FARKLI ZAVİYEDEN
BİR HADİSİN İZAHI
"Sizden biriniz bir münker gördüğünüzde eliyle,
gücü yetmezse diliyle, ona da muktedir olamazsa kalbiyle tavrını belli etsin.
Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir." hadis-i şerifini nasıl anlamalıyız?
Bu
hadis, Buhârî, Müslim ve daha başka kitaplarda da var. Yani herhangi biriniz,
dinin çirkin saydığı bir münkeri gördüğü zaman, onu eliyle defediversin. Şayet
eliyle bu işi yapmaya muktedir değilse, yani fiilen müdahale edemiyorsa, kavl-i
leyyin, cidâl-i hasene, mücahede-i hasene ve vaaz u nasihatle, yani diliyle
defediversin... Diliyle defetmeye de imkân ve vasat müsait değilse, kalbiyle
buğzetsin ki, imanın en zayıf mertebesi de budur.
Düşünün
ki, içtimaî hayatımızı kemiren bir mikrop var.. cemiyeti kemire kemire dize
getirecek bir mikrop. Zina, uyuşturucu, tefecilik, ihtikâr gibi bir şey...
Millet düşmanları, şer şebekeleri bu hastalıkları ihtimamla yaşatıyorlar ve siz
de, cemiyetin sarsılıp dize geleceğini yakînen görüyor ve biliyorsunuz. O
zaman, fert olarak elle müdahale söz konusu olamayacağından, sorumluluk şuuruna
sahip bir şahsın üzerine düşen vazife, bunları diliyle defetmektir, yani
mev'ize-i hasene ile tefeciliğin içtimâî hayatı kemiren bir mikrop olduğunu,
zinanın bir kanser, bir kangren olduğunu anlatma ve onlardan fertleri
tiksindirme, nefret ettirme, ürkütme ve vazgeçirmektir. Tabiî tatlılıkla,
kavl-i leyyinle, Kur'ân'ın ruhuna uygun tebliğ metoduyla....
Evet,
Müslümanlığın hâkim olduğu bir dönemde, idareciler bu durumlarda müdahale eder,
asker ve emniyet devreye girer ve o münkerin içtimaî hayatımızda gelişmesine
meydan vermeyebilirlerdi. Bütün bunlar, elle müdahale ve elle menetmenin
şekilleridir. Günümüzde münkerâta bu seviyede müdahale edilemediği gibi, iyi ve
güzel de gerektiği ölçüde teşvik görmemektedir. Bugün, çarşıda içki içen
birisine elle müdahale edip "Yapma!" deseler, o da mukabelede
bulunacak ve sana bir tokat aşkedecektir. Demek ki, elle müdahalenin bir
dönemi, bir devresi var.
Bir de
bu işin, dille yapılması şekli var. Sen elinle müdahale edemiyorsun. Devlet de
bu işi, bir mükellefiyet ve vazife olarak üzerine almamış.. yani, devlet
"emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münker" yapmıyor, Allah'ın emrini
emretmiyor, Allah'ın yasak ettiği şeylerin de önüne geçmiyor, üstelik içtimaî
hayatı kemiren hastalıkların hepsine bir bakıma vize veriyorsa.. meselâ, bir
kanun ve bir sistem altında zina icra ediliyor, içki içiliyor, hatta tefecilik
yapılıyor.. ve sen de, bu münkerât yapılırken, elinle müdahale edemiyorsan, o
zaman sana düşen vazife, bunları dilinle defetmektir.
Çok
şükür, Türkiye'de bu mevzuda bir sıkıntı yok denebilir. Bugün bunları
rahatlıkla konuşup anlatabiliyoruz. Fakat bunların dahi anlatılmadığı dönemler
ve memleketler olabilir. Bu, İslâm âleminde de, onun dışında da olabilir. O
zaman yapılacak şey, o kötülüğü irtikâp eden kimselerle, irşad ve tebliğ gibi
hususların dışında münasebet kurmama ve vazife olarak da en azından kalbde
onlara karşı bir burukluğun hissedilmesidir. Bu da yapılması gerekli olan
şeylerin en aşağı derecesidir. Aksine, münkeratı irtikâp eden bir insanın
yanında bulunulur ve –Allah muhafaza buyursun!– onun seyyiatı hoş görülürse, bu
bir sukût sayılır. Meselâ, birisi zinadan kendini alamıyor ve o bu menhiyatı
irtikâp edip dururken onun yaptıkları hoş görülüyorsa, bu bir sukûttur ve bu
durum azab-ı ilâhînin umumî olarak gelmesine de vesile olabilir.
Burada,
bir hususa daha dikkatinizi istirham edeceğim. Bir cemiyet büyük günah
işleyebilir, o cemiyette büyük ahlâksızlıklar irtikâp edilebilir; ama o cemiyet
içinde o ahlâksızlıkları def ve ref edecek, faal, cevval, dinamik bir kolektif
şuur var ise bir paratoner sayılan bu düşünce ve aksiyon sayesinde, gelen
musibetler savulmuş ve dolayısıyla da, o cemiyet kurtulmuş olur. Topyekün bir
cemiyette fenalıklara karşı dinamik böyle bir kolektif şuur yoksa ve
ahlâksızlığın önünü alma mevzuunda, yangına karşı itfaiyeci gibi savaşacak
tulumbacılar bulunmuyorsa, belâ ve musibetler herhangi bir yere takılmadan
gelebilirler.
Onun
içindir ki, bir mü'min, münkerâtın açıktan açığa işlendiği bir topluluk içinde,
bu işi yapanlarla, şahıslardan ötürü münasebet kurup anlaşamaz. Vâkıa, mü'min
olarak, herkesle belli seviyede münasebet kurabilir.. hatta ahlâksızlık yapan
kişi ile de, İslâm'ın güzelliklerini kendisine intikal ettirme niyetiyle
alâkalanıp, onu, içinde bulunduğu çirkeften kurtarmaya çalışabilir, ama bunlar
sırf Allah için olmalıdır. İşte böyle bir niyete bağlı kalarak, bizim o kötü
kimse ile temasımız dahi ibadet olur.
Binaenaleyh,
imanın en zayıfı, menhiyatı irtikâp eden insanlara karşı kalben buğz duymaktır.
Evet, Allah'ı sevmeyenlere, Allah'ın kâinattaki nizamını tahkir edenlere karşı
buğz edeceğiz; fakat bu buğz, İslâm adına karşı tarafa sunulacak teklif ve
mesajların hüsnükabul görmesi esasına göre ayarlanmalıdır. Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar ki: "Ben farzları yapmakla
emrolunduğum gibi insanları idare etmekle de emrolundum." Yani, Allah bana
farzları emrettiği gibi, insanları idare etmek, evirip çevirip siyaset-i meşrûa
ve idare-i meşrûa içinde, biçimine koymakla da emrolundum.
Evet,
huşûnetle değil, işmi'zâzla değil, tatlılık göstererek ona bir şeyler
verilmelidir. İçi nur dolu enjektörü, onun vücuduna zerk edebilmek için, iyilik
yaparak, kendisini salmasını temin ederek ona yaklaşılmalıdır ki, teklif ve
düşüncelerimiz reaksiyon görmesin. Onun için Cenâb-ı Hak, Hz. Musa ve Hz.
Harun'a (aleyhisselâm): "Firavun'a tatlı, içini okşayıcı sözleri gidin
söyleyin!" (Tâhâ sûresi, 20/44) diye ferman ediyordu. Firavunla münasebet
kuracak ve yüzünü ekşitmeden hakkı ve hakikati ona anlatacaksın.. anlatacaksın
ki, anlatmanın bir mânâsı olsun ve bu uğurda gösterilen gayretler de boşa
gitmesin...
Hâsılı,
görüştüklerinle Allah için görüşecek, Allah için konuşacak; Allah'ı ve O'nun
emirlerini anlatma yolunda her şeye katlanacak, her şeyi göğüsleyeceksin; ama
yine sırf O'nun için yerinde buğzetmesini de bileceksin...
DUA ÜZERİNE BİRKAÇ
SÖZ VE DÜŞMAN ŞAMATASI
Allah Resûlü (sav) bir duasında
'şemâteti'l-a'dâ' diyerek, şemateden Allah'a sığınıyor. Buradaki şemate, bizim
Türkçedeki kullandığımız 'şamata' mıdır? Bu duayı nasıl anlamalıyız?
Soruya
cevap teşkil edecek hususa intikal etmeden önce, umumî mânâda dua ile ilgili
bir-iki noktayı belirtmek istiyorum. Öncelikle; bir şeyin yapılmaması, başa
gelmemesi ve olmaması için yapılacak dualar, Cenâb-ı Hak'tan o işin sebeplerini
yaratmamasını istemektir. Bu durumda şayet Allah duanızı kabul buyurursa,
kaderde yazılı olsa bile, atâsı ile onu kaza etmez. Nitekim mev'ize ve menkıbe
kitaplarına bu gözle bakıldığında bunu te'yid edecek birçok hadise ile
karşılaşılır. Hatta 'levh-i mahv ve ispat'a vukufumuz olsa veya biraz öteleri
müşahede edebilsek, yerinden ayrılmış bize doğru gelen belaları görebiliriz. Bu
itibarla da bazen Cenâb-ı Hakk'a sığınmakla onların durdurulması söz konusu
olabilir.
Saniyen;
insanın çaresi olan şeylerde çare araması, kendi iradesini güçlendirmesi ve
kuvve-i maneviyesini takviye etmesi ancak dua ile olur. Şimdi eğer bir insanın
iradesi yaptığı dua ile güç ve kuvvet kazanıyorsa, bundan o insanın vücudundaki
hücreler de, moleküller de nasibini alır. Zaten bana göre eğer insanın beden
planında bazı şeyleri aşması ve onları yenmesi sözkonusu ise, onların önce
ruhta yenilmeleri şarttır. Şayet buna yenilenme denecekse, evvela insan
bedeninde tahribe uğrayan hücrelerin rejenere edilmesi gerekir. Bu açıdan
dualar bir yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın 'nâçâr kaldığımız yer'lerde 'nâgah bir perde
açması' ve derdimize derman olması açısından yeri başka hiçbir dinamik ile
doldurulamayacak öneme haizdirler. Bunun yanı sıra maddî bir kısım tedbirlere
başvurmanın gerektiği de malum-u âlemdir.
Bu iki
hususu tesbit ettikten sonra, şimdi soruya geçelim: Efendimiz (sav) o duada
peşi peşine dört şeyden Allah'a sığınıyor. 'Sû-i kaza' yani Cenâb-ı Hakk'ın
hakkımızda takdir buyuracağı acı kazadan, 'cehd-i bela' yani bela cenderesine,
bela ağına duçar olmaktan, 'derk-i şaka' yani şekavetin gelip çatmasından ve
son olarak da 'şemâteti'l-a'dâ' yani düşman şamatasından. Biz şamata
kelimesini, bağırıp-çağırma, etrafı velveleye verme, gürültü etme mânâsına
kullanırız. Fakat Araplar onu, eksik-gedik gibi görülen şeyler veya falsolar
karşısında düşmanın sevinç izhar etmesi, hoplayıp-zıplaması,
haykırıp-höykürmesi mânâsında kullanırlar. Bu itibarla da biz bu sözcükle eksik
ve gediğimizi düşmanların sevinç vesilesi yapmamaları için Cenâb-ı Hakk'a
sığınırız. Lâzım-ı mânâ ile konuya yaklaşacak olursak, davranışlarımızda falso
ve fiyaskolar içine girerek, hasımlarımızı sevindirmekten O'na sığınırız.
Buna
göre biz, davranışlarımızı İslâm'ın emir buyurduğu esaslar çerçevesinde
ayarlarsak ve tabii ki liyakatımız da varsa, Rabbim rahmetinin enginliği ile
muamele eder ve düşmanlarımıza böyle bir fırsatı vermez. O halde bu dua en
yakınımızdan, en uzağımıza varıncaya kadar bizi çepeçevre kuşatan ve bize karşı
düşmanlıklara kilitlenmiş insanların böylesi şamatalarına imkan ve fırsat vermemeyi
Allah'tan isteme demektir.
Bunu
nasıl gerçekleştireceğiz? Başta iradî hatalar yapmamak suretiyle. Bu sayede ne
biz fiyasko yaşar ve günaha gireriz, ne başkaları bizim yüzümüzden zarar görür,
ne de uzakta bulunan dost ve taraftarlar su-i zan ederek günah işlemiş olurlar.
Üstad Hazretleri bu konuda çok hassastır. O, Safvet Efendi ile birlikte kayıkla
Haliç'ten geçerken, başını kaldırıp kadınlara bakmaz. Safvet Efendi sebebini
sorunca, Üstad 'hocalığın izzetini koruyorum' diye cevap verir. Çünkü bir insan
kendisine ait olmayan bir şeye bakmaz. Hele hele Üstad gibi birinin kendisine
gönül bağlamış, itimad etmiş, hoca diye kabullenmiş insanların hüsn-ü zanlarını
yıkmaya hakkı yoktur. Zira aksi bir durum, kendi cephesinde sarsıntı meydana
getirirken, hasmane tavırlar içinde bulunanları da sevindirir ve güldürür.
Netice
itibarıyla; dua öncesi maddî planda kevnî şartlar içerisinde üzerimize düşen
her şeyi yapmalıyız. Ardından da dua dua Rabbimize yalvarmalıyız.. ve
unutmamalıyız ki duanın kabul yönü çok önemlidir. Zira o, halis bir ubudiyet
ifade eder. Hele bazı dualar vardır ki, esbabın sükut ettiği yerlerde sadece o
geçerlidir. Yunus b. Metta'nın 'Lâ ilâhe illâ ente. Sübhâneke innî küntü
mine'z-zâlimîn' duası gibi...
BÜYÜ VE BÜYÜDEN
KURTULMA YOLLARI
Büyü nedir? Büyünün İslâm inancı içindeki yeri
nedir? Kendisine büyü yapıldığına inanan bir insanın neler yapması gerekir?
Ehl-i
Sünnet inancına göre sihir (büyü) haktır. Buhari, Müslim gibi sahih hadis
kitaplarında, Efendimiz'e (sav) büyü yapılmak istendiği anlatılır. Hatta
büyücüler bir keresinde muvaffak da olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın bir hikmete binaen
izin verdiği bu hadisenin, Efendimiz'in üzerinde az tesiri görülmüş ve sonra
yine Allah'ın izniyle hemen çözülmüştür. Meseleye bu zaviyeden yaklaşacak
olursak, büyü hadisesinin var olduğu ortaya çıkar.
Bakara
sûresinde de Hârut ve Mârut adlı iki varlığın çeşitli şartlar öne sürerek sihir
öğrettikleri zikredilmektedir.
Bugün
artık modern dünyada, fizik âlemine müessir olabilecek pek çok şeyden
bahsediyorlar. Parapsikoloji, fizikî âleme tesir eden metafizik şeyleri konu
edinen bir ilim dalıdır ve dünyada genel bir teveccühe mazhardır. Tenasüb-ü
illiyet prensibine göre, yani sebeplerle doğru orantılı izah edilemeyen şeyler
hep bu çizgide mütalâa edilmektedir.
Medyumların
son zamanlarda, sık sık çıkıp kamuoyuna anlattıkları -metafizik dünyanın
elemanları olan- cinler, fizik âleminde çeşitli olaylarda kullanılıyor
olabilir. İnsanın kendi ruhî gücünü rantabl kullanma yolları tam
bilinemediğinden dolayı, bunu bilip kullananlarınki de büyü diye algılanabilir.
Netice itibarıyla, neye hamledilirse edilsin, yada nasıl izah edilirse edilsin,
büyü metafizik bir gerçektir.
Fakat
son günlerde, bir kısım hissî, mantıkî, iradî boşluklardan kaynaklanan çok
basit hadiselere bile büyü adı verilmektedir. Karı-koca geçimsizliğinden
iktidarsızlığa, bir futbol takımının üst üste mağlubiyet almasından evli çiftin
çocuğu olmamasına varıncaya kadar hemen her şeye büyü denmektedir. Halbuki
vermiş olduğumuz bu örneklerin ilkinde iradî boşluklar, diğerlerinde de fizikî
rahatsızlıklar bahis mevzuu olabilir. Bunlar da ancak yetkili otoritelere
müracaatla çözümlenebilir. Mesela, karı-koca, kendi aralarında geçimsizliğe
esas teşkil eden şeyleri karşılıklı oturup konuşsa, gerektiğinde araya hakemler
girse veya çocuklarının olmamasında tıbbî olarak kusurun kimde olduğu tespit
edilip tedavi olunsa, bu problemler ortadan kalkabilir. Ne var ki, günümüzde
bazı kişiler bu yollara başvurmuyor ve 'bu büyüdür' diyerek büyücü hocalara (!)
gidiyor.
Birincisi
böylesi problemler karşısında 'bu büyüdür' demek, insanın peşinen mağlubiyeti
kabullenmesi anlamına gelmektedir. Bu insan artık, kat'iyen kendi ruh gücünü
kullanamaz. Zira kuvve-i maneviyesi kırılmış ve ye's (ümitsizlik) bataklığı
içine düşmüştür. Halbuki burada esas yapılacak şey, insanın Allah ile irtibata
yönelmesidir.. yönelmesi ve kendi ruhuna gerçek gücünü kazandırabilecek, onunla
bedenine hakim olacak seviyeye gelmesidir.
Büyü
haktır, doğrudur, gerçektir ama her şeyi de büyüden bilme doğru değildir. Bu
düşüncenin şirke kapı açma ihtimali bile söz konusudur. Yukarıda sözü edilen
arızaların arkasında gerçekten büyü olsa bile, yapılacak şey, büyücü
hocalara(!) gitmek değildir. Efendimiz (sav) kendisine yapılan büyü karşısında
-ki Sahabe'nin beyanına göre, bazı emareleriyle hissediliyordu- Muavvizeteyn
dediğimiz Felak ve Nas surelerini okuyarak Allah'a sığınmıştı. Onları her okuyuşunda
sanki bir düğüm çözülüyordu ve Allah Resûlü (sav) rahatlıyordu. Öyleyse biz de
bu türlü durumlar karşısında 'Muavvizeteyn'in yanı sıra Fatiha suresini,
Âyete'l-Kürsî'yi ve Efendimiz'den (sav) rivayet edilen duaları okuyup Allah'a
sığınmakla yetinmeliyiz.
Yalnız
burada dua okuma kadar önemli olan bir husus var ki o da, büyüye maruz kalan
şahsın, bunu Allah'ın izale edeceğine inanmasıdır. Şayet onda bu inanç zayıfsa,
yani Allah'ın kendisine şifa ihsan edeceğine dair şüphesi varsa, bütün bu
okumaların, yalvarmaların, duaların faydası olmayabilir. Biz Allah'ın her şeye
gücü yettiğine inanmıyor muyuz? O halde bu belayı Rabbim savamayacak da büyücü
hocalar ve medyumlar mı savacak? Bir zamanlar Rabbime olan imanım ve itminanım
neticesi demiştim ki, 'bir büyü ki -haşa ve kella, yüzbin defa haşa ve kella-
Allah yok edemiyor da, büyücü hocalar yok ediyor, öyle 100 tane, 1000 tane
büyüyü bana yapabilirsiniz.' Allah'ın def edemeyeceği hiçbir şey yoktur. Yeter
ki O dilesin. Ve yeter ki kul, ibadet ü taatı ve O'na olan halis kulluğu ile
meşiet-i İlahîyi kendi lehine çevirebilsin.
Ayrıca
kapı kapı, şehir şehir büyücü peşinde koşmak, bu işin tacirliğini yapan
hocaların (!) eline düşmek, en azından büyü yapılması kadar zararlıdır. Zira
insan, şifa adına kuvve-i maneviyesini kaybedince, artık bir daha kendini
toparlaması mümkün değildir.
Öte
yandan, gecesi gündüzünden, gündüzü gecesinden aydınlık, ağzı dualı kimselere
dua ettirme de bu hususta şifa adına başvurulması gereken yollardan biri
sayılabilir. Köyde, kentte, halk içinde Hakk'ın temsilciliğini yapan böylesi
hak erlerine müracaat edilebilir ve onların duaları talep edilebilir.
İRADE İNSANI OLMADA
AŞILMASI GEREKENLER
Peygamberimizi
ümmeti hakkında endişeye sevk eden "şişmanlık, çok uyku, tembellik ve
yakîn azlığı"ndan kastedilen nedir ve bunlar arasında bir gerektirmeden
bahsedilebilir mi? Allah Resûlü (sav) bir hadis-i şeriflerinde "Ümmetim
hakkında en çok korktuğum şeyler:
Karın
büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, tembellik ve yakîn (iman) azlığıdır"
buyurmaktadır. Hadiste belirtilen ve Nebiler Serveri'ni korkutan hususlar
üzerinde önce kısa kısa durup, sonra bunlar arasındaki irtibata geçelim.
Göbek
bağlamak; hadisteki ifadesiyle "kiberu'l-batn" kendini gaflete salıp
çok yiyen, yeme ve içmeyi gaye-i hayat edinen ve tabir caizse yemek için
yaşayan ve tabii bunun neticesi olarak da olabildiğine şişman olan insan
demektir ki bu Allah Rasulü'nün dünya ve ukbâ hayatları adına endişe duyduğu
insanların birinci özelliğidir.
Çok
uyumak; aslında bu tabir izafîdir. Bugün bir insanın günde ne kadar uykuya
ihtiyacı var diye hekimlere sorduğunuzda genellikle 5 saat cevabını alırsınız.
Ve hekimler bunun ötesinde bir uykunun insan vücuduna zarar verebileceği
üzerinde ısrarla dururlar. Kaldı ki bu meseleye hekimlerin yanı sıra İmam
Gazalî'den Bediüzzaman Hazretleri'ne varıncaya kadar birçok ehl-i tahkik parmak
basmış ve Allah ile irtibat adına çok uykunun sebebiyet verdiği tehlikeler üzerinde
durmuştur. Aynı düşünceden hareketle medrese ve tekkelerde uyku meselesi
disipline edilmeye çalışılmış ve uykunun oralarda 3 saate kadar indirildiği
olmuştur. Nitekim fakir de bir dönemde bu hususta özen göstermiş ve uykumu 2
saate indirmiştim. Öyle ki bazen 2 saatten fazla uyursam akşama kadar esneyip
duruyordum.
Bu
açıdan "çok uyku" izafî bir kavramdır. Bazısına 8 saat uyku az,
bazısına 3 saat çok gelebilir. Ama ne olursa olsun tıp ilminin verilerine göre
günde 5 saat uykunun insan vücuduna yettiği gerçeğinden hareket ederek günlük
uykumuzu azamî olarak 5 saate düşürmeli, ondan sonra bunu tedricen daha
aşağılara çekmeye gayret göstermeliyiz.
Yalnız
bu arada şu hususa dikkatlerinizi çekeyim; yeme ve içmesini disipline edemeyen,
önüne her geleni abur-cubur yiyen bir insanın uykusunu azaltması mümkün
değildir. Buna hadiste ifade edilen hususların birbiriyle irtibatını ele
alırken tekrar döneceğiz.
Tembellik
Allah
Resûlü'nün dualarında Allah'a sığınmış olduğu hususlardan biridir tembellik.
İslâm'ın temel felsefesi, varlık âleminin her bir parçasında canlılığın ve
hareketin olmasıdır. Bu felsefeye zıt olan hemen her hususa İslâm müdahale
etmiştir. Mesela; âtıl olarak bırakılan ve üzerine hiçbir şey ekilip biçilmeyen
toprağa, ihyâ etmek şartıyla el koyma hakkı vermiştir. Ticarî hayata sirküle
edilmeyip, bir kenarda âtıl bırakılan paranın sahibine ciddi tehditte bulunmuş
ve sair hikmetlerinin yanı sıra bu atâleti önleyebilecek bir tedbir olarak o
parayı da zekâtı verilmesi gerekli olan mallar arasına almıştır. Tembellik
adına cansız eşyaya karşı tavrı bu olan İslâm dininin tembel tembel bir kenarda
oturup, âdetâ asalak hayatı yaşayan insana karşı da tavrı herhalde bundan
farklı olmayacak, aksine daha sert olacaktır. Nitekim Allah Rasulü'nün yukarıda
ifade ettiğimiz duası veya üzerinde durmaya çalıştığımız hadiste onu, ümmeti
hakkında korktuğu şeyler arasında sayması bu tavrın bir-iki göstergesinden
ibarettir.
Yakîn
Azlığı
Yakîn'in
ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn gibi mertebeleri vardır. Buna göre bir
insan inandığı hakikatleri ilme dayandırarak yorumlayamıyorsa onun hiç yakîni
yok demektir. Yani insan Allah'a, peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın
sair unsurlarına olan imanını ilimle besleyememiş, onu kainattan alınıp süzülen
afâkî delillere dayayamamış veya enfüsî delillerle irtibatlandıramamış ise, bu
insanın hiç ama hiç yakîni yoktur. Dikkatinizi çekerim, yakîn azlığı değil,
yakîni yok! Çünkü yakînin başlangıcı ilimdir. İnsan için ondan daha aşağı bir
mertebe bahis mevzuu değildir. Zira bunun aşağısı behâimin içinde yaşadığı bir
hayattır.
Yakîn
mertebelerinin başlangıcı ilimdir dedik. Mesela; şu karşımızda âdetâ meşher
gibi serilen kâinat kitabını bir seyyah, bediî zevki olan bir sanatkâr veya
ekoloji ilmine vâkıf, onun derinliklerine dalmış bir ilim adamı gibi tetkik
etme ve bundan sonra Allah'ın kelâm sıfatından gelen Kur'ân'ı okuyarak Kur'ân
ile kâinat arasında köprüler kurup Cenâb-ı Hakk'ı kabullenme, O'na aksine
ihtimal vermeyecek ölçüde inanma yakînin ilk mertebesidir ki buna ilme'l-yakîn
denilebilir. Şayet insanın ister Allah hakkında, isterse Hz. Muhammed (sav)
hakkındaki ilmi, örneğini verdiğimiz bu seviyenin altına düşerse buna hayvanlık
denir. Yanlış anlaşılmasın; o kadarcık imanı olan bir insan hayvan değildir.
Zira onun da aşağısında iman ile hiç ilgisi olmayan ve Kurân'ın "Onlar
hayvan, hayır hayvandan da aşağı" dediği kâfirler vardır. Fakat bu durum
hayvan sıfatlarından biridir. Onun için fıtratın sınırları içinde yürüyen
insanoğlu iradesinin hakkını vermek zorundadır. Böylece kendisi için Allah'ın
tayin buyurduğu yolda yürürken, Akif'in şairane konuştuğu bir yerde dediği gibi
"hürr-ü mutlak" veya daha doğru bir tabirle "hürr-ü
mukayyed" haliyle insanlığı iradesiyle yakalayıp, insan için mukadder olan
insanî duygu ve düşünceleri elde etmeli ve o makama yükselmelidir.
Hemen
belirtelim ki ilme'l-yakînin de kendi içinde mertebeleri vardır. Mesela; bir
insan ağaçların yapraklarına bakar, onlardaki canlılığı, insana anlatmak
istediği mânâyı özümsemeye çalışır, onların ifraz ettikleri karbondioksite
bakar, gece-gündüz değişimlerine dikkat eder, bitkilerle insanlar arasındaki
uyuma göz gezdirir, ihtimal hesaplarını nazara alarak bu hadiselerin rastlantı
olabilme durumlarını araştırır, sonra güneşten gelen değişik dalga boyundaki
ışınların ağaçlar üzerindeki tesirlerini inceler, o ışınların meyvelerin
meydana gelmesindeki katkısını ele alır... İşte insan bu ve buna benzer
incelemeler sonucu almış olduğu özlerle marifet peteğini örmeye çalışır. Üstad
Hazretleri'nin yaklaşımıyla dışarıdan aldığı bu doneleri içeride bulunan
"musaddık-tasdik edici" ile birlikte değerlendirmeye tâbi tutarak bir
neticeye ulaşır.
Evet,
bunca gayret sonucu ulaşılan seviye ilme'l-yakîn'in avamcasıdır. Bunun
havassına gelince; buna ulaşmak yukarıda ağaç-yaprak diyerek âdetâ bir çoban
anlayışıyla yaklaşıp misalini vermeye çalıştığımız şeyleri bir laborant, bir
ilim adamı hassasiyeti içinde ele almakla mümkün olur. O zaman ulaşılan netice
riyazî kat'iyet içinde ayrı bir hüviyet kazanır. Dolayısıyla bu insanın imanı "iki
kere iki dört eder" kat'iyetini çok aşar ki bu aynı zamanda
ayne'l-yakîn'in başlangıcı sayılır.
Burada
istidradî olarak bir hususa temas edeyim; Risale-i Nur iman adına ele almış
olduğu meselelere bu zaviyeden yaklaşmıştır. Dâvâ-yı nübüvveti temsil etmesi
cihetiyle de mebde ile müntehayı bünyesinde cem' etmiştir. Yani onun satırları
arasında çobanlara anlatılan şeyler olduğu gibi, gözlerini her açıp
kapayışlarında -haşa!- Allah'a mekân tahsisinin dışında "Rabbim
şuradasın" diyecek ve kendisini O'nun kucağına atacak kadar ilerlemiş
seviye insanlarının da alacakları marifet dersleri vardır. Bu sebeple Risale-i
Nur'dan herkes kendi seviyesine göre istifade eder. Kimisi onun sayfaları
arasında yüzer-gezer, kimisi de satır aralarından Allah'ın marifetine giden bin-bir
yol bulur ve oralarda seyahat eder. Fakat şunu da ifade edelim, marifetullahın
asgarî seviyesine ulaşmış bir insan azamî zühd, azamî takva, azamî ihlas ve
azamî velayeti hedef edinerek yoluna devam ettiği müddetçe gerçek marifetin
sağnak sağnak yağmur damlaları halinde yağması gibi bir lütufa mazhar olabilir.
Tabiî iç âlemleri marifetin sağnak yağmurlarına mazhar olanların imanları da,
eşyayı duyuşları da elbette farklı olacaktır.
Ayne'l-yakîn
ise; eşyanın çehresinde Allah'ın tecelli edişinin görüldüğü bir mertebedir.
Yani insanın "Vallahi ben şu ağaçta Allah'ı görüyorum" dediği
mertebe. Yalnız bu, şahsın hususî mütalâasına, sezmesine, hissetmesine bağlıdır
ve bu yönüyle objektif değil, bütünüyle sübjektiftir. Bu mertebede insan,
çiçeklerin açmasında, ağaçların semalara doğru ser çekmesinde, kuşların
cıvıldamasında, suların şırıl şırıl akmasında... hâsılı her şeyde kemmiyetten,
keyfiyetten, araz olmaktan münezzeh Cenâb-ı Hakk'ın arkasında, tıpkı Mecnun'un
Leyla arkasında koşturduğu gibi devamlı koşturur durur ve sürekli O'nu arar. Şu
iz, şu hülya, şu silûet galiba evet galiba O der. Üstad Hazretleri'nin dediği
gibi "şiddet-i zuhurundan gizli" yani zıddı, niddi bulunmadığından
dolayı gözlerin idrak edemediği ama her şeyden daha âyân olan Allah'ı görme
çabasının sergilendiği bir mertebedir bu. Burada insan "buraya kadar mülk,
bundan öte melekût" veya "buraya kadar illet, bundan öte ma'lul"
gibi net değerlendirmelerde bulunamaz.. bulunamaz zira her varlığın arkasında
vicdanıyla Rabbini müşahede edecek kadar his dünyası inkişaf etmiştir.Tasavvufî
ifadesiyle "seyr ilallah"a ulaşmıştır. Bu makamda her şeyi ayrı bir
zevk, ayrı bir neşe halinde duyuyor ve yaşıyordur. Veya bir hayret makamı olan,
elinde kâsesi etraf-ı âlemde baygın baygın, sarhoş sarhoş dolaştığı "seyr
fillah"da bulunuyordur. Veya İmam Rabbanî'nin vesilesiyle literatürümüze
giren ve ancak velâyet-i kübraya mazhar olanlara nasib olan "seyr
billah"da yürüyordur. Yani halk içinde Hakk'la beraberdir. İrşad ve tebliğ
vazifesiyle vazifelidir. İşte bunlar ilme'l-yakîni bütün mertebeleriyle
yaşamaktan öte, bizim ancak sözünü ettiğimiz ayne'l-yakîni yaşarlar.
Ve
hakka'l-yakîn; o bütün bütün Allah'ta fani olma, O'nun bekâsıyla bekâ'ya erme
demektir. Tasavvufî ifadesiyle Fenafillah-bekabillah makamıdır bu. Üstad'ın
yaklaşımları içinde "heme ezost." Yani eşyanın ancak O'nun varlığıyla
kâim olduğu hakikatinin bütün mertebeleriyle sezildiği makam.
Aslında
bütün bu mertebeler birbirine kuvvet ve destek veren ve iç içe yaşanan
mertebelerdir. Bana göre insanın, mutlaka bu mertebelerden hiç olmazsa birinde
hissesi olması lazımdır. Aksi halde insan hadisin ifadesiyle Allah Resûlü'nün
"ümmetim hakkında en çok korktuğum" dediği tehlikeli bir daire içine
girmiş demektir.
Hadiste
ifade buyurulan hususların birbiriyle olan irtibatına gelince; bir insanın
hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa, onda yakîn'in olması mümkün değildir.
Yakîn, hayretin dehşeti içinde yaşayan ve yemesini-içmesini ancak ayakta kalabilecek
kadarla sınırlayan kimseler için söz konusudur. İhtimal Nebiler Serveri bu
noktayı dikkat nazarlarımıza sunmak için "Ademoğlu karnından daha kötü bir
kap doldurmamıştır. Oysa ki Ademoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma
yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini
yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın" buyurmuştur. O
halde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline
eden, edebilen bir irade insanı olmalıdır. Yani mide insanı olmamalıdır. Aksi
halde abur-cubur kendini yemeğe salıveren birinin, az uyuması da, tembellikten
kurtulması da, yakîne ulaşması da mümkün değildir.
Meseleye
bir başka açıdan yaklaşacak olursak, bir insan çok yiyorsa onun şişmanlaması,
tabir yerindeyse "kilo insanı" olması gayet normaldir. Böylelerinin
kendini uykudan alıkoyması, tembellikten kurtarması imkânsızdır. Dolayısıyla
çok yiyen bir insan kendini uykuya salar, uyku onun şişmanlamasını sağlar ve
böylece fasit bir daire teşekkül eder. İşte bu tip insanların yukarıda ifade
etmeye çalıştığımız gibi yakînden nasiplerinin olması söz konusu değildir. Veya
başka bir ifadeyle çok yiyen, çok uyuyan insanların tembel tembel oturmaları ve
âdetâ bir ceset insanı olmaları gayet normaldir.
Bu
hadis-i şerifte bahis konusu olmasa da Allah Resûlü'nün başka hadislerinde
çokça ifade buyurduğu ve tasavvuf büyüklerinin "kıllet-i menam, kıllet-i
taam, kıllet-i kelam, uzlet ani'l-enam" diyerek formüle ettikleri hususlar
içinde az konuşma ile ilgili birkaç şeyi buna ilave etmek istiyorum.
Bir
yerde, mü'min kendi konumu içinde ele alınıp tarifi yapılırken "Sükûtu
tefekkür, konuşması da hikmettir" denilen insandır. Dolayısıyla onun
konuşması Rabb'in rızasına matuf bir şekilde Kur'ân veya sünnetin şerhidir. Bu
sebeple hakiki mü'min İslâm'ın ruhuyla telifi imkansız olan hoş vakit geçirelim
düşüncesiyle hiçbir yerde oturmaz, boş konuşmaz, ahbaplık yapmaz; daha doğrusu
yapamaz. O, konuşurken gözleri eşyanın perde arkasına kapalı olanların
gözlerini açmak için konuşur. Etrafındakileri insanlığın zirve noktalarına
çıkartmak için onlarla beraber olur. Aksi halde hem israf-ı kelâm hem de
israf-ı zaman yapıyordur ki dinde bunun hükmü haramdır.
Fakat
günümüzde bazı insanlara hak ve hakikati anlatabilmek için önce onlarla diyalog
yollarının araştırılması, anlatılacak hususların hüsn-ü kabul görmesi için
samimiyetin ilerletilmesi, arada emniyet ve güvenin sağlanması, tarafların
birbirlerini daha iyi tanımasının şart olması gibi düşüncelerle fuzûlî gibi
gözüken oturup-kalkmalar, sohbetler hatta yeme ve içmeler olabilir. Siz daha
önce böyle bir zemini hazırlamadan onlarla tanışır tanışmaz kalkıp
marifetullah'tan bahsederseniz onları kaçırırsınız. Hadis ölçüsünde bir sözde
"İnsanlarla akılları, idrakleri, mantıkları, muhakemeleri ölçüsünde
konuşun" denir. Onun için Allah'ı tanıtma gibi ulvî bir gayeye matuf yeme
ve içmeler, oturup-kalkmalar mazur görülse de, bu gayenin gözetilmediği
biraraya gelmelerin, konuşmaların, yemelerin en azından haram şüphesi taşıdığı
muhakkaktır.
Netice
itibarıyla, mü'min Peygamberinin endişe ederim dediği şişmanlık, çok uyku,
tembellik ve yakîn azlığından ve bunlara sebebiyet verebilecek her şeyden
yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçmak zorundadır. O, İbrahim Hakkı Hazretleri'nin
"Az
ye, az uyu, hayrete var, fâni ol An'dan,
Bul bekâ, ol An'a mihman gecelerde"
dediği
gibi, az yemeli, az uyumalı, hayretin dehşeti içinde yaşamalı ve sonra Rabbinin
misafiri olup O'nun enfâs-ı kudsiyesini daima içinde hissetmelidir. Ve
gecelerde Râbiatü'l-Adeviyye'nin herkes yatağına çekildikten sonra, kalkıp
dediği gibi "Dostlar dostuna kavuştu, işte ben de Sana geliyorum"
deyip Allah'a vuslat arzusu içinde coşmalı, aralanan perdelerden maiyet-i
İlâhiyeye ulaşmaya çalışmalı, O'nun kapısının tokmağına dokunmalı.. dokunmalı
ki yakîn kendisine nasip olsun.
Hâsılı;
bu hadisin unsurları arasında öyle bir telazum ve irtibat var ki onları
birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Ayrıca bu hadisin tıp dünyasını
alâkadar eden ve mutlaka tıbbî açıdan incelenmesi gereken yönleri de var. Onu da
bu sahanın müstesna simalarına havale ediyoruz.
MUS'AB BİN UMEYR
Mus'ab b. Umeyr'i Mus'ab b. Umeyr yapan özellikler
nelerdir?
Mus'ab
b. Umeyr ashab-ı kiramın en büyüğü değildi. Ancak hayat-ı seniyyeleri
itibarıyla en büyük sahabilere denk bir misyon eda ettiğinde de şüphe yok. Bu
konuda, öncelikle bir kere daha şu tespiti hatırlamada yarar var: Allah belirli
dönemler itibarıyla, İslâm'a öyle insanlar lütfetmiştir ki, bunların çoğunun
eşi menendi yoktur. Eğer onlar, bugün veya bir başka dönemde yaşasaydılar, eda
ettikleri misyonları aynı enginlikle eda edemezlerdi. İşte Mus'ab b. Umeyr, bu
ölçü içinde tarihî misyonu olan, Hz. Hamza, Hz. Abdullah b. Cahş… gibilerinden
hiç de geri olmayan çok büyük bir sahabiydi..
Evet o,
Hz. Hamza, Abdullah b. Cahş gibi sahabilerin yanında, âbideleşen, kahramanlık
misali olan insan-üstü insanlardandı. Sadece onlar mı? Elbette hayır. O,
kıyamete kadar arkasından gelecek olan dava erlerinin âbideleşeceği temelleri
de belirlemiş ve bu yönüyle de duygu, düşünce ve sinelerimizde sonsuzluğa ermiş
babayiğitlerdendir. Onun için böylelerini değerlendirirken, onların tarihî
misyonlarını hiç ama hiç unutmamak lâzım.
Mus'ab
b. Umeyr, gözlerinin içine günah girmemiş, cahiliye çarpıklıklarını tanımamış
birisidir. Yani haramın Mekke sokaklarında ve Harem'in etrafında, metafın
içinde kol gezdiği bir dönemde bile o, hiç harama bulaşmadan, İnsanlığın
İftihar Tablosu'nun "cazibe-i kudsiyesi"ne kapılmış ve bir pervane
gibi o ateşin etrafında dönmeye başlamıştı. Bununla beraber onu bekleyen birçok
meşakkat, sıkıntı, ızdırap ve çile vardı.
Evet o,
bir taraftan Mekke'nin en çileli, sıkıntılı dönemlerini yaşarken, öte taraftan
annesinin tehditlerine hiç mi hiç kulak asmıyor ve hep Hz. Muhammed'e
(sallallâhu aleyhi ve sellem) yakınlığını korumaya çalışıyordu. İşte bu
yakınlık onu "ahlâk-ı âliye" ile ahlâklanmaya yükseltti ve zirve
insan yaptı. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onu her şey
olabilecek bir balmumu seviyesinde iken ele almış, kendi kalıbına koyarak
istediği gibi şekillendirmişti.
Mus'ab
b. Umeyr, "Medenîlere galebe ikna iledir…" düsturunu kullanarak
Kur'ân'ın elmas düsturunu anlatma işinin tam eriydi. Evet, hikmet ve kuvvet
muvazenesinin bulunmadığı, kaba kuvvetin hükümferma olduğu, ifade hürriyetinin
yok sayıldığı bir yerde, teknik davranarak, tebliğ ve irşad işini tam anlamıyla
yerine getirebilecek bir er. Tabir caizse o, âdeta bu işe göre programlanmıştı.
Birdenbire tansiyonu yükselen, hissiyatına mağlup düşen, bağırıp çağırmaya
başlayan, iş sarpa sarınca "Ben artık yokum!" diyerek çekip giden
asabî bir tip değildi. Tam aksine, yüzüne tükürük atıldığı yerde bile tavrını
değiştirmeden en öfkeli insanların tansiyonlarını aşağı çekmesini bilen, sağlam
iradeli biriydi. Yani tam bir denge, düşünce ve irade insanıydı.
Bir
dönemde Mekke'de ailesinin güzide bir çocuğu olarak depdebe içinde yaşama
imkânına rağmen, o bunların hepsini bir çırpıda terk etmiş ve Nebiler
Serveri'nin çileli yolunu hem de iradî olarak seçmişti. Demek ki onun en önemli
vasfı, böyle bir iradeye sahip oluşuydu. Ağzına içki koymayan, kadınlara karşı
zaaf göstermeyen, annesinin tüm menfi tavırlarına rağmen onu kırmadan, rencide
etmeden idare etmesini bilen ve hep Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile
münasebetini kavi, sıcak ve canlı tutan biri.
Görüldüğü
gibi bunların hepsi irade isteyen davranışlar olmasına karşılık, o bunları
başarmıştı. İşte Kâinatın Fahri (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlara
yükleyeceği misyonları itibarıyla çok iyi seçme ve değerlendirmesi yönüyle –ki
Allah Resûlü'nün bu özelliği bize "Muhammedün Resûlullah" dedirtir–
tebliğ ve irşad vazifesiyle başkasını değil, onu seçip Medine'ye göndermişti.
Hz. Ebû Bekir'e, Hz. Ömer'e, Hz. Ali'ye rağmen Mus'ab b. Umeyr.. ve o,
Medine'de hiç mi hiç panik yaşamadan, sergilediği ciddî tavırla gönüllere
itminan salmış, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Muaz, Sa'd b. Ubade gibi devâsâ
kametlerin İslâm'la şereflenmelerine vesile olmuştu.
Evet, o,
eşyanın perde arkasına gözlerini açmış, ölümü gülerek karşılamaya hazır tam bir
dava eriydi. Zaten hayatını da hep bu çizgide sürdürdü, bu çizgide noktaladı. O
Uhud'da şehit olunca bedenini örtecek kefen bulunamamıştı.. bulunamamıştı da
avret mahalli, üzerindeki peştemalle örtülmüş, sair yerlerine "izhır
otu" kapatılarak gömülmüştü.
İşte bu
ruh hâleti içinde yaşayan Mus'ab b. Umeyr, Allah Resûlü'nün önünde savaşırken
bir kolu koparılınca, öbür kolunu, o da budanınca hiç diriğ etmeden kinle,
nefretle kalkan kılıçlara boynunu uzatmıştı. Görüldüğü gibi o hep irade yörüngeli,
meşîet-i ilâhiyeye râm olan bir hayat yaşamıştı. "Allah bana bu iradeyi
verdiyse, ben de hayatım boyunca onun kavgasını vermeliyim." şuuru içinde
dolu dolu yaşanan bir hayat.
Hâsılı,
Mus'ab, çetin olma, zor olma ve aşılamayan tepe mânâsına gelen ismiyle, önüne
çıkan her engeli Allah'ın inayetiyle aşmış ve rahmet-i Rahmân'a kavuşmuş,
çoklarının her zaman hayal hanesini dolduran şehadet ile hayatını noktalamıştı.
CEVŞEN
Cevşen hakkında Müslümanlar arasında farklı görüşler
var. Bazıları onu baş tacı yaparken, bazıları da ona karşı olabildiğine
ilgisiz, hatta ondan habersiz. Bu sebeple, bizleri Cevşen hakkında aydınlatır
mısınız?
Cevşen
ile ilgili pek çok düşünce ve görüş ortaya atılmıştır. Daha çok Şiî
kaynaklardan gelmiş olması, Ehl-i Sünnet'in Cevşen'e karşı soğuk davranmasına
sebep olmuştur. Ancak bizim Cevşen ile ilgili mülâhazamız biraz hususiyet arz
etmektedir. Onun için de başkalarına ait görüşlerin naklinden daha çok, biz
burada kendi mülâhazalarımızı aktarmak istiyoruz:
1.
Cevşen hâlisâne yapılmış bir duadır. Onun hangi cümle ve kelimesi ele alınırsa alınsın,
damla damla ihlâs ve samimiyet yüklü dua takattur eder. Durum böyle olunca, Cevşen
kime izafe edilirse edilsin, özdeki bu hususiyete tesir etmemeli. Burada,
"Bir sözün Efendimiz'e izafesiyle bir başkasına izafesi arasında fark
yoktur." demek istemiyoruz elbette. Demek istediğimiz şudur: Cevşen'in
asgarî vasfı onun bir dua olmasıdır. Başka hiçbir özelliği bulunmasa, sadece
onun bu özelliği bile, Cevşen'e bir değer ve kıymet atfetmek için yeterli bir
sebeptir. Hâlbuki onun daha nice özellikleri vardır ki, diğer maddelerde
bazılarına işaret edilecektir. Öyleyse, sadece senedine ait şaibeden dolayı
Cevşen'i tenkit pek haklı bir davranış olmasa gerek.
2.
Efendimiz'e ait sözlerin bütün beşer sözlerine bir rüçhaniyet ve üstünlüğü
vardır. O'na ait
beyan ve sözleri seçip tanımada maharet kazanmışlara gizli kalmayacak bir
gerçektir ki, Cevşen baştan sona peygamberane ifadelerle bezeli bir edaya
sahiptir. Bu sebeple de duada O'na ait malzemeleri kullanmak hem önemli hem de
kabule daha yakındır. Fakat yine de bu bir tercih meselesidir. Yoksa insan
namazın dışındaki duaları hangi dille yaparsa yapsın bu durum duanın aslına
tesir etmez; zira Cenâb-ı Hak bütün dilleri bilir ve duaya icabette sadece
duanın samimî ve gönülden olmasını esas alır. Zaten dillerin ve renklerin ayrı
ayrı oluşu O'nun kudretine işaret eden âyetlerden değil mi?
3.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Sünnî kaynaklar Cevşen'e yer vermezler. Sadece Hâkim'in Müstedrek'inde Cevşen'den
birkaç fıkrayı görebiliriz. Onun dışındaki eserlerde ben şimdiye kadar,
Cevşen'e ait ibare ve ifadelerin birkaçının bile nakledildiğini görmedim. Ancak
bu, tamamen senede ait bir hususiyete dayanılarak alınmış müşterek tavrın
tezahüründen başka bir şey değildir ve Cevşen'in değerine menfi yönde etki
edecek bir ağırlığı da yoktur. Nitekim Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği pek
çok hadis var ki, aynı hadisler çok küçük farklarla, hatta bazen aynı şekliyle
Küleynî'nin el-Kâfî'sinde yer almaktadır. Ne var ki Ehl-i Sünnet âlimleri
Küleynî'den tek bir nakilde dahi bulunmamışlardır. Hâlbuki onda yer alan
hadisler, Buhârî ve Müslim'de de yer aldıklarına göre hem senet hem de lafız
itibarıyla cerhi söz konusu olmayan hadislerdir. Ancak, el-Kâfî'de yer alan
hadisleri daha çok Şiî imamlar nakletmişler ve bu sebeple de Sünnîlerce, o
hadisler daha işin başında endişeyle karşılanmışlardır.
Cevşen
için de aynı durum söz konusu olmuştur. Eğer Cevşen Şiî imamlar yoluyla
nakledilmemiş olsaydı, öyle zannediyorum ki, bütün Sünnîlerce kabul görecek ve
baş tacı edilecekti. Fakat Cevşen, senet yönüyle bir tali'sizliğe uğradığı
için, bunca insan sırf bu yüzden onun nurlu, feyizli ve bereketli ikliminden
mahrum kalmıştır. Şu anda böyle bir tali'sizliği önleyecek güçte de değiliz.
Asırların birikimiyle vücud bulmuş böyle bir kanaati bertaraf etmek imkânsız
olmasa bile çok zordur.
4.
Bazen hadis kriterleri ölçü olmayabilir. Ehlullahın Efendimiz'den keşfen hadis alması hiç de
az vâki olmuş hâdiselerden değildir. İmam Rabbanî mealen der ki: "Ben,
İbn Mesud'dan, Muavvizeteyn'in Kur'ân'dan olmadığına dair rivayetini görünce,
bu sûreleri farz namazlarımda da okumamaya başladım. Ne zaman ki, Efendimiz'den
onların Kur'ân'dan olduğuna dair ihtar aldım, ancak o zaman bu sûreleri farz
namazlarımda da okumaya başladım."
Bazılarının
bizim Kunut duası olarak okuduklarımızı, Kur'ân'dan kabul etmesi de, yukarıda
işaret etmek istediğimiz hususa ayrı bir delil kabul edilebilir. Ve yine İmam
Rabbanî'den bir misal.. diyor ki: "Ben bazı hususlarda İmam Şafiî'yi
taklit ediyordum. Ancak bana İmam Ebû Hanife'nin peygamberlik mesleğini temsil
ettiği ihsas edildi. Ben de Ebû Hanife'ye iktida ettim..."
Bu durum
da elbet belli kriter ve ölçü gerektirir. Yoksa önüne gelen herkes keşfen bir
şeyler aldığını söyler ve ortalık bir sürü uydurma keşiflerle dolar. Ama bazı
büyük zatları bu kategoriye dahil etmek çok büyük yanılgı olur. Onlar
"Keşfen aldık!" dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de
kat'iyen doğrudur. Ne var ki, bunları belli hadis kriterleri içinde tahlil
etmek imkânsızdır. Onun için de hadisçiler bu türlü ifadelere iltifat
etmemişlerdir. Ama onların iltifat etmemesi bu ifadelerin doğru olmadığı
mânâsına da gelmez.
Bütün bu
söylediklerimiz Cevşen için de aynen geçerlidir. Onun için biz kesinlikle
diyoruz ki, Cevşen mânâsı itibarıyla Efendimiz'e ilham veya vahiy yoluyla
gelmiştir. Daha sonra da ehlullahtan birisi bu Cevşen'i keşif yoluyla Efendimiz'den
almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.
Bu
hususlara şunu da ilave etmek faydalı olur kanaatindeyim. İmam Gazzâlî gibi bir
allâme, Gümüşhanevî gibi bir büyük veli ve Bediüzzaman gibi bir sahibkırân,
Cevşen'i kabullenip onu vird edinmişlerdir. Hatta İmam Gazzâlî ona bir şerh
yazmıştır. Cevşen'in me'hazindeki kuvvet ve kudsiyete ait başka hiçbir delil ve
burhan olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve
yüzbinlerce insanın Cevşen'e gönülden bağlanıp değer atfetmeleri, Cevşen
hakkında en azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir.
Sadece senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşen'e dil uzatmak en ılımlı
ifadeyle bir haksızlıktır.
TABİİ ÂFETLER BİZE
NE SÖYLER?
Son
zamanlarda Türkiye ve bazı ülkelerin başlarına gelen tabiî afetlerin diliyle
anlatılmak istenen nedir? Ne gibi dersler almalıyız?
Allah
insanı kâinatla, kâinatı da insanla alâkalı olarak yaratmıştır. Fakat O,
icraatını hep sebepler perdesi arkasında gerçekleştirmektedir. Tıpkı insanın
davranışlarında olduğu gibi. Üstad bu hakikate şu veciz ifadesiyle işaret
buyururlar:
İzzet ve
azamet ister ki, esbap, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve
celâl ister ki, esbab, ellerini çeksinler te'sir-i hakikîden..' Demek ki
kainatta cereyan eden hemen her şey bir sebeple meydana gelmektedir. Evet
insanı sürekli sebepler yönlendirir.. yönlendirir ama, perde gerisinde her şeyi
kudretiyle yaratan, hikmetiyle evirip-çeviren Allah (cc) vardır.
Bu kısa
girişten sonra, soruda kasdedilen hususa geçelim: Bunun bir gerçek olduğu
hepimizin malûmudur. Hem de yalnız Türkiye'de değil, dünyanın dört bir
bucağında; meselâ, Meksika'da, Bangladeş'te, Filipinler'de, Japonya'da deprem,
sel, kasırga, fırtına gibi tabiî afetler, devam edip gidiyor. Bunların bazıları
için ilim adamları çeşitli sebeplerden bahsediyor. Meselâ son depremler hakkında
fay kayması ya da Fransa'nın nükleer denemeleri sonucu meydana gelmiştir
diyebiliyorlar. Başta da söylediğim gibi bunlar doğru olabilir. Beşerin kendi
eliyle tabiatı tahrip edip, ekolojik dengeyi bozması sonucu da olmuş olabilir.
Ancak bunlar birer sebeptir. Cenâb-ı Hakk isterse bu sebeplere te'sir gücü
vermeyebilir. Yani Richter ölçeğine göre dokuz şiddetinde uzun bir müddet
deprem olur da can ve mal zayiatı olmayabilir. Allah'ın her şeye gücü yeter.
Nitekim bir hadis-i şerifte Nebiler Serveri (sav) 'İnsanlar Allah'a tam kul
olduklarında, Allah geceleri yağmur yağdırır, gündüzleri de güneş doğar'
buyurur. Yani bir taraftan yağmurla gelecek olan bereket, yümün, öte taraftan
onun insanı rahatsız ve günlük hayatını alt-üst eden birtakım olumsuz yönlerinden
insanlar etkilenmez. Demek ki, yağmurun hayat veren yanları, Allah'a hakiki kul
olanlara ulaşıyor ve şer gibi gözüken yanlarını da O duyurmuyor. Hadiste
belirtilen bu hakikat niçin depremde veya sair tabiî afetlerde olmasın ki!
Olmaması için hiç bir sebep yok. Yeter ki biz O'na hakiki kul olabilelim.
Öte
yandan; Allah bir âyet-i kerimede şöyle ferman buyuruyor: 'Allah bir beldeyi, o
belde ahalisi ıslahçı oldukları müddetçe helâk edecek değildir' (Hud, 11/117).
Madem Cenâb-ı Hak böyle vaad ediyor, öyleyse biz kendimize düşeni yapalım,
gerisine karışmayalım. Şimdi acaba bizler, Kurân'ın istediği performansı
gösterebiliyor muyuz? Yani gerçek anlamda belaların def'i için şemsiye vazifesi
görebiliyor muyuz?
Kur'ân
bu vazifeleri yapan insanları 'muslihûn' sözcüğü ile anlatır. 'Muslihûn' isim
cümlesidir. İsim cümlesi Arapça'da devam ve sebat ifade eder. Öyleyse
'muslihûn' aralıksız; yani yatarken-kalkarken, yerken-içerken, 'ifsad içinde
boğulan şu insanlığın hali ne olacak?' diye düşünen, insanlığın insanlık
zirvelerine çıkmasını planlayan, bu hususta projeler üreten, onları tatbikata
koyan ve âdeta bunun haricinde hiçbir derdi, dâvâsı olmayan insanlar demektir.
İşte böylesi insanlar olduğu müddetçe, Allah o ülkeyi helâk etmeyecektir. O
halde bu âyetten aldığımız güçle, çok rahatlıkla şöyle diyebiliriz: 'Kur'ân'ı
dert edinmiş, insanlığın salâhını düşünen, bunu hayatının gayesi bilip,
kadın-erkek bu uğurda mücadele eden bir zümre varsa, Allah o ülkeye semavî ve
arzî belalar vermeyecektir.'
Bediüzzaman
Hazretleri'nin İzmir ve Erzincan depremleriyle alâkalı olarak şöyle dediği
anlatılır; 'Ya oralarda hiç hizmet eden yoktu veya onlar yenik durumda idiler
ki, bu bela başlarına geldi.' Demek ki üç-beş insanın düşüncesi, çabası
belaların def'i için yeterli olmayabiliyor.
Ayrı bir
husus; böyle afetlere maruz kalmış insanlar, Allah'a tazarru edecekleri yerde,
dönüp kaymakama, valiye, hükümete, devlete hakaret eder ve: 'Devlet bu belayı
hazırladı, altyapı hazır değildi, inşaat ruhsatı verilmemeliydi vs.' diyorlar.
Halbuki İslâm inancına göre maziye ve musibetlere kader açısından bakılır.
Artık bu safhada bize Allah'a tevekkül etmek düşer. Yoksa böyle bir bakış
açısı, musibeti Üstad'ın ifadesiyle ikileştirir.
Kaldı ki
bu millet vefalıdır. Tekrar oraları ihya edebilir. Yardım kampanyaları açar,
yardım elini uzatır. O, bugüne kadar bu yolla nice yerleri ihya etmiştir. İşte
Erzincan! Bu açıdan, olumsuz düşünme, olumsuz davranma musibeti ikileştirir.
Hem mal, hem can gider, hem de şuna-buna atf-ı cürümde bulunulursa din-iman
gider. Kelimenin tam anlamıyla 'hasire'd-dünya ve'l-âhire' dünyada da ahirette
de kaybeden insanlar arasında yerini alır...
Hâsılı,
Allah tarafından gelen bela ve musibetlerin bizim düşüncelerimiz ve
davranışlarımızla çok ilgisi vardır. O halde sadece ülkemizde değil, bütün
dünyada sarsıntıların, sellerin, fırtınaların durmasını istiyorsak, topyekün
yeryüzünü ihya, imar ve ıslah gayreti göstermeli, gösterip Kur'ân'ı temsil
etmeliyiz ki, bu belalara karşı şemsiye vazifesi görebilelim.
Son
olarak, babamdan dinlediğim, mevsuk kitaplarda ise görmediğim bir hususu arzetmek
istiyorum: Allah bir beldenin altını-üstüne getirmeyi kader planında yazmış;
derken kaza vakti gelmiş. Tam o esnada bir çocuk, annesi hamur yoğururken bir
ihtiyacından dolayı çığlık çığlığa bağırmaya, ağlamaya başlamış. Annesi
ellerini temizleyip onun yanına gidinceye kadar biraz vakit geçmiş. Bu arada
anne çocuğuna karşı şöyle sesleniyormuş: 'A be evladım, ne öyle çılgınca
bağırıyorsun? Allah bile bir ülkeyi helâk ederken bu kadar acele etmez.' İşte
bu söz üzerine, Cenâb-ı Hak atâsı ile kaderi bozmuş ve o ülkeyi helâk etmemiş.
Görüldüğü gibi Allah'a bir yöneliş, bir teveccüh, bir güzel hal ve tavır,
böylesi ilâhî atâların meydana gelmesine vesile olabiliyor. Ancak insanlar,
O'na karşı firavunlardan daha mütemerrid davranıyorlarsa... Evet bu şart cümlesinin
cevabı yok.
Ya Rabb!
Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Merhametini üzerimizden eksik etme.
Hususiyle merhametini, bizleri mükemmel insanlığa yönlendirmesi şeklinde
tecelli ettir. Âmîn!
ÇOCUK EBEVEYN
MÜNASEBETİ
Çocukların
ana-baba için bir imtihan vesilesi olduğu öteden bu yana söylenen bir şeydir.
Bununla kastedilen nedir?
Dünya hayatı,
acı-tatlı birçok yönüyle, bizim ebedî âleme geçişimizi sağlayan bir hayattır.
Aynı zamanda bu hayat, birçok fitne ve imtihanlarla doludur. İmtihan
unsurlarından birisi olan çocukların ise, hayatımızda ayrı bir yeri vardır.
İnsan için tamamen farklı bir nimet ve aynı zamanda tamamen farklı bir
imtihandır çocuklar.
Anne
için imtihan, haml döneminin ilk günlerinden itibaren başlar. Hemen her anne,
kendi ruh dünyasında çocuğun aldığı havada bile kendi hissesinin olduğu
kanaatini taşır. Çünkü yediği bir lokma, içtiği bir yudum su karnında bölünür
ve ikisinin de gıdası olur. Sonraki dönemlerde onu, bazen sırtında bazen
kucağında yine anne taşır. Uykularını böler onun için. Her an, çocuk
merdivenden düşer, balkondan kayar, elektrik duyuna bir şey sokar, sıcak suyu
başına döker veya sobaya tutunur yanar diye binbir türlü hafakan ve endişe
içinde yaşar.
Çocuk,
Allah'ın insana vermiş olduğu bir emanettir ve vakti geldiğinde de geri
alacaktır. Şayet ona iyi bakılır, terbiyesi iyi yapılır ve başkalarına faydalı
olacak bir insan olarak yetiştirilirse; imtihan kazanılmış demektir. Fakat
insan, sadece nefsaniyeti adına, kendisinden bir parça mülâhazasıyla ona bakar
ve bundan zevk duyar; Allah'a olması gereken sevgiyi tamamen çocuğa sevkederse;
bir kalpte iki sultan olmaz' düsturunca, imtihanı kaybetmiş demektir.
Bir
âyet-i kerimede dünya malı da çocuklarla birlikte imtihan vesilesi olarak
zikredilmiştir. 'Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihan), Allah,
onlarla sizi imtihan etmektedir. Allah ise, işte büyük ödül O'nun yanındadır
(kim Allah sevgisini mal ve evlat sevgisinden üstün tutarsa o, Allah'ın
yanındaki mükâfata erişir' (Teğabun/15). Bu âyetin ifade ettiği hakikate göre
her şeyde Allah'ın rızasını aramak ve O'na yönelmek; diğer şeyleri de tâlî
olarak kabul etmek çok önemlidir. Zaten hayatını bu çizgide sürdürenler,
imtihanı kazanırken diğerleri kaybetmektedirler. Yalnız bu, dünyayı ve evlad ü
ıyali tamamen terketme demek değildir. Bilakis bütün bunların sahibi adına,
onlara tam anlamıyla sahip çıkma demektir. Bu açıdan insan, kendisini bir
emanetçi gibi görmelidir. Allah'ın kendisine emanet olarak verdiği diğer
nimetlerle birlikte evlad ü ıyale de sahip çıkmalı ve kendisine verilen bu
emanete hıyanet etmemelidir.
İslâm
dini, çocuklar hakkında anne-babaya güzel bir isim koyma, iyi bir eğitim verme
ve vakti geldiğinde onu evlendirme gibi üç önemli vazife yükler. Bu vazifelerin
çok iyi idrak edilmesi gerekir. Çünkü bu vazifeler, bütün bir hayatı kuşatır.
Onun için hekimlerin beşikteki çocuğa gıda takvimi uyguladıkları gibi, ana-baba
da çocuklarının yaş ve idrak seviyelerine göre hayat boyu eğitimlerine dikkat
etmelidirler. Hele onu evlendirirken İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sav)
beyanıyla servete, güzelliğe ve soya takılıp kalmamalı ve dinî hayatı, tercihte
birinci unsur kabul etmelidirler.
Çocuğu
terbiye mevzuunda da onunla aradaki mesafeyi koruma önemli esaslardan
birisidir. Bir taraftan vakar ve ciddiyet muhafaza edilirken; diğer taraftan
onun dertlerini ve sevincini paylaşma çok önemlidir. Ana-baba olarak vakar ve
ciddiyet korunmadan, onunla sadece çocuksu şeyler paylaşılır, oyun oynanır,
güreş tutulursa; mesafe korunamayacak ve sair hususlarda çocuğa müessir
olunamayacaktır. Böyle bir atmosferde yetişen çocuk, şımarıp çeşitli davranış
bozuklukları gösterebilir ve hatta küstahlaşabilir. Bu açıdan gerek kendi
çocuklarımız olsun, gerekse terbiye edilmek üzere bize teslim edilmiş çocuklar
olsun, onların sağlıklı bir terbiyeden geçmelerini istiyorsak; onlarla aramızdaki
bu mesafe daima korunmalıdır.
Ayrıca
çocuk, daima kendisine ideal bir model edinme ihtiyacını hisseder. İşte
ana-baba çocuğun model olarak seçtiği insanlardır. Zaten ileri yaşlarda kendi
ailesinde aradığı ideal modeli bulamayan çocuk, dışa yönelir ki bu da ruh
dünyasında çatışmalara sebep olur. Aradığı ideal modeli ailesinde bulan çocuk
ise mutlu ve huzurlu bir hayat yaşar. Bu faslı bir âyet meali ile bitirelim:
'Ey inananlar! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır.
Onlardan sakının. Ama affeder, hoşgörür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da
⁄afûr ve Rahîm'dir (O da sizi bağışlar)'. (Teğabun/14) Demek ki mal ve evlad
bir yönüyle potansiyel düşman, diğer yönüyle dosttur. Bunlar Allah yolunda
değerlendirilebilirse, insan onlar vasıtasıyla hem dünyasını hem de âhiretini
mamur edebilir.
ÇOK ULUSLU
ŞİRKETLER ÇAĞINDA TİCARİ ORTAKLIKLAR
Türkiye'de kurulmuş bulunan ticarî
ortaklıkların, yabancılar seviyesinde başarılı olamamalarının sebebi nedir? Bu
konuda başarılı olmak için neler yapılabilir?
Dünya,
ticarî, siyasî, kültürel vb. alanlarda, süratle işlerin büyük ölçekli olmanın
geçerli olduğu bir döneme doğru kaymaktadır. Böyle bir dönemin arefesinde,
gelecekte ticarî ve iktisadî hayatta bir 'natürel seleksiyon' yaşanacağını,
küçüklerin dökülüp biteceğini, büyük ölçekli olanların hayatlarını devam
ettireceğini; dolayısıyla da himmetlerin biraraya getirilerek büyük iş
merkezlerinin tesis edilmesinin gerektiğini defaatle dile getirdiğimi
hatırlıyorum. Ne var ki, bugüne kadar istenildiği ve arzu edildiği seviyede
bunun gerçekleştiğini de söyleyemeyeceğim.
Evet,
günümüzde ticarî hayatla iştigal eden her müteşebbisin, küçük küçük,
köşebaşlarında yer alan bakkal dükkanlarıyla, yarınlara yürünemeyeceğini
bilmesi gerekir. Öyle ise, güvenilir ve piyasayı bilen, kabiliyetli, kapasiteli
insanların önderliğinde büyük ortaklıkların te'sis edilmesi mutlaka gereklidir.
Gümrük
Birliği'ne girme, Orta Asya ülkelerine açılma.. gibi yeni gelişmelerle
Türkiye'nin ufku açılmakta ve ticarî hayatta yeni bir dönem başlamaktadır. Bu
gelişmelerin ülke ve insanımız adına geniş imkânlar sağlayacağı kanaatindeyim.
Bütün bu
fırsatların yerinde ve zamanında değerlendirilmesi için de, büyük sermaye
ortaklıklarının kurulması, yerinde bazı banka veya finans kurumlarının
garantörlüğünde dış dünyaya açılmanın vakti gelip-geçtiği düşüncesindeyim.
İkinci
olarak; yapılacak işler, mutlaka uzman bir kadro ile yürütülmelidir. Sermaye
ortakları bu işin ehli değillerse, iş behemehal ehline tevdi edilmelidir.
Bazı
müteşebbislerin her ne kadar daha önceden küçük çapta ticarî tecrübeleri olsa
da, idareye müdahalesi önlenmeli ve iş, tamamen salâhiyetli bir kadro
tarafından yönetilmelidir. Yoksa, 'iştirakim kadar, müdahâlem olmalıdır'
düşüncesiyle hareket edilirse, neticenin fiyasko olacağı kaçınılmazdır.
Üçüncü
önemli bir husus da; bana göre bir ortaklık esnasında, şahsın bütün mal
varlığını ortaya koymamasıdır. Evet Shakespeare'in ifadesiyle 'ya olma, ya da
olmama' deyip, balıklamasına işin içine girilmemesi gerekir. Herkes kendi
malından, maişetine esas teşkil edecek bir miktarını geride bırakmalı ve geri
kalanını sermaye olarak vermelidir. Bunun, o teşebbüsün geleceği adına birtakım
yararları olacaktır. Çünkü böylesi büyük yatırımlar, hele bir de dışa açılma
sözkonusu ise, belki 5-10 sene gibi uzun bir dönem kâr etmeyecek, etse bile
sermayedârlara dağıtılamayacaktır. Bu kadar zaman içinde belli bir gelir olmadan
geçinilemeyeceğine göre, bir kısım sıkıntılara maruz kalınacak ve bir beklenti
içine girilecektir. Öyle ise, yapılan ortaklık, âdeta bir ek iş konumunda
olmalıdır.
Diğer
taraftan başta ne karar alınmışsa, mutlak o uygulanmalı ve vaz'edilen kurallara
sadık kalınmalıdır. Mesela, işe başlarken 'şirketimiz rekabete hâvi hale
gelinceye kadar, kâr dağıtılmayacak' denmişse, müessese bulunduğu yer
itibarıyla rekabete hazır hale gelinceye, pazar ve piyasalarda yer tutuncaya
kadar kâr dağıtılmamalıdır. O iş, nasıl bir seyr gerektiriyorsa, her şey o usûl
içinde takip edilmeli; icabında belli bir sisteme oturması için 20-25 sene
beklenilmelidir. Mü'min, hırsla zenginleşme ve birden çok kazanma anlayışından
uzak durmalıdır. Aksine böyle bir düşünceden mutlaka zarar görebileceği akıldan
uzak tutulmamalıdır.
Dördüncü
bir husus ise; dünyevî işler, sırf dünyevî avantajlar nazar-ı itibara alınarak
tesis edilmelidir. Ticaret hayatı, ibadet kuralları içinde ele alınmamalıdır.
Ticaret etrafında vaz' edilen kuralların birçoğu ne Kur'ân, ne de Efendimiz
(sas) tarafından söylenmiştir. Onlar, genel itibarıyla fukahanın koymuş olduğu
kurallardır. Bu, kat'iyen ticaretle iştigal ederken, İslâm'ın yasak ettiği
şeyler içine girilebilir mânâsında anlaşılmamalıdır. Eğer birileri şu ya da bu
yolla zengin olmuşlarsa, o yollar alınıp kullanılmalı; ancak, bunların Kitap ve
Sünnet'in ruhuna aykırı olmamasına dikkat edilmelidir.
Bu
kapsamda dışarıdan bazı firmaların bayilikleri alınabilir. Buna tevessül
ederken de, satılacak malda toplumların yapı farklılıkları gözardı
edilmemelidir.
Ayrıca
Japonya, Amerika.. gibi ülkelerde insanların ürettiği malların, devlet
kanalıyla dış piyasaya sürülmesi nedeniyle, pazar problemi yoktur. Tabiî ki, bu
onlar için, emin bir şekilde kepçeyle kazandıklarını kaşıkla yeme demektir.
Dolayısıyla bu husus, ticarette bir aşk u şevk olup, onda devamlılığı
sağlayacaktır. Bizim insanlarımız ise, hem üreticilik, hem de ürettiği malın
pazarlamacılığını yapmaktadır ki, bu da yukarıda arzettiğim şeyin tam tersidir
ve kaşıkla kazanılan şeyin kepçeyle tüketilmesi demektir.
Servet,
günümüzde Kurân'ın ifadesiyle 'yalnız zenginler arasında dolaşan bir güç'
(Haşr/7) olmakta ve hayır-hasenat adına da bundan bir kuruş harcanmamaktadır.
Her ülkenin belli bir kapasite ve servet limiti vardır. Onu birileri, sadece
kendi ellerinde tutmakta ve çeşitli engellemelerle başkalarının ondan istifade
etmelerine imkân tanımamaktadırlar. Belli güçler tarafından oluşturulan bu
zincirin de, yine teşkil ettirilecek bu tür ortaklıklarla kırılabileceği
ümidini taşıyorum.
ELEŞTİRİDE ÜSLUB
Günümüzde idarî, siyasî ve politik meselelere
yaklaşılırken daha ziyade tenkit ve eleştiri yegâne kriter olarak ele alınıyor.
Böyle bir yaklaşım doğru mudur?
اَلتَّخْريِبُ
اَسْهَلُ sözü
Araplar arasında deyim hâline gelmiş bir sözdür. Mânâ olarak kısaca,
"Tahrip kolaydır" diyebiliriz. Evet, tahrip, tenkit ve yıkma çok
kolaydır. Ne var ki, aynı ölçüler içinde "yapma"ya gelince, o kolay
değil aksine çok zordur. Onun için "yıkma" adına ortaya çıkanlar
öncelikle "yapma"nın yollarını araştırmalı, tesbit etmeli sonra
"yıkma"ya başlamalıdırlar. Aksi hâlde meydana gelecek boşluklar
kat'iyen doldurulamaz.
Evet,
bazı meseleler vardır ki, alternatiflerini ortaya koymadan onların tahribe,
tenkide ve yıkılmaya tahammülleri yoktur. Zannediyorum peygamberlerin ve
hususiyle İnsanlığın İftihar Tablosu'nun en önemli vazifelerinden biri de, işte
bu hususla alâkalı dengeyi gerçekleştirmektir. Evet O, toplum içinde yer etmiş
bütün yanlışlıkları ortaya koyuyor ve milletin gözünün içine baka baka, mertçe,
ikna edici bir üslûpla "Bu yanlıştır!" diye haykırıyordu ama,
ardından alternatif doğrular vaz'ederek, kaos içine düşülmesine ve boşlukta
yaşanmasına meydan vermiyordu. Yani her şeyi dengeliyor, müsbet ve menfî
yönleri ile ele alıyor, fikrî ve hissî boşluklara meydan vermiyordu. Bu
davranış tarzının bize anlattığı çok şey var: Bir kere sağlam bir zemine,
sağlam bir blokaja oturmayan "yapma" plan ve projeleri olmadan, ulu
orta "yıkma" ve "tahrip" teşebbüsleri cinayettir.
Nitekim
bu düşünce hayata geçirilmediğinden dolayı, yapılan hataların büyüklüğü ve çapı
nisbetinde bazen fert, bazen aile, bazen de devlet ciddî boşluklar yaşamış ve
kaosa sürüklenmiştir. Bu meselenin örneklerini devlet ve millet çapında ele
aldığımızda ilk defa Osmanlı aklımıza gelir. Bazen padişahlara tavır alınmış,
alaşağı edilmiş, yerine daha iyisini bulunuz denmiştir ama, bulunamayınca, daha
olumsuz durumlara girilmiş ve eski de eskiler de mumla aranır hâle gelmiştir.
Meselâ,
Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han'ın, hal' edilmesinde öncü rol oynayan,
ardından alkış tutan Talat, Cemal, Enver Paşalar, Rıza Tevfik, Tevfik Fikret,
–bir ölçüde– Mehmet Âkif ve ona "Kızıl Sultan" diyen daha
niceleri, sonradan onun hakkında ne takdirkâr sözler söylemişlerdir ama, iş
işten geçmiştir. Cemal, Talat, Enver Paşalar "Neden neye kaldık ey gazi
hünkâr!" demiş inlemiş; Rıza Tevfik, Yunanlılar, İzmir'i işgal edince,
cami şadırvanında hıçkıra hıçkıra ağlamış ve onun ruhaniyatından istimdat şiiri
yazmıştır.. evet böyle demişler ama, "ba'de harabi'l-Basra". Devlet-i
Âliye yıkılmış, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Mısır, Balkanlar gitmiş ve bu altın
kuşakta huzur yoklara karışmış; ondan sonra akılları başlarına gelmiş. Dünya
şimdilerde bunun bedelini hem de çok pahalı olarak ödemekte. Zira Devlet-i
Âliye, Orta Doğusu, Kafkasları, Balkanları ile bir muvazene unsuruydu. Heyhât,
böyle bir misyonu ancak yıkıldıktan sonra anlayabildik...
Ne
acıdır ki, bu tarihî hatalar şimdilerde de işlenebiliyor. Alternatif doğru plan
ve projeler ikame edilmeden, devlet veya hükümetler tahrip ediliyor. Şöyle ki;
"Şu kararlara iştirak etmiyorum" veya "Dış politika, iç politika
böyle yapılmaz... vs." gibi sadece tenkit ağırlıklı sloganvari sözlerle
muhalefet yapılıyor. Böylelerine, nasıl olması gerektiğini söyleyin, yazın,
çizin dendiğinde de, "O engin bir malumat, çok ciddî bir tecrübe ister, bu
da bizde yok" diyorlar. Rica ederim, devletin veya hükümetlerin yanlışları
olabilir. Ama bu kat'iyen: "Hele önce bir yıkalım, sonra nasıl
yapacağımızı düşünürüz." felsefesi ile yapılmamalı. Böyle bir düşünce,
devleti zaafa uğratır ve içte-dışta itibar kaybına yol açar.. hatta bütün bütün
kredilerini kaybetmesine yol açar. Meselâ, coğrafi konumu sebebiyle, stratejik
bir yere sahip olan ülkemiz, çevremizde yaşanan siyasî çalkantılar içinde şayet
bugün biraz daha güçlü olsaydı, bütün bir Orta Asya'yı arkasına alabilir ve
"ilelmerkez" bir güç ve bir vakumla onları yanına çekebilirdi. Hatta
İslâm ülkelerini etrafında toplayabilirdi.
Zaten
şanlı mazimizde de böyle olmamış mı? Alpaslan, Fatih, Yavuz o güçlü kabulün
verdiği güven ile ortaya çıkmış ve milletin içinde ümit olup çınlanmamış mı? Ve
bu çınlamaya da çokları müspet cevap vermemiş mi?
Evet,
yanlış hesaplar peşinde olanlarla alâkamız yok. Bizler var olduğumuz günden bu
yana bazen ağlayarak, bazen de gülerek ama hep dudağımızda ümitten tebessüm, bu
milletin kaderi etrafında destanlar koşup durduk. Bu ülke ve bu milletin yeni
bir sarsıntı yaşamaması için, kalbimizin korunmasına gösterdiğimiz ihtimamı
gösterdik. Maruz kalınan tehlikeler karşısında her zaman yapmamız gerekenleri
aradık, araştırdık.. ve senelerce köy köy, kasaba kasaba bizi takip eden, her
türlü kötülüğü yapanlara "Herkes karakterine göre amel eder."[1] deyip geçtik. Devlet kademelerini işgal eden zatların
bu davranışları karşısında, devletimize, milletimize küsmedik, darılmadık.
Evet, bu
hususta, denge çok önemlidir. Ve kanaatimizce, bugün bu alanda çok yanlışlıklar
yapılmaktadır. Hâlbuki başta da örnekler vererek arz ettiğimiz gibi, bu türlü
davranışlar öyle komplikasyonlara ve beklenmedik arızalara sebebiyet verir ki,
onlardan bir tekini bile tamire gücümüz yetmeyebilir.
Bu
yaklaşım tarzı, bir kısım radikal görünümlü kimseleri rahatsız edebilir. Ancak
bu konu bana göre oldulça nazik. Aslında ben, hiçbir zaman Müslümanca
düşüncenin rencide olmasını istemem ve hiçbir Müslümanın kırılmasını arzu
etmem. Fakat karşımızda çok farklı İslâmî anlayışlar var.
"Müslümanım" diyor, elinde bomba, belinde silah adam vurmak için
sokakta. Bunu anlamak ve İslâmî düşünce ile telif etmek oldukça zor. Tabiî
herkesi memnun etmek de mümkün değil. O bakımdan şahsen, suiistimale uğrayacak,
yanlış yorumlanacak düşünce ve beyanlardan çok endişe duyuyorum. Buna rağmen
hak ve hakikati anlatmak da vazifemiz.
Hâsılı,
her şey kendi tâbi olduğu kurallar içinde yapılmalı. Yapalım derken de hepten
yıkmamaya âzamî özen gösterilmeli. Maziden, tarihî hâdiselerden ders alınarak,
mantıkî boşluklar içine düşülmemeli; millet ve devlet bir maceraya kurban
edilmemelidir.
[1]
Bkz.: İsrâ suresi, 17/84.
MUHAMMEDÎ(A.S.) RUH
VE MÂNÂ İÇİNDE DİYALOG
Türkiye'de
farklı kesimlerdeki insanlara karşı Müslümanlık adına yapacağımız diyaloglarda
tavrımız nasıl olmalıdır?
Aslında
bu soruya bir tek cümleyle cevap vermem istenseydi kendi esnekliği içinde
Muhammedî ruh ve mânâya sahip olmalıyız' derdim. Yine de öyle demiş olalım;
sonra anlatılan şeyler de onun tafsili sayılsın.
Kur'ân
ve Sünnet'e bu zaviyeden bakınca, konuyla alâkalı birçok âyet ve hadis bulmak
mümkündür. Bir insan kendini az zorlayarak, biraz dikkatlice Kur'ân âyetlerine
göz gezdirse, bu mevzua esas teşkil edebilecek onlarca âyet bulabilir. Şahsen
ben iddiayı sevmem.. yarım-yamalak da bir hafızlığım var.. buna rağmen
müsamaha, af, diyalog ve herkese bağrını açma ile alâkalı onlarca âyeti peşi
peşine okuyabilirim. İşte bu husus İslâm dininin âlemşümul özelliğini yani
evrenselliğini göstermektedir.
Kaldı
ki; 'İslâm' ismi, kökeni itibarıyla silmi, teslimi, emniyeti, güveni ifade
etmiyor mu? Öyle ise bunları tebliğ ve temsil etmeden hakikî Müslüman olmamız
mümkün değildir. Evet İslâm isminin mânâları altında herkesi kucaklama, herkese
ve her şeye sevgi esası ile yaklaşmak vardır. Ama onu bu espri ile ele almaz ve
öylece yaklaşmazsak, o zaman ne İslâm'ı anlamış ne de onun tebliğ ve temsilini
yapabilmiş sayılırız.
Gerçi
Kur'ân-ı Kerim'de başkaldıran insanlara karşı takınılması gereken tavırlar,
had, kısas gibi cezaî müeyyideler vardır. Bu müeyyidelerden hareketle Hz. Ebu
Bekir, Ömer, Osman, Ali Efendilerimiz, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı
dönemlerinde yapılagelen birçok tarihî uygulamadan bahsetmek mümkündür. Fakat
biz o uygulamaları bağlı olduğu tarihî çizgiden kopararak değerlendirmeye
kalkacak olursak yanlış kanaatlere varırız. O halde siyak-sibak münasebeti
içinde o hadiselere bakmak ve her şeyi öylece değerlendirmek şarttır. Evet,
diyebiliriz ki, İslâm'da sulh, sevgi, af, müsamaha esastır; sair şeyler ise
ârızîdir.
Öte
yandan; eskilerin 'evvelen ve bizzat' dediği, mükellefler için evveliyet bahis
mevzuu olan konuları öne çıkarmak lazımdır. Meselâ, Cenâb-ı Hakk, sevgiye önem
vermiş, kendisini seveni sevdiğini bildirmiş, en çok sevdiği insana Allah'ı
seven mânâsına 'Habibullah' ismini vermiştir. Öyleyse bizim de bunu esas
almamız ve ona öncelik hakkı tanımamız gerekir. Münafıklara karşı cihad,
kâfirlere karşı sert davranma.. gibi hükümler yine eskilerin ifadesiyle
'saniyen ve bil'l arez'dir. Kaldı ki onlara sert davranma, mücadele etme ve
gerektiği yerde öldürme çeşitli sebeplere talik edilmiştir. Şayet o sebepler
sözkonusu olmazsa, hükümler de tatbik edilmeyecek demektir. Zahid-i Kevserî'nin
uzun uzadıya anlattığı bir misalle konuyu az açalım; Kur'ân-ı Kerim'de zekâtın
sarf mahalleri anlatılırken, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlar (müellefe-i
kulûb) da zikredilir. Allah Rasulü (sav) hayat-ı seniyyeleri boyunca bu hükmü
hep tatbik etmiştir. Efendimiz (sav) vefat edinceye kadar da bu hükmün neshine
dair herhangi bir belge sözkonusu değildir. Ne var ki, Hz. Ömer, hilafeti
döneminde, te'lîf-i kulûb için yanına gelen insanlara verilen şeyleri
onaylamaz, onaylamak bir yana, ellerindeki fermanı yırtar atar. Ardından da
'eskiden İslâm zayıftı, bugün ise Müslümanlar kuvvetli ve güçlüdür. Böyle bir
şeye ihtiyaç yoktur' der ve onları uzaklaştırır. Şimdi Hz. Ömer'in,
Efendimiz'in uyguladığı bir hükme böyle tavır almasını aklınıza
sığıştıramayabilirsiniz. Fakat İslâmî ilimler açısından meseleye yaklaşacak
olursanız, Hz. Ömer (ra) Kur'ân'daki bu hükmün illetini kavramış ve ona göre
hüküm vermiştir. Kur'ân ise bu yardımı kalplerin te'lîfine bağlamıştır
İşte
Kur'ân-ı Kerim'deki öldürme, sürme, harb etme gibi hükümler böyle çeşitli
sebeplere talik edilmiştir. O sebepler mevcut değilse o zaman yapılacak şey
'va'z u nasihattir', 'emr-i bi'l maruftur', 'kavl-i leyyindir' ve tavr-ı leyyin
ile İslâm'ın güzelliklerini anlatmaktır. Bu sebepleri nazar-ı dikkate almadan,
Kur'ân'ı Zahirîlerin anladığı şekliyle anlayıp, vurma, kırma, dövme diyen
insanlar maalesef ne hükmü, ne hükmün menatını ve ne de İslâm'ı
anlayabilmişlerdir.
Fakat
sebepler tahakkuk ettiğinde, elbette o hükümlerle, hükmün menatı çerçevesi
içinde amel edilecektir. Meselâ siz i'lâ-yı kelimetullah yaparken, sizi
öldürmeye kalkıştılar veya çeşitli vesilelerle vatanınıza saldırdılar. Şimdi
siz onlara harp ilan etmeyecek misiniz? Çanakkale'de yaptıkları gibi 'kimi
hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela' toplanıp üzerinize gelseler, siz bir
köşede sus-pus oturup 'ne iyi ettiniz de geldiniz mi?' diyeceksiniz?.. yoksa,
evet yoksa canınızı dişininize takıp mücadele mi edeceksiniz?
Bakın
içinde bulunduğumuz dünyanın haline!.. Geçenlerde bir gazetenin verdiği bir
habere göre, dünyanın 56 yerinde sıcak harp devam ediyormuş. Şu son çeyrek asır
içinde, dünyaya demokrasi ihraç eden ve hümanizmi bayraklaştıran ABD,
Vietnam'da, Körfez'de hep savaştı. Sudan'ı, Libya'yı terörist ilan etti.
Üstelik bunları hep demokrasi adına yaptığını söyledi. Sadece ABD mi? Elbette
hayır. Ruslardan, Sırplara, Fransızlardan İngilizlere uzanan çizgide halen harpler
devam ediyor. O halde harbe karşı çıkmak beşerî realitelere karşı çıkmak
demektir. Onun içindir ki, demokratik hak ve hürriyetlerimize dokundukları an
elbette kendimizi müdafaa edecek ve gerektiğinde savaşacağız. Fakat başta da
ifade ettiğim gibi bütün bunlar ârızî şeylerdir. İslâm'da esas olan sulhtür,
barıştır, insanlığı sevgi ile kucaklamadır.
Sorunuzla
alâkalı meselenin bir diğer yanı; diyalog içinde bulunduğumuz insanlarla,
'fasl-ı müşterek'leri artırmak ve onlar üzerinde konuşmak gerekir. Hatta konuştuğunuz,
görüştüğünüz bu insanlar, Yahudi ve Hristiyanlar bile olsa, yine bu düşünce ile
hareket edilmeli ve muvakkaten bizi birbirimizden ayıracak hususlar bahis
mevzuu edilmemelidir. Mesela, siz onlarla Allah, ahiret konularında anlaşamadı
iseniz, onlara Efendimiz'i anlatmanın bir mânâsı yoktur. Efendimiz bizim
canımızdır.. O'nsuz bir hayat yerin dibine batsın! Ne var ki, O'nu anlatmada
zamanlamanın çok iyi yapılması lazımdır. Bakın Kur'ân-ı Kerim kitap ehline
çağrıda bulunurken diyor ki: 'Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan kelimeye
gelin.' Nedir o kelime? 'Allah'tan başkasına ibadet yapmayalım' (Al-i
İmran/64). Zira gerçek hürriyet başkalarına kulluk yapmaktan kurtulmakla
gerçekleşir. Allah'a kul olan başkalarına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin bu mevzu
üzerinde birleşelim, bütünleşelim. Ve yine 'Allah'ı bırakıp da bazılarımız
bazılarımızı Rab edinmesin' diyor Kur'ân (Al-i İmran/64). Dikkat edin! Bu
mesajda 'Muhammedün Rasulullah' yok. Ve bir başka âyet; 'İman edenlere söyle;
(ey Habibim) Allah'ın günlerinin gelip çatacağını ümid etmeyenleri
bağışlasınlar' (Câsiye/14). Yani ahirete ve öldükten sonra dirilmeye
inanmayanları bağışlasınlar. Çünkü 'Allah herhangi bir kavme ancak kazanmakta
olduklarıyla mukabele eder' (Câsiye/14). Yani cezalandıracaksa, onları Allah
cezalandırır ve bu mesele bizi alâkadar etmez.
Bu
mevzuda bir diğer misal; Efendimiz (sav) Uhud Savaşı sonunda Mekkeli müşriklere
bedduada bulunmuş, başka bir rivayette de bazen sabah namazında sesli olarak ve
bazı Arap kabilelerinin isimlerini sayarak onları Allah'a havale etmiş.. zayıf
rivayete göre de 'Bi'r-i Maune' hadisesinde ashabını şehid eden kabilelere
30-40 gün süreyle bedduada bulunmuştur. Ardından 'Kullarımın işinden hiçbir şey
sana müessir değildir. Allah ya onların tevbesini kabul eder, yahud onları,
(kendileri zalim kimseler oldukları için) azaplandırır' (Al-i İmran/128) âyeti
nazil olmuştur ki, anlayana göre burada tatlı bir itab da var.. evet rakik
peygamberin rakik kalbini incitmeden yapılan bir serzeniş. Yani 'Sen seni alâkadar
etmeyen mevzulara ne diye giriyorsun. Halbuki bunlar seni ilgilendirmeyen
şeyler.'
Buraya
kadar arzettiğimiz misallerde de görüldüğü gibi, diyalog arayışları içinde en
önemli mesele, fasl-ı müşterekler üzerinde durma ve konuşmadır.
Söz
buraya gelmişken yıllar önce dinlediğim bir hatırayı sizlere anlatmak ve
bununla mevzuya biraz daha açıklık getirmek istiyorum. Mevlânâ Halid-i Bağdadî
Hazretleri, halifelerini dünyanın dört bir yanına gönderir. Bunlardan -Şeyh
İsmet Efendi olabilir- bir müridi de Isparta'ya geliyor. O, cemaate nasihat
ederken, hahamlar ve papazlar da gelir dinlerler. bir gün o cematte ilmî
hakikatlerin diliyle Allah'ın varlığını izah eder. Meselâ der ki, 'bir hücrede
40 bin atom vardır. İhtimal hesaplarına göre bunların böyle olabilmesi için 10
üzeri şu kadar sıfır rakamı ki, bunu okumamız mümkün değildir' veya 'güneşte
saniyede şu kadar hidrojen atomu helyuma dönüşüyor. Bu ise ...' vb. misallerin
bitimde 'bu bize Allah'ın varlığını göstermez mi hahambaşı?' der. Hahambaşı da
onu tasdik eder. Bir başka sefer aynı şeyi papaza sorar. Papaz da 'haklısınız
hocaefendi' cevabını verir. Nihayet bir seferinde Hz. Muhammed'den (sas)
bahsedince haham da, papaz da 'Hocaefendi, itikadımızı bozma' diye hemen
itirazda bulunurlar. Evet Efendimiz bizim canımızdır, ruhumuzdur. O'nsuz hayat
batsın ve yerin dibine girsin! Ama O'nun hatırına bir şey yapıyorsak, yine
O'nun hatırına zamanlamayı iyi yapmamız, neyi, nerede ve ne zaman
söyleyeceğimizi çok iyi hesap etmemiz gerekir. Hâsılı; fasl-ı müşterekler
etrafında dönüp durma, diyalog adına dikkat etmemiz gereken en önemli
noktalardan birisidir.
Ve son
bir husus; münasebette bulunacağımız kimselerle konuşacağımız şeyleri önceden
çok iyi belirlememiz gerekmektedir. Meselâ bir ateiste Allah'ın varlığı
mevzuunu, onun anlayabileceği bir dil ve üslupla.. kader hakkında şüphe ve
tereddütleri olan veya İnsanlığın İftihar Tablosu'nun 'hâtem-i divan-ı
nübüvvet' olduğu konusunda şüphesi bulunanla da o konuları çok iyi bilerek ve
zamanlayarak konuşmak icap eder. Yani herkesin nabzını tutma ve nabza göre
şerbet verme esas olmalıdır.
Ancak
ben, içinde yaşadığımız zaman dilimi itibarıyla, akideye müteallik meseleleri
müzakere etme gibi bir problemin olmadığı kanaatindeyim. Zaten genelde bütün
dünyada dine doğru bir yöneliş var. Bu açıdan şimdilerde temsilin çok daha
önemli olduğunu düşünüyorum. Evet bugün, iffetli, temkinli, tedbirli, samimi,
ihlaslı, çalmayan-çırpmayan, kendini fazlaca düşünmeyen, hasbî, yaşatma
zevkiyle yaşamadan vazgeçmiş, dünyevî beklentileri bulunmayan Hak erlerine
ihtiyaç var. Eğer toplum bu vasıflarla bezenmiş insanları bulabilirse, temiz
vicdanlar onlara doğru yönelecek ve dine sarılacaklardır. Son dönemler
itibarıyla hizmet insanlarına gösterilen teveccühün arkasında bunun olduğunu
zannediyorum. Rabbim sırat-ı müstakîmden ayırmasın! Âmîn!
SON SEMAVÎ
ÂFETLERİN ANLATTIĞI
Son
zamanlarda meydana gelen semavî ve arzî felaketler ―Allah korusun― daha büyük
felaketlerin bir öncüsü müdür, yoksa onlara karşı bir paratoner midir?
Bu
soruya cevap vermeye geçmeden önce musibet nedir, kime ne ifade eder ve nasıl
değerlendirilmelidir... gibi hususlar üzerinde durmak gerekir.
Doğrusu,
musibet ister yangın, ister sel, ister deprem ve isterse heyelan olsun, onun
bir mânâ ifade etmesi, sadece ve sadece inanmış insanlar için söz konusudur.
İnkâr, dalâlet, küfran ve gaflet içinde yuvarlanıp giden, Kur'ân'ın ifadesiyle "Kör,
sağır ve dilsizler" (Bakara sûresi, 2/18, 171) ufkunda yaşayanlar için
musibetler uyarıcı bir mânâ ifade etmezler. Onun içindir ki, Allah Resûlü
(sallallâhu aleyhi ve sellem): "Mü'minin durumu şayan-ı takdirdir. Niye
olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü'minden başkası için müyesser
değildir. O, neşe ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder; bu
onun için bir hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder,
bu da yine onun için hayır olur." hadisleriyle bu önemli hususa işaret
buyurmaktadır.
O hâlde
zelzele, yangın, sel veya Güneydoğu bölgemizdeki terör vs. hepsi inanan
insanlar için pek çok mânâ ifade etse de, kör, sağır ve dilsizler için anlamsız
sayılırlar.
Bu
hakikati böylece tespit ettikten sonra, geçelim suale cevap teşkil edecek
hususlara:
1. Başımıza gelen semavî ve arzî
musibetlerin niçin ve nedenlerini kavrayabilmek bir ölçüde "te'vil-i
ehâdîs"i bilmeye bağlıdır. Yusuf sûresinde geçen bu tabiri her ne kadar
bazıları, sırf rüyaların yorumu şeklinde ele alsalar da, rüya tabirlerinin
yanında onun bir diğer anlamının da eşya ve hâdiselerin akışından çıkarılan
mânâlar olduğunda şüphe yok. Yani "te'vil-i ehâdîs", Cenâb-ı Hakk'ın
varlığı ve birliği adına eşya ve hâdiseleri sürekli tetkik ederek, değişik
istinbatlarda bulunma, هَلْ مِنْ
مَزِيدٍ "Daha yok mu?"
ufkunda dolaşarak onları didik didik etme, böylece Allah'a olan imanını sürekli
artırma.. muhabbetullaha, zevk-i ruhanîye ulaşma.. tasavvufî yaklaşımla
"seyr ilallah"da bulunma anlamlarına da gelir.
İşte bu
çerçevede, son günlerde cereyan eden felaketlerde ilâhî ikazın sezilmesi çok
önemlidir ki, bunu böyle anlamak da te'vil-i ehâdîsin bir yanı olsa gerek...
Dolayısıyla yangın, sel, heyelan, patlama ve diğer bütün musibetleri, bu ülke
insanına Cenâb-ı Hakk'ın bir ikazı, bir tembihi olarak değerlendirmek, eşya ve
hâdiselere mü'mince bir bakışın sonucu olsa gerek. Tabiî, musibet televvünlü bu
ikazlar, bizler için hep rahmet buudunda cereyan etmektedir. Yani dış görünüş
itibarıyla bunlar her ne kadar şer gözükse de, varlığın perde arkası ve
neticesi itibarıyla hayırdır. Ne var ki, bunları herkesin sezmesi ve kavraması
da âdeta imkânsızdır.
Meselâ,
Rihter ölçeğine göre 3 derecelik bir deprem olur. Bununla önce birçok insan,
Rabbiyle olan münasebetleri açısından teyakkuza geçer. Sebeplerin bütünüyle
sukût ettiği o hengâmda ve onu takip eden günlerde, müsebbibü'l-esbab olan
Allah'a öyle bir yönelir ki, o yönelişte "sırr-ı tevhid" içinde
"nur-u ehadiyet" tecellî eder. Ve sanki bu yönelişiyle herkes, Allah
ile direkt telefonla görüşüyor, konuşuyor gibi olur. İşte böyle bir münasebet,
bir "ân-ı seyyâle" bile sürse, insan onunla veli olabilir. Hatta o
bir ân-ı seyyale, insana Cennet hayatını bile kazandırabilir.
Veya
yine bu deprem vesilesiyle, günümüzün büyük problemlerinden biri olan çarpık
şehirleşme, gecekondu, binaların statik hesaplamalarının iyi yapılmaması vs.
gibi dünyevî hayatımızı ilgilendiren noktalarda gerek halk, gerekse idarî erkân
çeşitli düzenlemeler içine girebilirler.
Bu
itibarla denebilir ki; Rihter ölçeğine göre 3 derecelik bir deprem olduğunda,
bazı binalar çatlamış, camlar kırılmış, eşya harap olmuş, hatta bazıları ölmüş
olabilir; ölmüş olabilir ama yukarıda arz etmeye çalıştığımız sonuçlarıyla
deprem yine de bizim için "mahz-ı hayır" sayılır. Bir diğer ifadeyle
"şerr-i kalîl"e maruz kalınmış olur ama hayr-ı kesîre de birçok
kapılar açılmış demektir.
Veya bir
yerde sel felaketi olmuştur. Orada cezaya istihkakı bulunanlar cezasını bulmuş,
istihkakı olmayanlar ise ölmüşseler şehit olmuş, zayi olan mal mülk de sadaka
hükmüne geçmiş sayılır. Öte yandan bu vesile ile birçok insan da, ciddî bir
teyakkuzla Rabbilerine yönelerek kurbet (Allah'a yakınlık) kazanmışlardır ki,
zannediyorum bununla elde edilen yakınlık günde bin rekât namaz kılmakla bile
elde edilemez.
Ayrıca
bu vesile ile heyelanların önlenmesi adına mühendisler tarafından arazinin
tetkiki, uzmanların, akademisyenlerin bu mevzuda teyakkuza geçmesi, gönüllü
kuruluşların ve devlet erkânının bu işe sahip çıkması gibi güzel neticeler de
elde edilir ki, bunlar bütünüyle mahz-ı hayırdır.
2. İlâhî ikaz olan bu hâdiselerde,
kat'iyen teşe'üme (şerre yorma) gitmemelidir. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi, bunlar musibet de olsa, sonuçları veya melekût cihetleri itibarıyla
rahmet buudunda tezahür eden ilâhî ikaz ve tecellîlerdir. Meselâ, Allah, bazen
sizin ayağınıza bir diken batırır ve o dikenle sizi teyakkuza sevkeder ki, daha
büyük, daha çok diken ayağınıza batmasın.
Kaldı ki
kâinatta hiçbir hâdise tesadüf eseri değildir. Her şeyin zimamı ve her şeyin
anahtarı O'nun elindedir. Her şey O'nun kader pergeline göre planlanmıştır ve
mevsimi gelince de planlanan o şeyler yine O'nun meşîet ve kudretiyle sahneye
konulmaktadır. Bütün bu olan biten şeylerde bizim irademiz sırf bir şart-ı âdi
planında devrededir. Bu açıdan da, her zaman insan, iradesini hayra
yönlendirmeli ve onu hayır cihetinde kullanmalıdır.
Netice
olarak, başa gelen musibetleri değerlendirirken teşe'üm etmemeli, onların
arkasındaki hayır perdelerini aralamalı ve sürekli iradelerimizi hayır
istikametinde kullanarak Rabbimizle olan münasebetimize devam etmeliyiz.
3.
Objektif olmadığı için, mânevî irtibatını tam ayarlamamış olan insanların,
belki de anlayamayacakları, hatta itiraz edecekleri sübjektif bir
değerlendirmedir bu. Bahsi geçen semavî, arzî belâ ve musibetlerle, neticede
masum, bîgünah kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar ölüyor veya öldürülüyorlar ise,
demeli ki, bunlar, tıpkı bir paratoner gibi belâları üzerlerine çekiyor ve
umumî musibetlerin gelmesine engel oluyorlar...
Yalnız
böyle bir yaklaşım, ledünnî ve ehlullahın keşfen görebileceği bir husustur.
Evet, bu insanlar فَلَمَّا أَسْلَمَا
وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ
"İkisi de Hakk'a inkıyat edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu
yere serdi." (Sâffât sûresi, 37/103) ruhunun temsilcileridir. Onlar
İbrahim ve İsmail gibi, âdeta kurbanlık koyun misali boyunlarını Hakk'a uzatır,
"Çal bıçağı!" derler. Veya:
Bir biçare âşığım ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar,
Başıma erre koy neccar senden dönmezem.
Ger beni yandırsalar, külüm ottan kavursalar
Toprağımı savursalar Settar senden dönmezem.
(Nesîmî)
derler.
İşte bu
itibarla denebilir ki, PKK ile vuruşmada ölen insan bizim insanımız. Bizi orada
birbirimize vurduran Ermeni ve Nusayrî güçleridir. Ve tabiî ki onların
arkasında süper güçler (!) var. Ama arada olan bize oluyor. Çoluk çocuk, kadın
erkek ölenleriyle, yetim ve dul kalanlarıyla, yıkılan evleriyle, harabe
elleriyle, kimsesiz çölleriyle olan bize oluyor. Her şey hasret oluyor ve
sinelerimizi dağlıyor, biz de her gün ağlıyoruz. Ama zannediyorum bunlar da
daha büyük gailelere karşı yine paratoner vazifesi görüyorlar. Evet, bana öyle
geliyor ki, belki de bu PKK musibeti, bizim daima sıcak tutulan Yunanistan ve
Suriye ile olan savaş ihtimaline bir paratoner gibidir.
Hâsılı,
küçük musibet, büyük musibete karşı bir sed veya küçük kaymalar, büyük
kaymalara karşı ikaz edici birer mânâ ifade etmektedir.