eski" fikirlerden hareket ediyorlardı. Kurmaya çalıştıkları dilin de ismine rağmen yeni

bir dil olmadığını, aslında halkın konuştuğu dili yazı dili haline getirmeye çalıştıklarını

ifade ediyorlardı. Bütün yazılarında, bu hususu çok açık bir şekilde ifade etmelerine

rağmen, sosyal fikirleri de dil ve edebiyatla ilgili fikirleri de haksız bir biçimde çok

yeni görüşler gibi tepki gördü.26 İşin tuhaf tarafı "Yeni Lisan" hareketi başarıya

ulaştıktan sonra da durmadan onların bu hareketin başlatıcıları olmadığı iddiaları

tekrarlandı durdu. Bu işe başlama şerefinin İstanbul\'a mı İzmir\'e mi ait olduğu konuları,

lüzumsuz bir şekilde basında uzun uzun tartışıldı durdu.27

II. Meşrutiyetin İlânı ve Selânik\'teki Şartlar

1889 yılında İstanbul\'da Abdülhamid\'e karşı İttihad ve Terakki Cemiyeti adı

altında gizli bir cemiyet kurulmuştu. Aynı yıl Ahmet Rıza Bey, Paris\'te Osmanlı İttihad

ve Terakki Cemiyetini kurdu. Bunları mevcut idareden memnun olmayan benzer

cemiyetler takibetti. Jön Türk hareketi olarak adlandırılan bu faaliyetlerin asıl amacı

meşrutiyetin tekrar ilân edilmesini sağlamaktı. II. Abdülhamid\'e karşı olan Jön Türkler,

kuvvetli bir muhalefet yapıyorlar, mevcut sosyal kurumlara karşı mücadele ediyorlardı.

Paris\'te çıkarılmakta olan Fransızca Meşveret gaztesinde (15 ağustos 1897) ilan edilen

26"Yeni Lisan" hareketinin başarıya ulaşmasından sonra, hatta Cumhuriyet Devrinde "Yeni

Lisan" hareketinin gerçek sahibi kimlerdir tartışmalarının yapılması, Genç Kalemler hareketinin

günümüzde bile birçokları tarafından anlaşılamamış olduğunu göstermektedir.

27Aslında bu tartışmaların bir başka sebebi, dilimizin sadeleşmesinin iyi bir tarihçesinin

yapılmamış olmasıdır. Bugüne kadar yapılan önemli çalışmalara rağmen dilimizdeki

değişiklikler bütünlüğü içinde ele alınmamıştır. Bunun sebepleri şunlardır:1)Önce dil, çok geniş

kategoriler içinde değerlendirilmiş ve pek onların dışına çıkılamamıştır. Meselâ, çalışmalar, yazı

dili ve konuşma dili gibi genel kavramlara dayanılarak yapıldığından yazarların teklifleri ve

eserlerin dili konusunda sağlam tespitler yapılamamış, yapılan tespitler de farkları yok etmiştir.

2) Dildeki değişmeler, hemen daima kelime düzeyinde ele alınmış, çok sınırlı bir şekilde

sentaks göz önünde bulundurulmuştur. 3) Dilin sadeleşmesi, sosyal, lengüistik, retorik

katogoriler içinde ele alınmamıştır. Her edebî türde, dil değişimi, az çok farklı bir grafik

çizmiştir. Basın gözönüne alındığında, mizah gazeteleri, çocuk gazeteleri devrinin genel

eğiliminin dışında kalmaktadır.

12

programlarından anlaşıldığına göre Ahmet Rıza Bey\'in etrafında toplanan Jön Türkler,

esas itibariyle 1839-1876 yılları arasında çıkarılan kanunlarla Abdülhamid\'in ortaya

koyduğu kanûn-ı esasînin uygulanmasını istiyorlardı. Şura-yı Ümmet gazetesinin de

desteklemesiyle, amaçları arasına meşrutiyet için bir kamuoyu yaratılması ve halkın

aydınlatılması konularını aldılar. 1906\'ya kadar Genç Türkler, henüz ihtilalci yahut

inkılapçı bir hüviyette değildir. Gerek Ahmed Rıza Bey\'in yazılarında gerek Şûrâ-yı

Ümmet\'te çıkan yazılarda ihtilâl fikri zararlı görülür.

Adem-i merkeziyet fikrini savunan Sabahattin Bey ise daha çok ihtilâlci fikirlere

sahipti. "la science Sociale" ekolüne bağlı olan Sabahattin Bey, bilhassa Edmond

Demolins\'i okuyordu. Paris\'te arkadaşlarıyla birlikte 1906 yılında Terakkî gazetesini

kurmuş ve bu gazetede siyasî mesleğini açıklamıştı. Sabahattin Bey\'in ihtilâlci fikirleri

Ali Canip\'e kuvvetle tesir edecektir. Meşrutiyetin ilânından sonra edebî bir ihtilalin

gerektiğini savunacaktır. İmparatorluk dahilindeki azınlıkların faaliyetlerini

değerlendirirken de Sabahattin Bey\'in görüşlerinden yararlanacaktır.

Mısır\'da Türkçe olarak yayınlanan "Şûrâ-yı Ümmet" gazetesinin ilk nüshasında

"10 Nisan 1902" neşredilen ve İttihad ve Terakkî\'nin program ve genel amaçlarını

açıklayan yazıda "Saray zindanlarında hapse mahkûm ve her türlü niam-ı maarif ve

medeniyyeden mahrum olan âile-i saltanat efradını bu hal-i esaretten kurtarmağa,

müktesebât-ı ilmiyyeden hissedar eylemeğe ve hanedan-ı Osmanînin makam-ı hilâfet

ve saltanatta -mülk ve millete nâfi olacak surette- bekasını takviyeye çalışmak..."28tan

bahsedilmesi ve hafiyelerden gelen curnaller Abdülhamid\'i telâşa düşürmüştü.

Abdülhamid, şehzadelerle en ufak bir ilişki olanları, hatta yolda saltanata duyduğu

hürmetten dolayı şehzadeyi selâmlayanları, şehzadeyle aynı terziden giyinenleri...

sürgüne gönderir. 1902 yılında İstanbul\'da bir sürgün kasırgası eser. Yalnız Sıvas\'a

sürülenlerin sayısı bini aşar.29 Ali Canip\'in babası da işte bu olaylar içinde Selânik\'e

sürülür.

Devrin idaresinden memnun olmayan Selânik\'li gençler, yurda sokulması

yasaklanan yayınları temin ediyorlar ve dağıtımını yapıyorlardı. Bu gençler, 1906

yılında "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti"ni kurdular. Cemiyetin kurucu üyeleri şunlardı:

Talat Bey (sonra paşa ve sadr-ı âzam), Rahmi Bey (sonra İzmir valisi), Midhat Şükrü

Bey (sonraki İttihad ve Terakki kâtib-i umumîsi ve Cumhuriyet devrinde Sıvas

milletvekili), Bursalı Tahir Bey (Askerî Rüştiye müdürü, tarihçi), Yüzbaşı Ömer Naci

Bey (şair, hatip), Mülazım İsmail Canbulat Bey (Meşrutiyet devri nâzırlarından, İzmir

suikasti dolayısıyle idam edilmiştir), Kâzım Nâmi Bey (yazar, cumhuriyet devri

28Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.I-Kısım:I, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991,

s.262.

29A.g.e., s.264.

13

milletvekillerinden), Hakkı Baha Bey (Bursalı), Edib Servet Bey (Erkân-ı harp

yüzbaşısı, cumhuriyet devri milletvekillerinden), Naki Bey.30

Balkanlarda ve Anadolu\'da bilhassa ordu içinde inkılapçı bir gençliğin iş başına

geçmesiyle, yurt dışında ve sürgünler arasında olan muhalefetin merkezi Selânik\'e

kaydı. Eylül 1907\'de Selânik grubu Paris\'teki eski İttihat ve Terakki örgütüyle -birisi

dış, birisi iç işlerde muhtar olmak kaydıyla- birleşti. 31

O yıllarda, Meşrutî bir idareye sahip olan Japonya, istibdatla yönetilen Rusya\'yı

yenmişti. Rusya ve İran bunu demokratik kurumların başarısı olarak değerlendirmiş

meşrutî rejime geçmişlerdi. Diğer taraftan1908\'de İngiliz ve Rus hükümdarlarının

Reval\'da buluşmasını inkılapçı Türk subayları, Hasta Adam sayılan Osmanlı

İmparatorluğunun tasfiyesiyle ilgili bir görüşme olarak değerlendirdiler. Ordunun

bakımsızlığı, maaşların ödenmemesi, huzursuzluğu artırmıştı. Aydınlar arasında

meşrutiyetin ilan edilmesinden başka çare kalmadığı görüşü iyice benimsenmişti. Enver

Bey, durum hakında bilgi vermek üzere İstanbul\'a çağrılınca, Resne dağlarına çekildi.

Ardından Kolağası Niyazi Bey, bir miktar asker ve mühimmatla dağa çıktı. 7 Temmuz

1908\'de Abdülhamid\'in isyanı bastırmak ve Niyazi bey\'i yakalamak için büyük

ümitlerle Sêlanik\'e gönderdiği Şemsi Paşa, Manastır telgraf merkezinden çıkarken

Mülazım Bigalı Atıf Efendi tarafından öldürüldü. Bu hadiselerden sonra Selânik ve

Manastır\'daki ordular Abdülhamid\'e açıkça cephe aldılar. Edirne\'deki İkinci Ordu\'dan

destek aldılar. İzmir\'den Selânik\'e yollanan Anadolu birlikleri de harekete katılmak

üzere ikna edildi. 20 Temmuz günü Manastır\'daki müslüman halk ayaklandı, bunu

Kosova\'daki ayaklanmalar takib etti. Padişaha Meşrutiyet\'i ilân etmesi için Rumeli

merkezlerinden telgraflar çekildi. Ayın 23\'ünde Manastır\'da Meşrutiyet ilân edildi.

Abdülhamid bu baskıların sonunda meşrutiyeti ilân etmek zorunda kaldı.

Meşrutiyetin ilân edilmesinden sonra, İttihad ve Terakkî Cemiyeti\'nin Selânik\'teki

Merkez-i Umumîsi, üyelerinden Ahmet Rıza, Talat, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat

Şükrü, Habib, Enver (paşa), İsmail Hakkı, Dr. Bahaeddin Şâkir ve Nâzım Bey\'leri

hükümeti gözetlemek üzere İstanbul\'a göndermişti. İttihatçılar yeni kabinede yer

alamamakla birlikte büyük ölçüde iktidara sahip olmuşlardı 32

Meşrutiyetin ilânı, hafiye teşkilatının ve sansürün ortadan kaldırılması, siyasî

suçluların afvı imparatorlukta büyük bir sevinç uyandırdı ve iyimserlik yarattı. Türk

matbuatında ve fikir hayatında büyük bir canlılık ortaya çıktı.

30Ali Canip, doğrudan cemiyete dahil olmadığı halde kurucu kadroda bulunan Kâzım Nâmi Bey

ve Ömer Naci Bey ile çok samimî arkadaştı.

31Bernard Levis, Modern Türkiyenin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara,

1991, s.204.

32Fethi Tevetoğlu, İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Türk Ansiklopedisi, C.XX.

14

1908 yılının kasım sonu ile Aralık başında seçimler yapıldı. Meşrutiyetin ilanıyla

ortaya çıkan iyimser hava Bulgaristan\'ın bağımsızlığını ilân etmesi, Bosna-Hersek\'in

elden çıkması, Girit\'in Yunanistan\'la birleşmesi, menfaat gruplarının çekişmeleri gibi

sebeplerle kısa sürede yerini karamsarlığa ve karışıklığa bıraktı. Yurt dışından dönen

Jön Türk üyeleri durumdan memnun olmayanlarla birleşerek yeni partiler kurdular.

Ortaya değişik görüşleri temsil eden "Fedakâran-ı Millet cemiyeti", "Osmanlı Ahrâr

Fırkası", "Osmanlı Demokrat Fıkrası", "İttihâd-ı Muhammedî Fıkrası" gibi partiler

çıktı. Bu partiler, İttihad ve Terakkî aleyhine geniş bir propaganda faaliyetine giriştiler.

31 Mart 1909 tarihinde gerici güçler bu durumdan istifade ederek ayaklandılar.

Selânik\'te bulunan 3. Ordu, Mahmud Şevket Paşa kumandasında harekete geçti,

Edirne\'de bulunan birlikler de 3. Orduya katıldı. Kurmay başkanlığını Mustafa Kemal\'in

yaptığı Hareket Ordusu, İstanbul\'a girerek isyanı bastırdı. İttihad ve Terakkî

mensupları ile hükümet üyeleri toplanarak II. Abdülhamid\'in tahtan indirilmesine ve V.

Mehmet Reşat\'ın padişah ilân edilmesine karar verdi. Tahttan indirilen II. Abdülhamid,

ikamet etmek üzere Selânik\'e gönderildi.

Hareket Ordusu komutanı Mahmud Şevket Paşa, üç ordunun "Umumî

Müffettişliği" sıfatını alarak iki yıl süre ile sıkı yönetim ilan etti.

Ali Canip\'in hatıralarında da yer alan "Hizb-i Cedid" hareketi, II. Meşrutiyet\'ten

sonraki meclis içi muhalefetin ilk ciddî belirtileriydi. 1911 başlarında siyasî ve ictimaî

hoşnutsuzluklar "Hizb-i Cedid" ve "Hizb-i Terakkî" gruplarının ortaya çıkmasına yol

açtı. "Hizb-i Cedid"in liderleri olan Miralay Sadık ve Abdülaziz Mecdi Bey,

demokratik ve meşrutî olarak adlandırdıkları isteklerini on maddelik bir muhtırayla

ortaya koydular. "Hizb-i Terakkî" ise, küçük bir sol-kanat grubuydu. İttihad ve

Terakkî\'nin Selânik\'te yaptığı son ve gizli bir toplantıda bu hizib meselesi ele alındı,

fakat Trablus saldırısı gözönüne alınarak anlaşmazlıklar tatlıya bağlanmağa çalışıldı.

Ancak bu hal, beraberinde istifaları ve gücenmeleri getirdi, İttihad ve Terakkî güç

kaybına uğradı. Muhalifler, 21 Kasım 1911\'de liberal bir birlik parisi olan "Hürriyet ve

İtilâf" partisini kurdular, liderleri Damat Ferit Paşa\'ydı.33

Mısır\'da bulunan Kâmil Paşa\'nın Padişaha bir mektup göndererek İttihad ve

Terakkî mensuplarını iş başından uzaklaştırmasını tavsiye etmesi İttihatçıları

telaşlandırdı. Meclisi dağıttılar, Kâmil Paşa\'nın mektubunu yayınlayarak gözden

33Bernard Levis, Modern Türkiyenin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara,

1991, s.220-221.

15

düşmesini sağladılar, yeniden seçim yaparak büyük mecliste bir çoğunluk elde ettiler.

1912 haziranında durumdan memnun olmayan subayları temsil eden bir

"Halâskar Zabitan" grubu kuruldu, bu grubun çalışmaları sonucunda sonra İttihatçılar

iktidardan uzaklaştırıldı, meclis feshedildi. Edirne\'nin Bulgarlara verileceği şayiası

üzerine başlarında Enver Paşa\'nın bulunduğu bir grup Bâbıâli\'ye baskın düzenledi,

İttihatçılar tekrar iktidarı elde etti ve Mahmud Şevket Paşa sadarete getirildi. Mahmud

Şevket Paşa\'nın öldürülmesinden sonra 1918 yılına kadar memleketin idaresi Enver,

Talât ve Cemal Paşa\'ların eline geçti.

**************************************************************

Kaynak : © http://www.ege-edebiyat.org

 

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi41
Bugün Toplam330
Toplam Ziyaret3773695
VİDEOLAR
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.413134.5510
Euro36.357136.5028
Takvim