Kendimiz Olduğumuz Günlere Dönme
Sait Şimşek
<http://us.mg3.mail.yahoo.com/images/dinle.gif>
Sesli Dinle
<http://www.sizinti.com.tr/images/konular/400/3.jpg>
Son günlerde vicdanının koridorlarını âdeta aşındırırcasına dolaşıyor, iç murakabesinin hesabını bir türlü veremiyordu. Milletine karşı hizmet borcunu lâyıkıyla yerine getiremediğini düşünüyor ve savcı edasıyla nefsini yerden yere vuruyordu. Dertsizsem, dert benim diyor ve yüreğindeki dert meşalesinin yeniden alevlenmesi için ızdırap ateşinin sinesine tekrar düşeceği günleri bekliyordu. Zîrâ iki tarafta da rahatlığın olmayacağını çok iyi biliyordu. Bu tarafta ızdırapla iki büklüm olanların, öbür tarafta feraha ereceği müjdesi verilmişti. Ama bilmek yetmiyordu. Önemli olan yaşamaktı. Bu duygularla son durumunu gözden geçirmeye başladı. Asıl derdi azaldıkça dert edilmeyecek durumların dert olmaya başladığını görüyordu. Etrafındaki insanlara daha çok takılmaya başlamıştı artık. Rabb'iyle münasebetinde de ciddi sıkıntılar olduğunu görmesi çok zor olmadı.
Muhasebesi devam ederken, gözleri çoktandır uğramadığı kitaplığına takıldı. Vefasızlığını idrak etmiş olmanın mahcubiyetiyle, yavaş yavaş kitaplığa doğru yürümeye başladı. "Günlerdir nerdesin, kapımı niye çalmıyorsun, vefasızlık sana yakışır mı?" dediğini duyar gibi oldu kitaplığının. Gözlerini eski dostlarının üzerinde gezdirirken bir ara sağ üst köşeye odaklandı. Her ay gönül dünyasına "sızan" o kutlu pınarın açılmamış poşetlere mahkûm olduğunu gördü ve yüreğinde ayrı bir burkuntu hissetti. Eskiden satır satır okuduğu ve gözyaşlarıyla su gönderdiği o pınarın, yüreğinde kurumaya başladığını hisseder gibi oldu ve inandığı değerlerden bu kadar uzaklaştığı için suç listesini iyice kabarttı. Eski dostlarına uzun uzun baktıktan sonra vefasızlığına son vermeye ve gönüllere sızmak için gelen, fakat poşetlere mahkûm, o mukaddes hayat çeşmesinin son kaynağından kana kana içmeye karar verdi. Yavaş, biraz tedirgin, biraz da titrek bir hareketle poşetleri kaldırdı. İyileşmek için reçetesini ciddiyetle okuyan hasta edasıyla, sayfaları açmaya başladı. İlâçlar önem sırasına göre bir bir dizilmişti. Birinci sıradaki ilâç hiç şüphesiz çok önemliydi. İlâcın adını yüksek sesle hecelerken, tam hastalığına göre olduğunu anlaması zor olmadı. İsimler gelişigüzel verilmiyordu. Belki günlerce çekilen ızdırap neticesinde, hâlin yazıya döktürülmesiydi sihirli kelimeler. Tekrar vurgulara dikkat ederek ve ses tonunu biraz daha yükselterek hecelemeye başladı: "Bizim de kendimiz olduğumuz günler vardı." ızdırap insanının köşesinden bu ayki seslenişi bir yaralı gönle daha ulaşmak üzereydi. Müellif, o ilk günlerdeki samimiyetten, çekilen sıkıntılar içindeki mutluluklardan, evlerdeki lâhutî atmosferden, yaşatma arzusuyla yaşayan adanmış ruhlardan bahsediyordu. Yürekten söylenen sözler, gideceği mahfili biliyor ve onun yüreğine rahmet damlaları gibi dökülüyordu. Bir anda kendini yazının satırları arasında buluverdi. Onun da kendi olduğu günler vardı. Turnikeye hasbelkader ilk girenlerdendi. Başı okşanıp git denilen ilk hicret erlerindendi. Hayatını valizine sığdırmış, nereye olsa giderim diyecek kadar fedakârdı o zamanlar.
<http://www.sizinti.com.tr/images/konular/400/3_1.jpg>
Kendi olduğu günleri hatırlarken, hayatı bir film şeridi gibi geçiverdi gözünün önünden. Ömür kasedini 15 yıl geri sararak yaşadığı güzellikleri bir bir hatırlamaya başladı. Bir ânda kendini ilk defa öğretmenlik yaptığı okulunda buluverdi. Sadece öğretmenlik mi? inşaat ustalığı, aşçılık ve doktorluk da yaptığı okulunda. Okul için tutulan bina çok eskiydi. Öğrencilerin düşünce dünyalarından önce, okulun yeniden inşası şarttı. Bu sıkıntılı günlerde herkes birer inşaat işçisi gibi çalışıyordu. Bir defasında hayatı boyu unutamayacağı bir hâdiseye şahit olmuştu. Bulunduğu bölgede okul açılacağını duyan talihli bir veli, çocuğunu okula yazdırmaya gelmişti. Binaya girdiğinde harıl harıl çalışan hiç tanımadığı insanları gördü. Yanlarına yaklaşarak "Duydum ki, burada bir okul açılacakmış. Ben de çocuğumu buraya yazdırmak istiyorum. Müdürün odası nerede? Onunla görüşmeliyim." dedi. Herkes birbirine bakıyordu. Adamın inşaat işçileri sandığı insanlar, aslında okulun idareci ve öğretmenleriydi. Üstü başı toz içinde, yamalı elbiselerle kalabalığın içerisinden biri: "Buyrun müdür benim." dedi. Dünyanın bütün makamlarının ne ehemmiyeti vardı, O'nun rızasını kazanmaya vesile olmadıktan sonra. Çok zor şartlar ve maddî sıkıntılar içerisinde eğitim-öğretime başlamışlardı. Ekmek karneyle veriliyordu bu coğrafyada. Yurtta kalan talebelere ekmek bulabilmek için kapı kapı dolaşıyorlardı. Çoğu gün, bir öğün yemek çıkarabiliyorlardı. Ama talebelerden hiç şikâyet gelmiyordu. Varsın aç olalım, varsın binamız olmasın, siz varsınız ya diyorlardı. Öyle alışmışlardı ki öğretmenlerine, okuldan bir an dahi olsun ayrılmak istemiyorlardı. Hattâ hepsi yurtta kalmak istiyordu. Her gün yapılan yurda kayıt müracaatları, yer olmadığından geri çevriliyordu. Yine bir defasında üç talebe, yurtta kalmak istediklerini ve bir çözüm bulunup yurda alınmalarını rica ettiler. Kalbi buruk ve hayır demenin ızdırabını yaşaya yaşaya alamayacaklarını söylemişti. Fakat talebeler ısrarlıydı. "Eğer bizi almazsanız bahçede yatacağız." dediler. Bütün gayretlerine rağmen yurda alınmadılar. Gece olmuş yatma vakti gelmişti. Talebeler dediklerini yaptılar ve bahçedeki yaşlı söğüt ağacının altına yattılar. Bu destansı sahneyi gözyaşlarıyla pencereden takip ediyordu. "Bu davranışlarına karşılık mutlaka onları yurda almalıyım." dedi, kendi kendine. Gecenin bir yarısında öğrencilerini yattıkları yerden kaldırdı ve odasına getirdi. "Artık burada yatacaksınız." dedi kendi yatacağı yeri düşünmeden. Bu güzel günleri hatırlarken kendinden geçmişti âdeta. Gözleri duvarın köşesine odaklanmış dalıp gitmişti 'hey gidi günleri' düşünerek. O ara bir ses duydu. Önce sesin hayalinde mi, yoksa gerçek hayatta mı olduğunu anlayamadı. Bu ses telefon sesiydi. Şöyle bir irkildi ve sehpanın üzerindeki cep telefonunun çaldığını fark etti. Numarayı tanıyamamıştı. Belli ki numara farklı bir ülkeye aitti. Biraz şaşkın, biraz da dalgın bir ses tonuyla 'Alo!' dedi. Çok uzaklardan geldiğini bildiği bir ses:
- Hocam merhaba, ben Hasan, talebeniz Hasan. Nasılsınız?
Bir an durakladı ve aklındaki bütün Hasan isimlerini hatırlamaya çalıştı. Fakat sesle şahıslar arasında bir türlü irtibat kuramadı. Karşısındaki ses, konuşmaya devam ediyor ve kendini tanıtmak için bazı ipuçları veriyordu:
- İlk talebelerinizden, esmer, hızlı hızlı konuşan, Türkçeyi çok geç öğrenen yaramaz talebeniz Hasan.
Türkçeyi çok geç öğrenen ilk talebelerinizden deyince yüreğine tatlı bir heyecan gelmişti. Belli ki telefon Orta Asya'da ilk görev yaptığı yerden geliyordu. Hasan'ı da biraz düşündükten sonra hatırladı. Az önceki hayal dünyasının kahramanlarından yurda alınmadığı için bahçede yatan o üç talebeden biriydi Hasan. Sesi bir hayli değişmiş ve konuşması da düzelmişti. Tabi aradan 12 yıl geçmişti.
- Numaramı nereden buldun?
- Hocam uzun hikâye. Günlerdir size ulaşmaya çalışıyordum. Bir türlü irtibat telefonunuzu bulamadım. Tam ümidimi kaybetmiştim. Geçenlerde bir grup misafir geldi Türkiye'den. Aralarından biri sizi tanıyormuş. Telefonunuzu ondan aldım. Rabbim ümitlerimin tükendiği yerde birini çıkarıverdi karşıma.
İlâhî bir sevkin olduğu aşikârdı. Tevafuklar üst üste geliyordu. Sanki Rahmeti Sonsuz onun düşüncelerinin paklaşması ve yeniden kendi olması için bütün sebepleri seferber etmişti. Bir zamanlar inandığı değerlerle bütünleşmesi için emek sarf ettiği talebesi, şimdi kendi düşüncelerinin yeniden billurlaşması için bir vesile olmuştu. Bu da kaderin güzel bir cilvesiydi. Tanışmadan sonra Hasan konuşmaya devam etti:
- Hocam benim asıl talebeliğim Türk okuluna yazıldığım ânda başladı ve siz benim ilk öğretmenimdiniz. Bu gün benim için çok mânâlı bir gün. Okuduğum okula öğretmen oldum. İlk talebeniz olarak öğretmenliğimin ilk gününde ilk öğretmenimi elbette unutamazdım.
Konuşmalar devam ederken gözleri dolmuştu. Bu sözler üzerine yüreğindeki iniltiyi daha fazla saklayamadı ve gözyaşlarına hıçkırıkları da eklendi. Birkaç dakika sonra ancak; "Ben konuşamayacağım sen devam et dinliyorum seni." diyebildi. Hasan, gözyaşlarıyla hocasının mânevî dünyasının arındırılmasına vesile olduğunu biliyormuş gibi bamteline dokunmaya devam ediyordu.
- Hocam size çok minnettarım. Bana gerçek insan olmanın ufkunu gösterdiniz. Her şeye rağmen bana sabrettiniz. İnsanlığa hayırlı birisi olarak yetişmem için gecenizi gündüzünüze kattınız. Her şeyden öte bana insanlığa hizmet etme adına en mukaddes meslek olan öğretmenliği sevdirdiniz. Size ne kadar teşekkür etsem azdır. Sizi her duamda anıyorum. Rabb'im sizin gibi insanları başımızdan eksik etmesin.
Telefon görüşmesi birkaç saattir yaşadığı arınma ve yeniden kendi olma sürecine nokta koymuştu. Uzunca süren sohbetten sonra ayrılma vakti gelmişti ve şu sözlerle konuşma sona erdi:
- Beni unutmayıp en sıkıntılı ânımda elimden tuttuğun için, bana yeniden beni hatırlattığın için asıl ben sana minnettarım. Sana bu mukaddes görevinde başarılar dilerim Hasan.
Telefonla birlikte içerisindeki mânevî boşluk da kapanmıştı âdeta. Artık her şey 'eskisi' gibi olacaktı. Yeniden bir kere daha söz verecekti Rabbine. Kulluk vazifesini yerine getirirken daha hassas davranacak, verilen ömür sermayesini rıza istikametinde harcayacaktı. O ilk günlerdeki gibi bütün derdi Hasanlar yetiştirmek olacak, ayağına dolaşan muzır mânilere takılmayacaktı. Aslında değişen hiçbir şey yoktu. Her zamanki gibi mesuliyetini taşıdığı talebeleri vardı; ileride hangi susamış gönüllere rahmet bulutlarını sevke vesile olacağını bilmediği talebeleri. Her şeyden öte kendi olduğu günlerdeki yüreği vardı; herkese ummanlar gibi açtığı o yüreği. "Bir kere daha" dedi. "Yeniden inandığım değerlere gönülden iman ediyorum. Beni terk etmediğin için sana sonsuz şükürler olsun Rabbim! Rahmetinin tecellilerini iliklerime kadar hissediyor ve asla başkası olmamaya ve her zaman benliğimi davamda eritmeye ve kendim olmaya, bir kere daha söz veriyorum Allah'ım!"
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/kendimiz-oldugumuz-gunlere-donme-mayis-2012.html