Erbakan Hoca’nın anılarla anlattıkları Nisan 1977 tarihli Günaydın Gazetesine verdiği röportajda Erbakan Hoca anılarını şöyle aktarıyordu: Gazete:
“Diğer parti liderlerinin geçmişi hakkında herkesin az buçuk bir fikri
vardır. Fakat biz, gazeteci olmamıza rağmen MSP Genel Başkanı Sayın
Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın gençliği ve özel hayatı hakkında kâfi
bilgimiz yoktu.. Kendisinden bu mevzuda bizi aydınlatmasını rica ettik.
Ricamızı kabul eden Sayın Erbakan, müsaade ettiği zamanlarda 360 dakika,
yani 6 saat zaman alan teypler doldurdu… Bu teypler, Erbakan’ın
çocukluğundan bu yana olan özel hayatı ile politikaya atılışını ve
siyasi mücadelesini kendi ağzından yansıtmaktadır. Biz bu teyp
konuşmalarına ne bir kelime ilave ettik, ne de bir kelime çıkardık” diye
başlıyordu. -Hocam teyp hazır sizi dinliyoruz. -Efendim bizim dedelerimiz kozan oğullarındandır. Kozan
oğulları bugünkü Fethiye ile Adana arasındaki sahil bölgesinde
hükümrandılar. Selçuklu Türklerindendir. Osmanlılara asker ve vergi
vermekle beraber kendi içişlerine müstakil kalmışlardır. Bu hal
Cennetmekân Sultan Hamit zamanına kadar sürmüştür. Sultan Hamit bu
beyliğe son verildiğinde büyük dedemin ağabeyi son kozan beyi idi.
Beylik son bulduktan sonra büyük dedem ve ağabeyi Sultan tarafından
İstanbul’a getirilmişlerdir. Rahmetlik babam Mehmet Sabri Bey
İstanbul’da bulunduğu zaman hukuk tahsili yapmıştır. O zamanın hukuk
tahsili tabii… Kadı olarak göreve başlamıştır. Ve ilk görevi Muş’un genç
kazasında olmuştur. Balkan harbi falan sırasında olabilir. Çünkü
seferberlikte Erzurum’daydı. (Rus ve Ermeni saldırıları sırasında) O
acıları yaşamıştır. Kendisi bundan sonra takriben 40 sene Türkiye’nin
muhtelif yerlerinde kadılık ve ağır ceza reisliği olarak görev
yapmıştır. Evet, 40 yıl bu görev esnasında Bingöl Genç’den başlayarak,
Türkiye’nin çeşitli yerlerini dolaşmıştır, bu meyanda Kastamonu’da
bulunmuştur. Tekirdağ’da bulunmuştur. Erzurum’da bulunmuştur. Sinop’ta
bulunmuştur. Afyon, Kayseri, Trabzon… Buralarda kadı ve ağır ceza reisi
olarak görev yapmıştır. Sinop’tayken, 29 Ekim 1926 yılında ben doğmuşum.
Sinop’tan sonra Kayseri’de, Trabzon’da ve kısa bir süre de Afyon’da
bulunduk. Benim nüfus kütüğüm afyon’a kayıtlı idi. Oradayken nüfusa
kaydedilmiş bulunuyor idik. Kardeşlerinden hiçbiri baba mesleğini seçmiyordu Biz
6 tane kardeşiz. En büyük kardeşim Ankara’da cilt ve deri hastalıkları
profesörüdür; Nizamettin Erbakan. O’nun küçüğü İzmir’de göz
profesörüdür; Selahattin Erbakan. Ben 3 numarayım. 4 numara Kemalettin
Erbakan, İstanbul’da diş tabibidir. 5 numara kız kardeşimdir. Eczacılık
Fakültesini bitirmiştir, ismi Atıfet Aydın, evlidir. Ondan sonra 6
numara mühendislik tahsil etmiştir ve serbest olarak çalışmaktadır. İsmi
Akgün Erbakan‘dır. Görüldüğü gibi ailede büyük çoğunluk tıp ve
mühendislik tahsili üzerindedir ve hiçbir tanesi de baba mesleğine
intisap edememiştir. Hâlbuki rahmetli Pederim çok arzu ederdi… İlk ezan sesini 4 yaşındayken duyuyor ve ruhuna işliyordu Sinop’tan
sonra Kayseri’ye geldik, Kayseri’de 5 sene oturduk. Çocukluğumuzun ilk
dönemiyle ilgili hatıraların mekânı Kayseri’dir. O yıllardan
hatırladığımız hadiseler Laleli Cami’siyle ilgilidir. Bu bir Selçuklu
Camisidir. Çocukluğumuz laleli cami’sinin avlusunda oynayarak geçmiştir.
Ve ramazan günleri camide birçok yaşlı insanların sükûnet ve vakar
içinde camiye girip çıkışlarını hala hatırlarım. Ve yine Kayseri’de ilk
defa bir Cuma günü ezan sesini duyduğumu hatırlıyorum. 3 veya 4 yaşında
idim. Bir
sene önce Kayseri’ye gittiğimiz zaman, çocukluğumuzda oturduğumuz evler
duruyordu. Bu evleri gezdik. O vakitler oturduğumuz ev, hacı İbrahim
Efendi isminde bir muhterem zatındı. Asıl ev kısmını bize vermişti…
Kendisi onun yanındaki kulübe gibi kısmında oturan çok değerli bir
insandı. Şimdi onun torunu bizim oturduğumuz evde oturuyor. Gittiğimiz
zaman o genç çocuk bize evi gezdirdi. Fakat evin içerisindeki her
noktayı benim ondan çok bilmeme hayret etti. Meselâ evin merdivenin
altında bizim, söğüt dallarından yaptığımız düdükleri koyduğumuz taşın
oyukları vardı. Tabii, o oyukları adamcağız ne bilsin, şurada şunlar
var, şunun arkasında şunlar var, dedikçe şaşırıyordu. Babam 40 yıllık hizmetten sonra Trabzon’dan emekli oldu Kayseri’de
en fazla 6 yaşına kadar kaldım. Bunlar çocukluğumuzdaki hatıralardır.
Kayseri’de Cumhuriyet İlkokulu’na başladık. Ve Cumhuriyet İlkokulu’nda
takriben 1 ay kadar okuduktan sonra Trabzon’a gittik. Rahmetli peder
Trabzon’a nakledildiği için… Trabzon’da Gazi Paşa İlkokulu’nda okuduk. 5
sene de Trabzon’da kaldık. İlkokulu orda bitirdik. Rahmetli
peder 40 senelik bir hizmet devresinden sonra, Trabzon’dan emekli oldu.
İstanbul’a yerleştik. Fatih’e… Ecdattan kalma bir evimiz vardı. Orada
oturduk. Lise ve ortaokul olarak İstanbul Erkek Lisesine gittik. İstanbul Erkek Lisesi’ni birincilikle bitirdikten sonra Teknik Üniversite başlıyordu İstanbul
Erkek Lisesi’nden sonra Teknik Üniversite’ye girdik. Aslında İstanbul
Erkek Lisesi’ni birincilikle bitirmiştik. Teknik Üniversiteye isterseniz
imtihansız girebilirsiniz dediler. 30 kişi imtihansız girmişti. Ben
bunu kabul etmedim, imtihana girdim. Bu imtihana aşağı yukarı 2 bin
talebe girmiş idi. İlk 10 kişinin arasında derece aldık, bu 2 bin
kişinin içerisinde… -Süleyman Bey de mi o yıl girmişti Teknik Üniversiteye? -Hayır,
Süleyman Bey benden bir sene önce girmişti. Süleyman Bey ilk 100
kişinin içinde, 100’üncü falan girmiştir. 120 kişi alınıyordu zaten
mektebe. -Aynı sınıfta okuduğunuza göre Süleyman Bey bir sene kaldı mı efendim?.. -Hayır,
Süleyman Bey 1. Sınıf’a girmişti, ben ise doğrudan ikinci sınıfa
girdim. O da 2. Sınıfta idi, böylece 2. Sınıfta buluştuk. -Lâkabı neydi efendim Süleyman Bey’in mektepte? Süleyman Demirel aslında sessiz, silik bir çocuktu -Süleyman
Beyin lâkabı falan yoktu. Aslında sessiz, silik bir çocuktu, yani,
koridorlarda tek başına gider gelirdi. Teknik Üniversitede böylece
beraberce, birleştik. Ve 1948 senesinde teknik üniversiteyi aynı
devrenin elamanı olarak bitirdik. Yalnız biz 1948 Haziranda mezun olduk,
Süleyman Bey bütün sınıfı ile beraber Şubat ayına ikmale kaldı. Ve O,
1949 senesinin şubatında mezun oldu. - Yani Demirel sizden bir yıl önce başlamasına rağmen, 1 yıl sonra bitirebildi?... Bizim
sınıfımız aşağı yukarı bütün şubelerle beraber 200 kişilik bir sınıftı.
Yani 50 tane kadarı makinadaydı, 100 tanesi kadarı inşaattaydı..
Elektrik ve mimari kısımları vardı. 4 tane fakülte olmak üzere, 4
fakültenin yekûnu takriben 200 kişi tutuyordu. Bu 200 kişi ile beraber
tabii 2. Sınıfta dersleri beraber okuduk. Zaten bizim zamanımızda Teknik
Üniversite 6 senelik bir mektepti. İlk
3 sınıfında bütün fakülteler bir arada okurdu. Sonra ihtisas ve meslek
derslerine ayrılırdı. Onun için 2. 3. Sınıflarda bütün dersleri
beraberce okuduk. Bu beraberce okumuş olduğumuz derslerde, analitik
geometri, analiz gibi riyaziyeye ait derslerde hocalar imtihan notlarını
sınıfta okurdu. Bu imtihan notlarında biz hep on numara alıyorduk. Ve
ikinci sınıfa girdiğimiz halde, onların içerisinde en yüksek numarayı
alışımız, tabii dikkatlerini çekiyordu. Biz onların sınıfına bir sene
sonra geldik. Aslında bu bir sene sonra geliş dolayısıyla 1. Sınıf
derslerini okumadığımız halde büyük muvaffakiyetti bu. Süleyman beye eğe dersleri ağır geldiğinden inşaata geçiyordu Süleyman Bey makineci olarak girmiştir üniversiteye. Eğe dersleri ona ağır geldi… Bu yüzden ikinci sınıfta inşaata çevirdi. -Neden ağır geliyordu? -Çünkü eğe dersleri hakikaten zordu. Bir usta gibi 4 saat eğe sallamak vardı. Biz
girdiğimiz zamanlar o inşaat şubesine kendisini intikal ettirmişti. Ama
arkadaşlardan duyardık ki, bilhassa bu eğe dersleri Ona zor gelmiş bu
yüzden makinadan inşaata geçmiş… Erbakan Almanya’da, Leopard tanklarının motorlarını yapan fabrikaya başmühendis oluyordu Almanya’da
3 yıl kaldıktan sonra 1954 yılının mayıs ayında askere gittim. Vatani
görevimi İstanbul’da Kâğıthane’deki İstihkâm Okulu’nda motor hocası
olarak yaptım Nitekim
biz ikinci sınıfta bu tesviyecilik derslerine devam ettik, makine
şubesi talebesi olarak… 4 saat eğe sallanmaktaydı, ondan sonra da
kontrolde kabul edilmesi lazımdı. Zor bir derstir. Yani, insan nefsine
güç gelen bir derstir. Eğe sürmesini bileceksiniz. Koskocaman bir demiri
yontacaksınız ve onu diğer bir altıgen demirin içerisine girecek hale
getireceksiniz. Böyle ışığa baktığınız zaman hiçbir tarafı fazla
eğelenmiş olmayacak. Tam makineden çıkmış gibi olacak… -1948
senesinde Teknik Üniversiteden mezun olduk.. 1948 senesinden sonra 1951
yılına kadar geçen 3 senelik bir zaman zarfında ben mezun olur olmaz
Motorlar Kürsüsü’ne asistan oldum. Zaten Motorlar Kürsüsünden Öğretim
Üyeleri beni bekliyorlardı. Haziran’da
mezun oldum. 1 Temmuzda asistan olarak öğretim üyeliğine atandık. Yani
imtihanların hemen hemen bittiği gün, aynı fakültede Hoca olarak göreve
başladık. (Bu bir ilk sayılırdı) Deutz Motor Fabrikası tarafından Almanya’ya çağrıldım Prof.
Selim Palavan’la beraber ikimiz üniversitede motor dersi vermeye
başladık. Sonradan o gemi fakültesine geçti. Onunla beraber kürsü
arkadaşı olarak dersleri bölüşerek verdik. O makine dinamiği kısmını
veriyordu, ben motor derslerini veriyordum. Ve bir yandan da tabii
tezlerimizi hazırlıyorduk. Bu tezler 1951 senesinde tamamlandı. Çok
başarılı bir tez oldu. Ve bunun arkasından üniversite tarafından
Almanya’ya gönderildik. Almanya’da 3 sene kadar kaldık. 1954’de tekrar
döndük. Bu kalışımız esnasında bir yıllık bir devrede, Almanya’da 3 tane
tez hazırladık. 1 - O gün size söylediğim doktora tezi, 2- Teknik
Üniversiteden Doçentlik tezi ve 3- Alman İktisat Bakanlığı’na
“motorlarda ekonomi” hakkında bir tez. Bu
tezler Almanya’da neşredildi. Klockner Humboldt Deutz A.G.”KHD” motor
fabrikasının umum müdürü bizi, davet etti. Motorlar hakkında tezimizi
okumuş, çok beğenmiş ve hayret etmişti. Leopard tanklarının motorlarını yapan fabrikaya başmühendis atandım Almanya’daki
motor mecmualarında çıkan makalemiz dolayısıyla direktör Flatz, KHD’nin
umum müdürü olarak beni davet etti. O zaman Almanya leopard tanklarının
motorlarını hazırlıyordu. Bu tank motorları inkişaf bakımından teknik
problemleri çok güç olan sorunlu bir motor idi. Bizim doktora
tezimizdeki çalışma mevzularıyla ilgili olduğu için orada bana araştırma
başmühendisliği teklif ettiler. Ve ben Teknik Üniversite’ye dönüp
doçentlik imtihanlarımı verdikten sonra orada araştırma başmühendisi
olarak görev yaptım. 1953
senesinde, takriben 1 yıl kadar çalıştım. Sonra 1956 senesinde tekrar
Almanya’ya aynı araştırmalar için davet ettiler. Bir kere daha 1956
yılında 6 ay kadar kaldım. 27 yaşında Teknik Üniversite’nin en genç doçenti unvanını kazandım -1953
yılında doktor olduk. 53 yılının başında, Mart ayında doktora
imtihanlarını verdim, 53 yılının Mayıs ayında Teknik Üniversite
doçentlik imtihanlarını verdik. Bunlar ayrı ayrı iki tezdir, biri
başkadır, diğeri başkadır. 1
Mayıs 1953’ten itibaren Almanya’daki “KHD”de araştırma başmühendisi
olarak başladık. O sırada, Teknik Üniversitede doçentlik imtihanlarını
da başarıyla tamamlamıştık. Ve ondan sonra teknik üniversitede, esasen
ilkokula küçük yaşta gittiğim için, 6 yaşında, 17 yaşında teknik
üniversiteye girdim. 5 senede bitirince 22 yaşında çıktık. Bütün bu
tezlerin hepsinin hazırlanması da 5 senede olduğu için 27 yaşında doçent
oldum. Bu Teknik Üniversite’nin en genç doçenti olmak demektir. Aynı
zamanda Almanya’da da en genç doktorasını yapan kimse idim. Teknik
Üniversitede de en genç doçent oldum ve Teknik Üniversite’de doçent olup
Almanya’da bu motor sahasında 1 sene çalıştıktan sonra tekrar geldim. Teknik
Üniversite’deki doçentlik vazifesine birkaç ay devam ettikten sonra
askere gittim. 1954 senesinin Mayısının sonuydu galiba… Askerliğimi istihkâm olarak İstanbul’da yaptım 1.5
yıl askerliğimizi istihkâm olarak tamamladık. İstanbul’da, Kâğıthane’de
6 aylık kısmını okulda yedek subay olarak yaptık. Onu yaptıktan sonra, 1
yıl müddetle hem Kâğıthane’deki okulda motor hocalığı yaptık, hem de
Kâğıthane’deki okulun emrinde dördüncü kademeyle görevli bulunan
İstihkâm Bakım Birliği’nde teknik müdür olarak görev aldık. -Hatırladığınız askerlik arkadaşınız var mı? -Askerlik
arkadaşımız çoktur. Bizim askerlikten arkadaşımız, Baki Öniş var. Ben
çavuş idim o on başım idi. Baki Öniş, Yusuf Ziya Öniş vardır ya, İş
Bankası umum müdürü, onun oğlu… Askerlik arkadaşım çoktur, fakat
siyasete atılanların içinde fazla bir kişi sayamayız. Batının en gelişmiş tankı “Leopard”ların ateşleme sistemini yeniden programladım Bugün,
Batı Blokunun en gelişmiş tankı olan Leopard tankının yüksek savaş
etkinlikleriyle, en ağır şartlarda bile görevini yerine getirmeleri,
olumlu şöhretinin doğruluğunu ortaya koymaktadır. 40 ton ağırlığında, 2
metre 62 santim yüksekliğinde 6 metre 94 santim uzunluğunda ve 3 metre
25 santim eninde olan leopard tankları 65 kilometre sürat
yapabilmektedir. Top menzili 5.500 metredir. Motoru 4 zamanlı sıvı
soğutuculu ve değişik tip yakıt yakan V10 tipidir. 4 vitesli hidrolik
devirli olup elektro-hidrolik dişlidir. (Almanların 1. Dünya Savaşında
Rusya hücumu sırasında bu tankların yakıtları donduğu ve çalışmadığı
için, leopardların en zor hava şartlarında, üstelik hem benzin, hem
mazot, hem gazyağı hem de gerekirse zeytinyağı ile bile çalışacak
şekilde, bunların ateşleme sistemlerini Erbakan yeniden icat ve dizayn
etmiştir) Çok çalışkan olduğu için üniversitede “KUŞ” lakabı takılıyordu Yazılı ve sözlü imtihanlardan hep 10 numara alıyordum -Şimdi
kendi sınıfımdayken sınıf arkadaşlarıma hocalık yapmak başka, bir
sınıfın en çalışkanı olmak başkadır. Çünkü arkadaşlarına hocalık yapmak
gibi bir hususiyet vardır. Bu hususiyet bende daha küçük yaşlarda
başlamıştır. Mesela; İstanbul Erkek Lisesi’ne devamda 1 ay kadar geç
kalmıştık. Biz Trabzon’dan geldiğimiz zaman, o bir ay esnasında
hocaların anlattığı konularda bulunamamıştık 1 ay sonra müzakere yapmaya
başladıkları zaman, hocalarımız hemen ilk günlerden itibaren “sınıfın
en çalışkanıdır” unvanını takmıştır. Hatta ortaokulun 2. sınıfında
tabiat bilgisi derslerini, fizik derslerini, hocamız diş tabibiydi,
kendisi çok meşgul olduğu için vermediği dersleri, bana hazırlattırıp,
anlattırırdı. Ortaokulun
son sınıfında bütün derslerden 10 numara alarak geçmişizdir. Onlar
bitirme imtihan’ı idi, yani müsabaka şeklinde yapılırdı, kapalı
kâğıtlarla. “Ne bir kelime fazla, ne bir kelime eksik”, Hocaların anlattığı ve kitapların yazdığını aynen tekrarlıyordum Bilhassa
matematik derslerinde, birçok problemleri kaldırıp çocuklara anlattıran
7. sınıftaki riyaziye hocamız ki bu Sulhi Dönmezer’in babasıydı. -“Bak
dikkat ediyor musunuz bir tek kelime fazla söylemiyor, bir tek kelime
eksik söylemiyor. Ben anlatsam bunu böyle anlatamam” diye sınıfta takdir
hisselerini ifade ettiğini hatırlıyorum. Evet,
kendisi eski demiryolu subaylığından emekli olmuştur. Ve İstanbul Erkek
Lisesinde matematik hocalığı yapardı, Fatih’te otururdu. Bütün
matematik hocalarının, hepsinin bir hususi alakası olmuştur bana. “Sıfırcı Avni’den hayatında ilk defa 10 tam notu ben alıyordum” Ha,
unutmadan söyleyeyim meşhur “sıfırcı Avni” hayatında ilk tam notu, yani
on numarayı bana vermişti. Lise bir, yani dokuzuncu sınıfta bize
matematiğe geldi. Ben
hevesle beni derse kaldırsın diye bekler dururum. Meğersem hocanın
birisi ona benim hakkımda bir şeyler fısıldamış. Bekle bekle, hoca beni
derse kaldırmıyor. Herkesi derse kaldırıyor basıyor sıfırı. İlk defa bir yazılı imtihan yaptığı zaman, bir on numara verdi ve ertesi gün geldi, notları okurken, dedi ki: -“Ben
hayatımda ilk defa bir iş yaptım, Necmettin’e 10 numara verdim Hâlbuki
bugüne kadar ben 10 numarayı hep kendime saklardım. Fakat sorduğum
suallere vermiş olduğu cevapları gördüğüm zaman bu adetimi bozmak
mecburiyetinde kaldım” Tabii
11’inci sınıfa gelince fizik hocası, kimya hocası ve matematik hocaları
bana ayrı ders vermeye başladı. Yani bilhassa matematik hocası, Fransa
bakaloryalarında sorulan sualleri bana sorardı. Mesela bütün sınıfa
başka ödev verirdi, ama bana başka ödev hazırlardı. Sen şunu yap derdi.
Ve bu ödevler üniversite seviyesinde ödevler idi. “Hocamız Hasan Fehmi 3 bin kişinin içinde benim kapalı yazılı kâğıdımı tanıyordu” Ve,
11’inci sınıfta bitirme sınavlarında riyaziye hocamız heyet halinde
imtihan kâğıtlarını okurlarken, bakınız ben bu kâğıdı açmış değilim,
fakat (Bütün İstanbul’daki özel okullar da bizim okulda imtihan oluyordu
ki, aşağı yukarı 3 bin kişilik falan bir imtihandır bu.) 3 bin kişinin
kâğıdının içinde, “bu mutlaka Necmettin’in kâğıdıdır”, demiş muallimler
meclisinde, riyaziye hocamız Hasan Fehmi. İltimas olmasın diye isim,
soyadı ve mektep numarası köşede katlı ve görünmez vaziyette idi. O
zaman liselerde iftihar kitapları çıkardı. Tabii o zaman, bütün o
iftihar kitaplarına geçmişizdir. O imtihan kitaplarını bulursanız,
oradaki sınıflar ait o küçük yaştaki fotoğraflarımdan da bulmak
mümkündür. İftihar kitabı bütün Türkiye’nin iftihar kitabı diye
basılıyordu o zaman. Biz 8. sınıfta iken başladı. Son sınıfa kadar devam
etti.. -Bir de efendim bu çalışkanlık yüzünden, öğretmenleriniz veya arkadaşlarınız size bir isim bulmuşlar mıydı o zaman? -Efendim
Teknik Üniversitede tabii ismimiz kuş’tu. Kuş; orda çok çalışkanlara
(koşarak değil, uçarak iş yapanlara) verilen isimdir. Lisede böyle bir
isim takma girişimi olmamıştır. Yalnız lisede bir matematik kulübü
kuruldu. Bütün sınıflar arasında. İstanbul Erkek Lisesi Büyük bir
lisedir. O
zaman aşağı yukarı 6 adet son sınıf vardı, 3 tane edebiyat, 3 tane fen.
Bütün bu sınıfların arasında bir matematik kulübü teşkil edildi. Ve
oraya başkan olarak beni seçtiler. “Kimya hocası Refik Bey ders anlatışıma hayret ediyor ve hayranlığını belirtiyordu” Kimya
hocamız Refik Bey çok kıymetli bir kimyacıydı. Refik Bey gayet sert bir
insan, kimseye 4 ve 5 numaradan fazla vermez, diye adı çıkmış bir
hocaydı. İlk günü bir ders anlattı. Şimdi bunu kim anlatacak, dedi… Tabi
arkadaşlar bizi gösterdiler, kalktık.. O bir tek çözüm şekli
göstermişti. Bu “kimya denklemlerinin kat sayılarının tayini”
hakkındaydı. Biz ise bunu şöyle yapabiliriz, böylede yapabiliriz” diye
iki üç türlü kendisine izah ettiğimiz zaman, tabii hayretler içinde
kalmıştı. Dedi ki ben eski senelerdeki usullerimi bozacağım galiba…
Çünkü benden 5’den 6’dan fazla numara kimse alamazdı. Ama şu anlatma
karşısında bu arkadaşınız bana usullerimi bozduracaktır” dedi. Böylece
benimle ilk defa tanıştı. “Sınıf arkadaşlarıma bedava ders veriyordum” Bu
arada, Lisede iken,, birçok dersleri diğer arkadaşlara anlatıyorduk. Ve
bizim günümüzün yarısı arkadaşlarımıza özel ders vermekle geçiyordu.
Birçokları bir kısım dersleri anlayamazlardı. Bilhassa lisenin son
sınıfında. Sınıfın 20 kadar talebesine adeta Cumartesi Pazar günleri
özel ders veriyorduk. -Bedava mı hocam? -Tabii
bedava.. Sınıf arkadaşımız bunlar.. O zaman mütalaa sınıfları vardı.
Mütalaa sınıflarında herkesin kendi kendine çalışması lazımdı. Amma
hocalar benim ders vermeme müsaade ederdi. Arkadaşlar benim yanıma
gelirlerdi, o zaman biz, sabahleyin derste hocaların anlattıklarını,
kavranmayan kısımlarını bir kere daha tercüme ederek anlatmaya
çalışırdık. Böylece sınıf arkadaşlarımıza bir nevi hocalık yapardık. Siyasi hayatı ve kısa hatıraları Erbakan
Hoca milletine, memleketine ve tüm İslam ve insanlık âlemine en hayırlı
ve kalıcı hizmetleri yapabilmek üzere siyasete atılmış, dünyalık nimet
ve etiketleri hiçe sayarak tarihi bir mücadeleye başlamıştı. Onun bu
girişimi en çok din ve milliyetçilik istismarcılarını telaşlandırmıştı. MSP’ ye girmek isteyen Türkeş’in yardımcısını komandolar kaçırıvermişti İşte o günkü bir gazete haberi: “MHP’
den ayrılan 6 kişi otomobille MSP merkezindeki katılma törenine
giderken, ikinci otomobilde bulunan Faruk Akküllah ve Yüksel Serdengeçti
komandolar tarafından kaçırıldı. Serdengeçti bulundu Akkülah’ı ise
polisler arıyor.. MSP genel merkezinde düzenlenen transfer törenine
gitmek üzere iki otomobille yola çıkan altı MHP’liden ikisi
kaçırılmıştır. MHP genel başkan yardımcılığından bir ay önce istifa
ettiği öne sürülen ve önceki gün kaçırılan Faruk Akkülah henüz
bulunamamıştır. Öğrenildiğine göre MHP’den ayrılan altı kişi, MSP genel
merkezinde yapılacak törene katılmak üzere 1969 yılında MHP genel
sekreterliği yapan eski milletvekili İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nun Gazi
Osmanpaşa Nenehatun Caddesi Kargöz Sokaktaki evinde bulunmuşlardır.” (o
günkü gazeteler) Şeyh Şamil’in torunu MSP’den milletvekili oldu MSP’li parlemanter adaylarının çoğunluğu ilahiyatçı, tüccar ve mühendislerden oluşmaktaydı. Milli
Selamet Partisi’nden 5 Haziran seçimleri için Millet Meclisi ve
Cumhuriyet Senatosu üyeliğine aday adayı olanların adları Çankaya
sinemasında düzenlenen bir toplantıda açıklanmıştır. Adları açıklanan
adaylar arasında Şeyh Şamil’in torunu Sait Şamil de vardı. [1] Tarihin ilk ayakkabılı eylemi Erbakan’ın milli sanayi mücadelesiyle yapılıyordu Her
ne kadar Irak`lı El Zeydi`nin Bush`a fırlattığı ayakkabı tarihe geçmiş
olsa da, dünya da ilk ayakkabılı protestonun patenti de bize ait çıktı.
Hem de tam 50 yıl önceki bir olaydı. Peki, ayakkabıyı fırlatan ile muhatap olan kim olmaktaydı? Yıl
1961. Yer Ankara... Birinci Otomotiv Sanayi Kongresi yapılmaktaydı.
Kongre`ye katılanlar arasında işadamları, bürokratlar, mühendisler,
gazeteciler vardı. Kongre`nin öncülüğünü yapan isimse daha sonra
Türkiye`nin siyasi hayatına damgasını vuracak olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan`dı. Erbakan,1956 yılında daha 30 yaşında iken Gümüş Motor Fabrikasını kurarak Türkiye`nin ilk büyük sanayi hamlesini gerçekleştirmiş, yine 1960 yılında Ankara`da yapılan Sanayi Kongresi`nde ilk kez "Türkiye`nin kendi otomobilini üretebileceği"
fikrini ortaya atmıştı. 1961 yılındaki Otomotiv Kongresi bu çabaların
bir sonucu toplanmıştı. Kongre salonu oldukça kalabalık ve heyecanlıydı.
Salonda Türkiye`nin kendi otomobilini üretebileceğinin inancı ile
heyecanlanan mühendislerin yanı sıra, yerli otomobil fikrine karşı çıkan
işbirlikçi Masonlar da bulunmaktaydı. Bunlardan
biri de, Bernar Nahum`dur. Bernar Nahum, Lozan gizli danışmanlarından
olan ve Türkiyenin adım adım İslam’dan uzaklaştırılmasını, her yönden
zayıflatılıp parçalanmasını amaçlayan Siyonist Yahudi planın fikir
babası Haham Hayim Nahum takımındandı. Bernar Nahum, Koç Otomotiv Grubu`nun temsilcisi olarak toplantıdaydı. Parantez
açalım: Vehbi Koç ile Bernar Nahum 1944 yılında tanışmış, bu tanışma
Koç Grubu için tarihi bir dönüm noktası olmuş, . Grup hızla büyümeye ve
küresel bir şirket olmaya başlamıştı. Koç ile Nahum ortaklaşa Otokoç`u
kurmuş ve başına da Nahum atanmıştı. Bir iddiaya göre Bernar Nahum,
Lozan anlaşmasının mimarı meşhur Hayim Nahum`un oğlu olmaktaydı. Bir
iddiaya göre de Koç grubu`na ait, BEKO`nun BE`si Bernar`dan, KO`su
Koç`tan alınmaydı. Gelelim ayakkabılı eyleme: Bernar
Nahum, Birinci Otomotiv Kongresi`nde konuşurken salondaki hava giderek
elektriklenmeye başlamıştı. Çünkü Otokoç`un ortağı ve yöneticisi Nahum,
salondaki heyecanın aksine otomotiv sanayinin zorluklarından bahsetmekte
ve yerli otomobil fikrine karşı çıkmaktaydı. O
sırada ön sıralarda oturan genç bir mühendis, bir kürsüde konuşan
Bernar Nahum`a, bir de ayakkabılarına bakmaktaydı. Makina Kimya
Endüstrisi`nde (MKE) çalışan Erbakan’ın Millici ekibinden olduğu
anlaşılan mühendisin ayağında kurumun yeni dağıttığı postallardan vardı.
Nahum konuşmasına devam ederken ön sıradaki genç ise, postalının
bağcıklarını çözmeye çalışmaktaydı. Çünkü öfkesi iyice kabarmıştı. Nahum; "Bursa`da şeftali üretmek otomotiv üretmekten hem daha kolay hem daha kazançlıdır" dediği anda da ortalık karışmıştı. Nahum`un "otomotiv yerine şeftali üretmeyi" önermesine dayanamayan genç mühendis ayağından çıkardığı postalı kürsüye fırlatmıştı. Postal, Nahum`un alnına çarparken, MKE`li vatansever: "Bize otomobili siz ürettirmiyorsunuz, sizler bizi batıya mahkûm ve mecbur ediyorsunuz" diye bağırmaktaydı. Ve bu genç mühendis te Erbakan gibi, milli ve yerli kalkınma sevdalısıydı. Herkes unutmuş olsa da işte bu olay ilk ayakkabılı protesto eylemi olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır. Artık
yazmak zorundayız. Her şeye rağmen Türkiye`nin ilk yerli otomobili
"Devrim"i yapma fikri bu kongre`nin sonucunda ortaya çıkmıştır.
Yapılmıştır da... Ama biliyorsunuz benzin koymayı unuttukları() için
yürümemiş ve öylece kalmıştır. Oysa,
Erbakan ilk yerli otomobil fikrini 50 yıl önce ortaya attığında, ne
Kore`nin Hyundai`ı, Ne İran`ın Samand`ı, ne Hindistan`ın Tata`sı, ne
Çin`in Cherry`si vardı. Ne kadar acıdır ki, şimdi sokaklarımız Hyundai, Tata, Cherry ile dolup taşmaktadır. Son bir not: Türkiye`ye "Otomobil yerine şeftali üretilmesini" öneren Bernar Nahum hakkında bakın Rahmi Koç yıllar sonra ne buyurmuşlardı: "Koç`un
otomotiv sanayi işine girmesini, büyümesini ve kâr etmesini sağlayan
Mösyö Bernar`dır. Vehbi Bey`in büyük itimadını kazanmış biriydi ve Vehbi
Bey, o ne derse kabul ederdi. Bernar Nahum eldeki paranın daima
otomotiv işine yatırılmasını istemiştir." (Capital Dergisi-2008)[2] Nail KIZILKAN