Nuriye KAYAR
Sultan II. Abdülhamid Han hakkında Türkiye'de uzun yıllardan beri süregelen tartışmalar yaşanmaktadır. Kimileri Onu "Kızıl Sultan" diye nitelendirip nefretle anarken, kimileri de "Derviş Sultan-Gök Sultan-Ulu Hakan" şeklinde nitelemelerle rahmetle yâd etmektedir. Bu tartışmaların ve farklı bakış açılarının sebebi nedir?
En büyük sebebi, tahttan indirildikten hemen sonra, aleyhinde çok yoğun bir kampanyanın başlamış olması ve bu kampanyanın yaklaşık 1950'ye kadar rakipsiz bir şekilde sürmüş olması. Yani yaklaşık kırk yıl sürekli aleyhinde yayın yapıldı. Ondan sonraki dönemde de 1960'lara kadar yine bu aleyhindeki söylem ağırlığını devam ettirdi.
1960'lardan sonra kısmen karşı tez dillendirilme ve mâkes bulma noktasına geldi. Demek ki biz bunu yaklaşık 1970'ler kabul edersek, 60 yıl aleyhindeki yayınların ezici bir şekilde tarih ve gazete literatürünü doldurduğunu söyleyebiliriz. Böyle olunca da Abdülhamid Han hakkında objektif bir görüş belirtmek, objektif bir yaklaşım ortaya koymak mümkün olmadı. Abdülhamid'i savunmak isteyen yaklaşımlar da, ister istemez bu 50-60 yıllık haksızlıklara karşı bu defa büyük bir tepki olarak ortaya çıktı. Bu tepkinin de yine dozu kaçtı.
Gerçekte bir padişahı incelememiz gerekirken adeta bir evliyâlaştırma eğilimi, kaçınılmaz olarak, mağduriyetinden dolayı bu şekilde ortaya çıktı. Bu yüzden de bu defa kantarın topuzu bu tarafa doğru kaçmış oldu. Bu zaten mağdur olanların hakkını iâde etme noktasındaki tartışmalarda hemen hemen daima olan bir hâdisedir. Etki tepkiyi doğurur ve ondan sonra da artık bunun bir orta noktaya gelme süreci başlar. İşte şimdi Türkiye'de 2000'li yıllardan itibaren bu orta noktaya gelmeye doğru gidiyoruz, dolayısıyla ulu hakan- kızıl sultan ikileminin ötesinde bir Sultan II. Abdülhamid resmini Türkiye önümüzdeki on yıllar boyunca arayacak. Gerçekten bu adam kimdi? Hâlâ bugün bu bir sır.
Abdülhamid Han'ın siyâsetine baktığımız zaman, kendisi hilâfeti siyâsî olarak kullanmış mı? Bu bir siyâset propagandası mıydı, inancıyla bağlantısı hangi boyutlarda?
Tabii diğer Osmanlı padişahlarının da inançları olmadığını söyleyemeyiz, onlar da inançlı insanlardı. Hilâfet zaten siyasi bir kurum. Yani hilafetin siyasete karışması, çok paradoksal bir ifade.
Hilâfet zaten siyâsîdir. Peygamber efendimiz halîfe olarak devlet yönetti. Fakat Abdülhamid'in bunu sadece Osmanlı içinde değil, hattâ büyük ölçüde Osmanlı dışındaki coğrafyada, yani İngiltere'ye karşı, Rusya'ya karşı, Fransa'ya karşı bir propaganda ve Osmanlı'nın gücüne engel olmak, gücünü baltalamak isteyenlere karşı bir silah olarak kullandığını görüyoruz ki bu yeni bir şey. Daha önceden bu derece, bu oranda hiçbir zaman kullanılamadı. Bir asır sonra bugün Osmanlı toprağı olmayan bazı yerlerde hâlâ hutbelerin Abdülhamid adına okunuyor olması, hâlâ onun adının biliniyor olması bunun ne demek olduğunu anlayabilmek için yeterlidir. Mesela, Diyânet işleri başkanı Mehmet Görmez Bey bana Beyaz Rusya'nın Minsk şehrinde insanların hâlâ Abdülhamid Han'ı teravih namazlarında dualarında andıklarını anlatmıştı. Bizzat yaşadığı bir olaydı. Yüz yıl sonra Abdülhamid Han'ın adının Minsk şehrinin bir köyünde anılıyor olması, onun bu hilâfet silahını nasıl planlı ve uzun vâdeli bir şekilde kullandığını bize yeterince gösteriyor. Demek ki farkı, bu silahı daha önceki padişahların kullandıklarından çok daha geniş bir alanda ve uluslararası politikaya etki edecek bir dozda kullanmış olmasıdır. Bu noktada da bayağı başarılı olduğunu görüyoruz. Mesela Sahîh-i Buhârî bastırıyor, takım olarak, hacca gidenlere veriyor. Orada Kâbe'de hacılara bedava dağıttırıyor. O insanlara takım takım hediye ettiriyor. Haccı bir propaganda mekânı olarak kullanıyor. Son derece siyâsî bir tutum. Oraya gelen Müslümanlara, sizin reisiniz Osmanlıdır, onu tanımanız lâzım diye buradan özel adamlar, vâizler, Arapça bilen insanlar gönderiyor. Bunları da kendisi seçiyor. Gidin, oradaki gelen Müslümanlar hazır bir araya toplanmışken onlara bunu anlatın diyor.
Zâten belki de olayın emperyalist devletleri asıl rahatsız eden tarafı, onun olayı bu derece siyasallaştırmasıdır.
Hamidiye projesi Sultan Abdülhamid'in ölümsüz hizmetlerinden bir tanesi. Yine Hicaz tren yolu.
Sadece Yıldız Sarayı'nı inceleseniz, bir kitap çıkar. Bakın Topkapı Sarayı'nın yüz ölçümü yedi yüz bin metrekare, Osmanlı bir daha öyle bir saray yapamadı. Bir tek Abdülhamid Han girişti böyle bir işe. Beş yüz bin metrekarelik ikinci bir saray yaptı. Fatih ile aradan dört yüz sene geçiyor, beş yüz bin metrekareye yayılan köşkler, şelâleler, havuzlar, içinde hayvanat bahçesi olan, böcek müzesi olan, silah müzesi olan muazzam kütüphanesi olan bir proje. Bu proje tek başına ele alınabilir ve Yıldız Sarayı, Abdülhamid projesi olarak, yani 20.
Yüzyılın başında 19. Yüzyılın sonunda, 'Osmanlı battı, bitti'
denildiği bir zamanda bir padişahın kalkıp ikinci bir Topkapı sarayı yapma girişimi olarak gündeme getirilmeli ama görüyorsunuz Yıldız Sarayı'nın hâli perişan. Her bir parçası kapanın elinde kalmış. Bir parçası askerin, bir parçası tarım bakanının. Buranın da Topkapı Sarayı gibi ortak yönetim altında toplanması lazım gelir ki gerçek değerini bulabilsin. İnsanlar gittiği zaman bütün olarak görebilsin.
Daha bunun yanında demiryolu meselesi tabi apayrı bir konu. Hicaz demiryolu olsun, Bağdat demiryolu olsun... İstanbul'da, İstanbul çevresinde, Ankara'ya İstanbul'u bağlayan yollar yapılmış ki Ankara o zaman Ankara oluyor. Yoksa milli mücadelede kim gidecek de Ankara'yı karargâh merkezi yapacak. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yer. Niye Ankara başkent yapıldı, karargâh merkezi yapıldı? Çünkü İstanbul'a ulaşım var, İzmir'e ulaşım var, Konya'ya, Toroslar'a ulaşım var. Öyle bir şey olmasa, nasıl yapacaksınız milli mücadeleyi, nasıl kuvvet yollayacaksınız? Bütün bunlar önceden planlanmış şeylerin sonucu.
Dolayısıyla biz içine girdikçe Abdülhamid'in ne kadar karmaşık bir düşünce yapısı olduğunu görüyoruz ve bence aslında çok İslâmcılık düşüncesi bağlamında da onun bu karmaşık modernleşme anlayışının, adeta bir düşünürmüş gibi, bir düşünürün ortaya koyduğu bir yaklaşımmış gibi ayrıca değerlendirilmesi lazım. O pek yapılmıyor.
İslâmcılık denince genelde Abduh, Afgani gibi isimler anılıyor.
Abdülhamid bunu uygulamalı olarak ortaya koymuş. Bahsettiğiniz gibi hilafetin yeniden siyasallaşmasından tutun da mesela Şişli Etfal Hastanesi'ne kadar. Bir tek onun bahçesinde Abdülhamid Han zamanından kalma bir mescit kaldı ayakta. Abdülhamid'in yaptırdığı diğer binalar yok edildi. Onun kafasındaki karmaşık modernleşme teorisinin bir bakıma orda bir uygulaması var. Altı mescit olarak yapılmış, üstünde bir minare var, ama minare mi saat kulesi mi bundan emin değiliz.
Çünkü üzerinde saat var. Onun da üzerinde bir meteoroloji istasyonu var. Şerefesi var bir de. Bu bir hava ölçüm istasyonu mu, saat kulesi mi, minare mi? Burada din, ilim ve dünyanın bir arada resmedildiği bir düşünce yansıyor. Ki, orayı da kendi parasıyla yaptırmıştır. O külliyeyi, kendi kızı teşhis edilemeyen bir hastalıktan ölünce, onun adına kendi parasıyla yaptırmıştır ve planları üzerinde özellikle durmuştur. Bu kısım dışında genellikle Almanya'daki bir hastanenin kopyasıdır. Tek farkı, o mescidliydi. Bu mescit onun karmaşık, İslâm'la birlikte modernleşme anlayışının bir özeti olarak okunabilir.
Yıllar sonra Abdülhamid Han'ın Çanakkale Stratejisi ortaya çıktı.
Kendisinin Çanakkale Zaferinde ne gibi etkileri olmuştur?
Çanakkale boğazının tahkimâtını yaptırmış olması ve orada hem Abdülmecit hem Abdülhamid tabyalarını inşa ettirmiş olması önemlidir.
Biliyorsunuz babasını da çok sever. Çok küçük yaşta babasını kaybettiği için de, içinde ona karşı ayrı bir özlem duyar. Babası da en sevdiği çocuğu olarak onu söylemiştir. İçli çocuk diye onu takdir edermiş. Çocukları içerisinde son gören de odur babasını ölmeden önce.
Onun için mesela denizaltı yaptırdığı zaman, dünyada ikinci ve üçüncü denizaltı bizde yapılmıştır, birincisine babasının ismini koymuştur, ikincisine kendi ismini. Kendisinin ismini koymasının sebebi, kendi parasıyla yaptırmış olmasıdır. Devlet parasıyla bir eser yaptığı zaman ona Hamit ya da Hamidiye ismini koymaz. Bu isimde olanlar kendi cebinden yaptırdığı şeylerdir. Şimdiki yapılara bakıyorsunuz, mesela Yalova'da Yaşar Okuyan hastanesi vardı. Sen bunu kendi paranla mı yaptırdın, devletin parasıyla mı? Tamam, oraya bir hizmet götürmüşsün, ama sonuçta sen bir aracısın, buraya ismini hangi hakla yazdırıyorsun?
Bu etik açıdan sorunlu bir şeydi, şimdi değiştirdiler, Yalova Devlet Hastanesi oldu ki doğru olan da odur. Kendi paranla yaptırırsın ya da en azından büyük bir bağış yaparsın, öncülüğünü sen yapmış olursun o zaman ismini koymana bir şey denilmez.
Abdülhamid Han gemilere de hem kendisinin hem babasının adını vermiş, oradaki tabyalara da babasının ve kendisinin ismini vermiş, oraya toplar kurmuş, toplarını getirmiş bunların bir kısmı Çanakkale savunmasında kullanılmıştır. O zaman biraz eskimişti ama yine de onlardan yararlanıldığını biliyoruz. En azından tabyaların yer aldığını biliyoruz. Dolayısıyla Çanakkale'yi nihâî bir hücum anında bir koruma alanı olarak o zamandan tasarladığını böylece ortaya koymuştur. Zaten kendisine Çanakkale savaşı sırasında Atıf Hüseyin Efendi gelip de "savaş başladı, Çanakkale'ye hücum ettiler" deyince, "çok büyük bir hata yapmazlarsa geçemezler, orayı ben vaktiyle tahkim etmiştim, büyük bir hata yapmazlarsa oradan kimse geçemez" dediğini biliyoruz.
Abdülhamid'in bu maddi mirasının yanında bir de manevi boyutu var.
Bunu kendisini evliyâlaştırmak için söylemiyorum. Ki bu tarikat çevrelerinde çok yaygın bir kanaattir. Kolay kolay da onlar, bir insan için, tarikatların dışındaki bir insan için bunu kullanmazlar dikkat edin. Mesela tarikatlar bu konularda kıskançtırlar. Böyle herkesi yüceltmezler,
silsilenin dışında kolay kolay dış referansı yoktur. Fakat ben çok ısrarla konuştum tarikatlarla, hepsi aynı şekilde söylüyor.
"Abdülhamid evliyâdır, biz yüzde yüz buna inanırız, biz devamlı ona duâ ederiz ve aleyhinde konuşulmasına katiyen izin vermeyiz" şeklinde bana ifade etmişlerdir. Kitaplarında da bu zaten açık açık yazmaktadır.
Tarikatların bizzat kendilerine intisap etmemiş olan birini, bir devlet adamını bu kadar benimsemiş olmaları meselenin başka bir boyutu. Ama ben esas kendisinin Çanakkale konusunu da açınca, kendisinin sahip olduğu bir özellikten bahsedeceğim. O da, feraset dediğimiz, manevi derinlik dediğimiz olayın Abdülhamid'te olduğunu gösteren bir örnek. Bunu kim söylüyor? Kendisinin düşmanı olan Atıf Hüseyin Efendi. İttihatçıların adamı ve onun kitabının başında Abdülhamid hakkında ne kadar önyargılı olduğunu, ne kadar aşağılayıcı tabirler kullandığını görürsünüz. Kitabın sonuna doğru adamın üslûbu da değişir. Konuşa konuşa onun öyle birisi olmadığını da itiraf edercesine üslubu değişir sona doğru. Tam bu Çanakkale deniz muharebesinin başladığı gün, gidiyor yanına. Ondan haberleri alıyor, ne oluyor ne bitiyor diye. O da diyor ki, dışarıda itilaf devletleri var, Çanakkale'ye hücum ediyorlar duyduğumuza göre. Oradan top sesleri geliyormuş. Bunun üzerine şöyle diyor: "Fesübhanallah, bu sabah, sabah namazından önce şifay-ı şerif okuyordum. Tam Efendimiz (sav)'in kokusundan bahseden kısma geldiğimde o zamana kadar hiç tanık olmadığım letâfette bir koku peyda oldu. Daha önce hiç böyle bir koku hissetmemiştim. O anda bu koku geldi". Bunu hissetmesi ayrı bir mazhâriyet. Buradan bir adım öteye geçiyor ve o siyasi kişiliği ortaya çıkıyor; inancıyla ve ferâsetiyle siyasal kişiliğini nasıl buluşturduğunu gösteren çok çarpıcı bir örnek, "bu kokunun buraya gelmesi boşuna değil, bu Çanakkale'nin geçilemeyeceğine işarettir"
diyor. "Artık gayretullâha dokundu, bundan sonra buna izin verilmeyecek" diyor. Bu Atıf Hüseyin Efendi'nin kitabında geçen bir ifade. O gün toplar patlıyor, ne olup ne olmayacağı belli değil, o gün söylediği söz bu. Bunu aktaran kişi de, onu yüceltecek son kişilerden birisi. Dolayısıyla bu taraflarını da biz parça parça bazı anekdotlardan, bu tip kitaplardan öğreneceğiz. Onun bu taraflarının keşfi de ayrı bir süreç alacak. Ayrı bir araştırma konusu olacak kadar da enteresan. Tarikatlarla bizzat gidip konuşularak "Sizin tarikatta Abdülhamid nasıl görülüyordu?" diye sorulduğunda buradan da çok enteresan bir bölüm çıkacak.
Sultan II. Abdülhamid Han 31 Mart Vakasında kendisini tahttan indirmeye gelenlere neden hiçbir şekilde karşılık vermedi? Elinde düzenli bir ordu bulunmasına rağmen onu tahtan indirmeye gelenlere karşı herhangi bir çabasının olmayışının arkasında yatan sebep nedir?
Nasıl bir itirazda bulunabilirdi ki? 1908 için diyorsanız, oradaki tahttan indirilme değildi. Meşrutiyeti ilan etmeydi. Meşrutiyeti ilan etti. O zaman mutlak bir hükümdardı, emir verdiğinde her şeyi yapardı.
Ama bu defa bir iç savaş çıkardı ve bu ittihatçılık da öyle kolay bastırılacak bir olay değildi. Erzurum var, Suriye cephesi var, Balkanlar var; her tarafta bir kaynama olurdu ve bunların hepsini bastırmak çok kanlı bir operasyonla ancak gerçekleşebilirdi. O aşamada bundan geri durdu, dedi ki, meşrutiyetse meşrutiyet, tamam meşrutiyete geçilsin. Ama orada kendisinin başta kalacağını, bu işi yöneteceğini düşündü. Bir sene sonraki tahttan indirilme hâdisesinde, zaten elinde bir kuvvet yoktu. Bir padişah değil, bir meşrutî padişahtı. Bir hassa ordusu var ama bunların eski ordu gibi bütün kuvvetlerin kendisine bağlı olduğunu söylemek de mümkün değil.
1908 farklı bir olaydır, 1909 farklı bir olaydır. 1908'de bunu yapabilirdi ama çok uzun bir iç savaşın içine girerdi Türkiye. Esad olayında olduğu gibi yani. Burada kimin kazanacağı da belli olmazdı sonuçta. Belki ülke çok erken parçalanabilirdi. 1909'da elinde yetki yoktu. En fazla muhafız taburuydu kendi elindeki, onlar da kaç gün dayanabilirdi. On binlerce insan, eşkıyâlar doluyor İstanbul'a.
1909'da da buna engel olma imkânı zaten yoktu. Ve kadere râzı oldu olay daha da büyümesin diye. Dolayısıyla oradaki kafa karışıklığını düzeltmiş olalım.
Not: Bu yazı Yenidünya Dergisinin Mart - 2013 sayısından alıntıdır.
Yazarlarımızın makalelerini, akıllı telefonlar vasıtasıyla kendi seslerinden dinleme imkânı sağlayan uygulamayı http://www.scanlife.com/get-the-app/home.html sitesinden ücretsiz olarak yükleyebilirsiniz.
Bu bir Safa Vakfı kültür hizmetidir.