MERVE KAVAKÇI YAZILARI
BAŞÖRTÜSÜNE SAHİP ÇIKALIM
Destek
olalım! Hükümete destek olalım! MEMURSEN’in başlattığı kampanyaya imza atalım!
Bu yasak, bu zulüm, başörtüsü yasağı bitsin artık! İnsanlık vazifemizi yerine
getirelim! Vatandaşlık görevimizi yapalım! “Vatani” görevimizi yapalım! Evet
bu! Vatani bir görevdir.
Bu toprakları sevmek sadece askere gitmekle olmaz, bu toprakları sevmek sadece
sevdim demekle olmaz, burayı sevmek aynı zamanda bu topraklar yaşanabilecek
daha güzel bir yer olsun diye çalışmak da demektir. Oturduğumuz yerden iyi
müslüman olunmaz. Müslüman proaktiftir.
Müslüman yanlışı eliyle düzeltendir, düzeltemiyorsa sözüyle düzeltendir, imanın
en zayıfı kalpte kalan buğzdur. Şimdi sorarım, kızları, eşi, torunları, annesi
başörtüsü zulmünü bizatihi yaşayan kaç kişi kalbinde yasağa, yasakçılara karşı
buğz ederek uyanıyor…o bile kalmadı bizde! Ben ne başörtüsü mağduru anneler
gördüm, kendi mağdur, kızı mağdur… yüzünü ekşite ekşite bu başörtüsü konusu da
çok oldu artık demeye getiren, konuşulmasa…üzerinde durulmasa artık demeye
getiren…. bir haller oldu müslümanlara…olmasaydı bu hale gelmezdik zaten…
Bu yasağın otuz senedir sürüyor olmasının müsebbibi din düşmanları değildir
sadece! Müslümanlardır da! Müslümanız diye geçinenlerdir de! Çok söylenecek var
da haydi susalım… bu kadarı ne demek istediğimi izah eder sanırım…
Zulümle abad olunmaz. Hayatlar söndü, sönmediyse karartıldı, nesil arkasından
nesil, anneanneden torununa ulaşan bir soykırım yapıldı, herkes sustu, bekledi,
yasak hep varoldu, koyanlar neredeyse toprak oldu, ama yasak kalkmadı, zulüm
bitmedi!
Şimdi hükümet ayaklandı, kaldıracağız diyor; iki bakan ayrı ayrı aynı hafta
konuşuyor..
Anayasa çözecek diyor, Avrupa ülkelerinde böyle bir yasak yok diyor. MEMURSEN
yasak kalksın zulüm bitsin diye 10 milyon imza kampanyası başlattı.
Destek olalım, tıklayalım destek olalım, illerdeki standlarda imzalayalım
destek olalım! http://özgürlükiçin10milyonimza.com/ Ha gayret bu sefer, bu
sefer, bir sefer de çözelim! Toplumsal konsensüs var, AK Parti hükümetinin
karşısında duracak güç yok! Artık kimse başörtüsüne doğrudan karşı çıkamıyor!
Siyasi doğruluk adına, güç odaklarını üzerine uylamama adına, herkes de “benim
de teyzem hacı, annem yaşmaklı” diye başlayan cümleler kuruyor, içinden
başörtülülere diş bilese bile bunu gösterecek takatı kalmadı. Kalmasın da! Bunu
neden söylüyorum…
siyasal mutabakat da var! Yasağın kalkmasına karşı çıkan kendi kaybeder, belki
kemikleşmiş yüzde iki kitlesini tutar milyonları kaybeder! Kimse yasakçı olarak
anılmak istemiyor artık! Çözelim! Bir seferde temelden çözelim! Tuzaklara da
düşmeyelim! Kaldırıyoruz derken başka yasaklar devreye sokmayalım! Hep
söyledik, söylüyoruz: ya hep ya hiçdir yasağa çözüm! Şimdi bu kadar, yarın bir
kilogram daha ekleriz, daha ertesi gün beş metre daha yol alırız, durun bakalım
konjonktür ne gösterecek demekle bu iş çö-zül-mez.
Türkiye hazır, dünya hazır, biz başörtülü kadınlar çoktan hazır. Lütfen, biraz
insaf, biraz izan. Bolca da cesaret! Adınız tarihe zulmü bitiren olarak
geçecek!
Yeni Akit
Bülent Bey bilmez…
08 Şubat 2013 Cuma 00:07
,
Ancak kızı Ayşenur Arınç’ın hikayesi, kendisi bugünlerde kamu ile paylaşmadan çok daha önce dünyanın farklı yerlerinde yankılandı. Ayşenur’un başörtüsü yasağı ile şekillenen okul hayatı İngiliz Parlementosu’nda da dillendirildi, Amerikan Kongresi’nde de. Berlin Teknik Üniversitesi’nde de, meşhur Cambridge Üniversitesi’nde de ve elbetteki Harvard’da da. “Partili” günlerimizden birinde, annesi Münevver Hanım bir hanımlar toplantımızda bahsetmişti kısaca. İçim yanmıştı duyunca… Hafızama yer etmişti. Başörtüsü yasağını aşabilmek için tuvalet penceresini kullanmak zorunda kalışı, kızının…. Sonra Allah nasip etti, yukarıda bahsi geçen yerler ve kimi akademik kimi siyasi olmak üzere dünyanın birçok başka mekanlarında yasak üzerine konuşma imkanım oldu. Ayşenur Arınç’ın hikayesi en çarpıcılar arasında yerini almıştı çoktan zihnimde ve metnimde. Arınç ailesinin kulakları çınlamıştır sanırım her seferinde…
Ayşenur Arınç’ın hikayesi bir epitomi.
Yani yasağın boyutlarını izahta bir çok manada örneklik teşkil eden bir durum.
Öğrencilerin hayatlarına getirmek zorunda kaldıkları elastikiyetleri izah eden
bir örnek. Eğitim yuvası okuldan alınacak “bilgi”nin ertelendiği, “giriş”in
öncelendiği bir durum. Eğitime ulaşılabilirliğin girişten daha önemli
olamayışının bir göstergesi. Okul kapısı asılması gereken bir engel çünkü. Tuvalet
penceresiyse eğitime vize veren giriş kapısı…
Medine Bircan dosyası da farklı değil. O
da yine sunduğu bütün vahşetle zihinlere yer eden bir çarpıcılık ve çarpıklık
arzediyor çünkü. Onun engeli ise başörtülü resminin olduğu kimlik kartı. Zaman
da kendi içinde bir engel yetmiş kusur yaşındaki Medine Bircan için. Gittiği
acil servisin kapısında zamana karşı yarışıyor zira. Ama umduğunu bulamıyor
yani hiç bekletilmeden yapılması gereken tedaviyi. Çünkü giriş engel. Tıpkı
Ayşenur Arınç’ın durumundaki gibi. Onun kadar “şanslı” da değil, yönelebileceği
bir tuvalet penceresi de yok Medine Bircan’ın. Hastane kapısında öylece acılar
içinde kıvranıyor ki oğlu gitsin hemen fotomontajla bir fotoğraf hazırlatsın,
kimlik kartında kullanılmak üzere. “Vatan” kurtulacak çünkü (!). Öyle
değil mi…Vatanı, kronik rahatsızlığı ile acil kapısında kıvranan
Bircan’ın başörtüsünden temizlemek lazım çünkü. Arındırmak diyorum ben buna.
Rejim gözünde “pislik” çünkü. Ayşenur Arınç kadar şanslı değil dedim ya, doğru.
Oracıkta canını teslim ediveriyor çünkü. Bir hayat böylece son buluyor, kimlik
kartında başı örtülü fotoğrafı olan bir kadının değil tedavi görmeye, yaşamaya
bile hakkı olmadığı için bu ülkede.
Hatice Hasdemir Şahin’in mahkeme salonunda
başı örtülü olduğu için kendini savunma hakkının olamadığı gibi. Başörtülüsün!
O zaman getirildiğin mahkemede konuşamayacaksın! dendiği için. Savunma; en
azılı katile bile hak görülürken başörtülü kadının bir azılı katil kadar bile
kıymetinin olamamasından bu ülkede… Başını örtüyor olmak, bir insanın canına
kıymaktan daha “affedilemez” görüldüğü için rejimce…
Bu ülke uzak bir yerlerde değil. Bu ülke dünde kalmadı. Bu ülke bizim gerçeğimiz. Üstünden çok zaman, köprülerin altından çok sular akmadı. Unutulmadı. Hala yaşıyor. Yaşanılıyor. Ne hikayeler var bizde… Kadınlara bir soruverin.
Başörtüsü kararı (I)
29 Ocak 2013 Salı 00:03
,
Geçtiğimiz
haftanın en önemli gelişmelerinden biri Danıştay’ın başörtüsü konusunda verdiği
bir karardı. Medyada da yankı bulan karar kimilerini üzdü, çoğunluğu da
sevindirdi. Milliyet gazetesinin karikatüristi birinci gruba dahil olmalı ki
ülkemizde artık nesli tükenmeye yüz tutan, mensuplarının bile açıktan değil de
kıvrım kıvrım sözü dolandırarak savunabildiği, başka değerlerin arkasına
gizleyerek öne sürebildiği kemalist ideolojiye sadık kalarak Oryantalizm
pratiği yaptı. İkinci gruptakilerse Türkiye’nin artık bu yasak sorunu aşması
gerektiğine çoktan kanaat getirenlerdi.
Ancak bu grubun içinde gelişmeye temkinli yaklaşılması gerektiğini savunanlar
da az değil. Ben de memnun olmakla birlikte bir taraftan “olamayacak kadar
hayal mi” ile “bu yeterli mi” arasında gelip gidenlerdenim. Yasak dediğiniz
öyle gaddar, öyle katı, öyle uzun süreli, öyle dallı budaklı ki -kendimden
örnek vereyim: bakınız bu satırları yazarken hala yasak sonuçları içinde
yazıyorum. Ülkemden uzakta yazıyorum, yasağı 1981’den itibaren her gün, her
saat, her dakika, her saniye soluyarak yazıyorum, benim örneğimi alın ve yüz
binlerle çarpın, yasağın sonucuna varacaksınız- onun bitebileceğini göz görse,
kulak işitse, dil ikrar etse de bir “acaba?” hep içinizde feryat ediyor. Diğer
taraftan da rasyonelliği devreye soktuğunuzda Allah’tan (cc) başka hiçbir şeyin
ebedi olmadığının bilinci içerisinde o da bitecek, elbet bitecek
diyebiliyorsunuz.
Şimdi mi bitecek? Şu oldu: Avukat kimliğinin yenilenmesi istemiyle yaptığı
başvuru, başörtülü fotoğraf verdiği gerekçesiyle Türkiye Barolar Birliği’nce
reddedilen başörtülü avukat Figen Şaştım, Türkiye Barolar Birliği meslek
kurallarının 20. maddesinin iptali istemiyle Danıştay’da dava açtı. Davayı
görüşen Danıştay 8. Dairesi, 20. maddedeki ‘Avukat ve avukat stajyerleri
mesleğe yaraşır bir kılık ve kıyafetle başları açık olarak mahkemelerde görev
yaparlar’ düzenlemesindeki ‘başları açık’ ibaresinin yürütmesini oy çokluğu ile
durdurdu.
Özgürlüğe açtığı kapı anlamında benzer, içeriği farklı bir kararı Ocak ayı
başında yine almıştı Danıştay’ın aynı dairesi. Onda da Sarıyer İmam Hatip
Lisesi mezunu Gülsüm Coşkun, Anadolu Üniversitesi İlahiyat Ön Lisans
Programında gördüğü eğitim çerçevesinde 5 Nisan 2008’de düzenlenen Açık Öğretim
Fakültesi sınavlarına katılmak için İstanbul Okmeydanı’ndaki İTO Anadolu
Ticaret Meslek Lisesi’ne gitmiş, başına peruk takarak sınava girmiş. Yanına
gelen salon sorumlusu olan aynı okulun öğretmenlerinden Sevilay Akça “Peruğunu
beğenmedim, saça benzemiyor, çıkar onu, öyle sınava gir” demiş. Coşkun’un
itiraz etmesi üzerine “Çeneni kırarım senin” diye tehdit etmiş Akça ve sınav
sonrası kılık kıyafet gerekçesiyle Coşkun’a “Sınava hiç gelmedi” işlemi yapmış.
Sınavın ardından Coşkun bina sorumlusuna giderek Akça’dan şikayetçi oldu. Bina
sorumlusunun, böyle bir işlem yapmasının yasal olmadığı yönündeki uyarısına
rağmen öğretmen Akça işlemini geri almamış. Coşkun ise 8 Ekim 2008’de
internetteki sonuçlar listesinde kaydının olmadığını görünce Akça’nın
uygulamasından ötürü böyle bir sonuçla karşılaştığını anlamış. Coşkun konuyu
Eskişehir 2. İdare Mahkemesi’nde yargıya taşıdı. Öğrencinin sınavlarda
uyarılmasına karşın sınav görevlilerinin talimatlarına uymadığını belirten
İdare Mahkemesi, “Hukuka aykırılık yok” diyerek öğretmen Akça’nın uygulamasını
savunmuş. İdare Mahkemesi’nin kararını bozan Danıştay 8. Dairesi, Anayasanın
“Eğitim ve öğrenim hakkı” başlığını taşıyan 42’nci maddesinde kimsenin eğitim
ve öğretim hakkından yoksun bırakılamayacağına atıf yaptı.
Bunlar iki farklı kategoriyi temsil eden örnekler. Birinde hizmet vermek
diğerinde hizmet almak hedefleniyor. Biri mesleki diğeri eğitim ortamına ait
aynı dairenin sonuçlandırdığı iki karar. Devam edeceğiz inşallah.
Başörtüsü kararı (II)
01 Şubat 2013 Cuma 00:38
,
Danıştay’ın
başörtülü avukat yani kamu çalışanı ve öğrenci yani hizmet alanı hakkında
aldığı iki farklı ve fakat benzer, başörtülüyü taraf alan iki kararından söz
ediyorduk. Bunlar iki farklı kategoriyi temsil etmesine rağmen başörtülülerle
ilgili olması ve aynı yargı merkezinden çıkması sebebiyle ortak bir paydada
birleşiyor. Bizim devlet geleneğimiz şimdiye kadar devletçilik esası itibariyle
devleti önceleyen bir sistem oluşturması yönündeydi. Evet, hiç şüphesiz
insanların yani vatandaşların hak ve özgürlükleri olabilirdi ancak bu hak ve
özgürlükler devletin hak ve özgürlüklerinin sınırlarına gelinceye kadar
sınırlıydı.
Devletin hakları olur mu, demeyiniz. Bizim siyasi kültürümüzün öne sürdüğü
devlet anlayışı kendi hayatını onu oluşturan, ona işlevsellik sağlayan halk
yani bireylerden bağımsız olarak sürdürmesidir. Bu demektir ki devlet aynı bir
vatandaş gibi, ama hiç şüphesiz büyük ve güçlü olması sebebiyle ondan çok daha
fazla etkindir. Devlet konuşur, fikir beyan eder ve düşüncelerini aksiyona
geçirir. Demokratik toplumlarda bütün bunların vatandaşların yaptığı seçimlerle
paralel olmasını ve hatta devlet makinesinin hiç de bu kadar çok konuşmaması,
fikir beyan etmemesi, ettiğinde de insandan “yana” bir tavır sergilemesi
düşünülür. Ancak bizimkisi gibi gelişimini henüz tamamlamamış toplumlarda, bir
de üstelik periyodik anlamda demokrasi dışı güçler tarafından “dürtülen,”
darbelerle çekidüzen verilen toplumlarda işler böyle yürümez. Devlet kendini
koruma refleksi ile bir oraya saldırır, bir buraya.
Düşününüz, devletin manevi şahsiyetine hakaret diye bir suçu bile içinde
barındırabiliyor böyle sistemler...
Hal böyleyken bizde şu olmuştur:
başörtülü kadın devlete tehdit telakki edilmiştir. Bu şimdiye kadar böyleydi,
değiştirmek istenen başörtülü kadının bu stigmadan kurtulması ve diğer
vatandaşlar gibi hizmet verip alabilmesi. Bu anlamda
atılması gereken adımlar, geri dönüşü olmayan bir güvence sağlanabilmesi için
tek değil, birden fazla. Danıştay’ın iki kararı da örneklik teşkil edecek
nitelikte. Ancak bir başka Danıştay dairesi veya üst mahkeme konuya farklı
yaklaşır ve geri döndürürse faydası da yok.
O zaman yapılması gereken köklü
değişikliğin Anayasal anlamda yapılması gerekmektedir. Burada da özgürlük
alanının genişletilebilmesi için atılacak adımlar birden fazla. Birincisi
Anayasa’da yazılı laiklik hükmünde yapılacak değişiklik. Bu laiklik tanımı Türkiyeyi boğuyor. Bunu aşabilmek
için laikliğin yeniden tanımlanması gerekiyor. Sarih bir laiklik tanımlaması
gerekiyor.
Bu tanımlama laikliğin bütün özelliklerini kapsayacak şekilde detaylı olmalıdır
ki bir oraya bir buraya çekilmemelidir. İkinci atılması gereken adım, temel hak
ve özgürlüklerin pratik edilmesinin engellenmesi halinde karşılaşılacak cezai
hükümlerle alakalı. Başörtülü bir kadının hizmet alma veya hizmet verme hali mi
engellendi, bu durumda fail caydırıcı cezai hükümlerle karşı karşıya kalmalı.
Cezanın caydırıcılığı oranında etkin olacaktır temel hak ve özgürlüklere
duyulacak saygı. Kimileri gönüllü olarak, içlerinden gelerek saygı duyamıyorlarsa
başörtülü kadınlara, bu onlara “öğretilmelidir” ki cezanın ölçüsü de buna
vesile olur. Son olarak, belki ayrı bir madde veya ikincinin bir alt kademesi
olarak da kabul edilebilir, bu ülke insanına nefret suçları konseptinin
yerleştirilmesi için gereken Anayasal değişiklikler devreye sokulmak
durumundadır.
Zira nefret suçları en temelde vatandaşlar arası eşitsizliği yeni baştan
üretir, kökleştirir. Nefret suçları başörtülü kadınların, CHP’li Güler’in
sözlerinden anlaşılacağı üzre Kürt kökenli vatandaşların, gün be gün yaşadığı
bir gerçek. O zaman bu nefret suçlarının sadece vatandaş eliyle değil aynı
zamanda devlet eliyle işlenmesinin de önünün kesilmesi gerekir. Bu da ancak
anayasal değişiklikler çerçevesinde bu kavram yerleştirilerek olur.
Neden yanlış
07 Aralık 2012 00:13
,
Okullarda
kılık kıyafet konusuna devam edelim. Neden yanlış onu izah etmeye çalışayım. Şu
doğru bir argüman: önlük -ki bizim zamanımızda kapkara önlüktü, sonra
çocuklarımız büyüdü o zaman da çirkin mi çirkin bir tonuna döndü mavinin-
stalinist, leninist rejimlerin simgesi olarak kaldı dünyada. Neydi bu?
İnsanlar arası eşitsizliği ortadan kaldırmak adına öğrenci kitlesinin aynı
şekilde giyinmesiydi. Bunu savunan zihinlerin ürettiği ulus devletlere
baktığınızda önlükle sağlanan benzeşim ve sonrasında gelen tektipleştirmeyi
hayatın başka aşamalarında da görürdünüz.
Şöyle ki devletin müdahalesiyle kitleler aynı şartlarda hem sosyal hem ekonomik
hem de siyasi anlamda benzeştirilmeye çalışılırdı. İtirazı olan cezalandırılır,
böylece güruhlar boyun eğmeye mecbur bırakılırdı. Türkiyede kara çarşaf aleyhine konuşulur, okullarda onun eğitimi verilir ama kara önlüğe
tek bir laf edilmezdi.
Çünkü ikinci Cumhuriyetin bir getirisi olarak görülürdü. Malum bizim
kemalistler zaman tünelinde dönüp kalmışlardır. Onlar Atatürkün doğum yılı
kabul ettikleri 1919 yılı ile olsa olsa en fazla haydi diyelim ölüm yılı olan 1938 arasında yaşarlar. Daha ötesi yoktur
onlar için.
Onun için de o günlere özlemle kıvranırlar. O döneme atıf bir gerekliliktir ve Türkiyeyi o günlere geri götürmek isterler. Dünya değişir, ortam değişir, çünkü
şartlar ve insanlar değişir, algılar değişir.
Kara-mavi önlük de o günleri temsil eder halde zaman tünelinde katılaşır.
Şimdi hükümet bu eskiye ait tektipleştirici öğeyi yıkmaya çalışıyor. Daha
özgürlükçü bir Türkiye mottosuna uygun olarak tektipleştiricilikten arınmış bir
eğitim anlayışı benimsemeye çalışıyor. Bunun görsel izdüşümü de okullara
kıyafet serbestisi getirmekle oluyor.
Oluyor da bir bakıyoruz bunun bedeli başörtüsü yasağının bir kere daha altının
çizilmesiyle oluyor. Bu neden diye soruyoruz haklı olarak ve halk olarak şimdi.
Hürriyet alanını genişletmek adına bir adım atılıyor ve onun içinden tek bir
şey çıkartılıyor o da başını örtme hürriyeti.
Bu nasıl oluyor diye anlamaya çalışıyoruz şimdi de bir türlü başaramıyoruz. Bu
ülkenin en büyük en temel sorunları listesinin en tepesinde toplumun ideolojik
olarak bölünmüşlüğü yatar. Bunu herhalde ispat etmemize gerek yok, hepimiz bu
konuda hemfikiriz, zira.
Bu kamplaşma da din eksenli bir bölünmedir değil mi. Öyledir. Onyıllar boyunca
iki Türkiye oluşturulmuş, birbirini tanımayan, birbiriyle hiç bir iletişimi
olmayan, olacaksa minumum düzeyde tutulan, bu minimumluk da hiyerarşiklik
içinde gelişen bir yapı ile süregelmiştir.
Öteki Türkiyenin zenci Türkleri de böylece doğmuştur.
Şimdi Beyaz Türklerin elinde daha çok değil sadece
onbeş sene önce gibi kısa bir geçmişte, 28 Şubat 1997de mağdur edilen, üzerlerinden tanklar geçirilen, buldozerlerle ezilen bir
kadro gelip diyor ki herşey serbest ama başörtüsü değil.
Yanlış. Yanlış. Yanlış. Varlık anlayışları adına yanlış. Dünyanın gittiği yön adına yanlış. Türkiye Cumhuriyetinin gitmek istediği yön adına çok yanlış. Hiç bir tutulur tarafı yok yani.
Peki neden başörtüsü yasağına sahip çıkıyor hükümet? Cevabını bilemediğimiz
soru da bu zaten.
Bakın Milli Eğitim Bakanı Dinçer ne demiş
basına: Dinçer, okullarda kıyafet serbestisiyle türbanın
önünün açıldığı eleştirilerini nasıl değerlendirdiğinin sorulması üzerine de
şunları söyledi: Eğer okullarda başörtüsünü serbest bırakmak istesek,
hükümetimizi şimdi bunu yapmaktan alıkoyan şey ne?
İsteseydik yapardıka getiriyor yani. AK Parti istemiyor diyor yani.
Rezalet!
30 Kasım 2012 00:49
,
Başka
bir sözle, sözcükle ifade edilebilir mi? Durumu daha iyi tasvir eden başka bir
sıfat olabilir mi? Belki korkunç. Veya vahim. Sözün bittiği bu yerde hükümetin
ne yapmak istediğini anlayamaz durumdayız.
AK Parti eliyle kemikleştirilen bir başörtüsü yasağı ile karşı karşıyayız.
Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okul öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerini dair
yönetmelik Salı günü Resmi Gazetede
yayınlandı. Başını örtmek bu ülkede yine yasaklandı! Bu, şu ülkede kemalist
zihniyetin yapamadığını yapmaktır.
Onların bıraktığı yerden devam etmektir.
Ecevitin taşıdığı meşaleyi Ömer Dinçere
devretmesidir. Bu nasıl bir şeydir. Ayıptır yazıktır günahtır. Maksat kime
yaranmaktır? Anlamak mümkün değildir!
Başbakan Erdoğanın kendi muzdarip olduğunu millete reva görmektir. Muhtar bile olamaz diyenler İmam
Hatipliliğine sığınıyorlardı da muhtar şöyle dursun o başbakan olmuştu değil
mi. Şimdi başörtüsünü sadece İmam Hatiplilere serbest kılmak, başını örteceksen o zaman İmam Hatipli olacaksın demek değildir de nedir!
Başörtülü olan olsa olsa ancak İmam Hatipli olur demek değildir de nedir! Bakan
Dinçer bangır bangır bağırıyor: hayır başörtüsü serbest değil! Bununla mı
övünüyor?! Bununla mı gurur duyuyor?! Bu kompleks nedir ve nasıl izah edilir!
Her şey serbest, bir başörtüsü değil! hayır!
Başörtüsü serbest değil! Merak etmeyin başörtüsü serbest değil! mi demektir!
Bununla kime mesaj yollanıyor, ne yapılmak isteniyor! Kıyafet serbest ama
başörtüsü değil! Bu hangi akıl ve izanla izah ediliyor?! Zalim o olmuş bu olmuş, zalim zalim olduktan sonra bizden olmuş fark mı ediyor!
Şimdi bizim ne dememiz lazım...
Bugünleri de mi görecektik! Her konuda açılım, konu başörtüsü olunca hep geri
adım! Kürtlere açılım, Alevilere açılım, azınlıklara açılım, laiklere bol bol
açılım, öyle ki dünün 28 Şubatçılarını
etrafımıza toplayalım, her daim onlarla görüntü verelim, ama başörtüsüne
gelince kimse endişe etmesin başörtüsü hâlâ yasak! öyle mi...
Ak Partiye bir haller oluyor...
ne oluyor bilmiyorum ama iyi olmuyor. Bu ilk değil.
Anayasa değişikliklerine hazırlık aşamasında çalışma yapan AK Parti Kadın
Kollarından çıkan karar da bu o kadar rezaletti! Hatırlayacaksınız geçtiğimiz
mayıs ayında AK Partili kadınlar Kadın Bakış
Açısıyla Yeni Sivil Anayasa Çalıştayı kapsamında bir çalışma yürüttü. Bunun sonuncunda hükümete tavsiyede
bulundu.
Çıkan karar başörtülülerin hakimlik, öğretmenlik ve polislik gibi meslekleri
icra etmemesi gerektiği yönündeydi. Nasıl olduysa aşağı kademelerde hazırlığı
yapılan bu çalışmada önce karar, başörtüsü her yerde serbest olmalı yönündeyken,
partinin üst kademelerine çıktıkça, çalışmanın sonuçları basın önünde açıklanır
hale gelinceye kadar bir yerlerde değiştirildi ve sonuç olarak AK Parti eliyle
Oryantalist değerlerin savunulduğu bir başörtüsü yasağı kararı çıkartıldı.
Şimdi bu da oldu ikinci! Dediğim gibi, Ak Partiye bir
haller oldu. Hayırlı olsun (!) Ahiret derdi olan düşünsün!