Hangi
Erbakan?.. Bir tek Erbakan yok ki... O, hem bir “bilim adamı”ydı, hem
“siyasetçi”ydi ve hem de “beyefendi bir insan”dı.. En kızgın, en öfkeli
olduğu, dönemin Başbakan Yardımcısı Turhan Feyzioğlu’na fena halde
sinirlenip; “Bre Mason!” diye kükreyip, “masaya yumruk vurduğu” zaman
bile “beyefendi tavrı”nı hep sürdürmüş, “kibar”lığı, “saygı”yı, “görgü
kuralları”nı elden bırakmamıştı... Muhataplarına, hep “beyefendi” diye
hitap eder ama diyeceğini demekten de asla çekinmezdi.
Hani derler ya;
“Devlet” görmüş, “umur” görmüş!..
Erbakan Hoca da, “devlet terbiyesi” alarak yetiştiğinden, hayatı boyunca
o “terbiye”yi muhafaza etti... “Beyefendi”liğinden ve “devlet
adamlığı”ndan hiç taviz vermedi...
Çok “badire”ler atlattı...
Çok “mağdur” edildi!..
“Maddi ve manevi işkence”lere maruz kaldı... Zaman zaman yaptığımız
“sohbet”lerde; biraz da “gazete refleksi” ile, ağzından “manşetlik lâf”
almaya çok çalıştım... Hani, kendisine “çok çektiren” insanlar hakkında,
“aleyhte” bir söz sarfetsin, onu “madara” etsin de, “manşet” olsun!..
Ama, hayır!..
Bütün yaşadıklarını içine attı, hiç kimsenin şahsı aleyhinde konuşmadı...
Denilebilir ki, “sır”larıyla gitti.
ALTINOLUK’TA BİR GÜN
Yanılmıyorsam, 1999 yılı sonbaharıydı.
Altınoluk’ta ikamet ediyordu.
“Başbakanlık”tan düşürüleli iki yıl olmuştu... Bir sabah, erkenden yola
çıkmış, “Yayın Kurulu üyeleri” olarak Altınoluk’a gitmiştik.
Mustafa Karahasanoğlu ağabey, ben, Ali İhsan Karahasanoğlu, Yılmaz
Yalçıner, Hasan Hüseyin Maden ve Ülkü Kumral, Çanakkale üzerinden
gitmiştik Altınoluk’a...
Saatlerce sohbet etmiştik.
“Dünyadaki gelişmeleri” adım adım takip ediyor ama “Siyonist İsrail” üzerinde özellikle duruyordu...
“Kitap”lar açtı önüne... O kitaplardan “pasaj”lar okudu... İşte o sohbet
esnasında, “Armegedon” kavramını, ilk defa Hoca’nın ağzından duydum...
“Bu azgın Siyonistler” diyordu; “Bir Kıyamet Savaşı’na yol açacaklar!”
Yanılmıyorsam, Grace Hallsell tarafından kaleme alınan “Tanrı’nın Elini
Kıyamet’e Zorlamak” adlı kitap, o günlerde çıkmıştı piyasaya!..
Bol bol “Siyonist tehlike”den söz etmiş ama “kendi başına çorap
örenler”den tek söz etmemişti... “Onlar bilmiyor” diyordu; “Bilselerdi,
böyle yapmazlardı.”
Bu, bir “tevekkül” ifadesi miydi, yoksa, “dün”de takılı kalmayıp, “yarın”lara bakmak gerektiğinin tavsiyesi mi?..
Bize, “çipura” ikram etmişti o akşam...
Yanında da, kızartma...
Güzel bir yemekti.
Ama, en güzeli;
“Deniz kıyısında cemaat halinde kıldığımız namaz”dı... O namazdan aldığım “hazzı” hiç unutamam.
O gün farketmiştim ki;
Erbakan Hoca, “rûku”ya ve “secde”ye eğilmekte zorlanıyordu... Günde “3-4
mitinge” koşan, dur-durak bilmeyen bir adam, hayli yıpranmıştı... O an,
bunun, bir “28 Şubat üzüntüsü” olduğunu düşünmüştüm.
Hiç unutmuyorum;
“Namaz”dan sonra, “hayli geç oldu, gitmeyin” demişti; “Sabahleyin birlikte kahvaltı yapar, ondan sonra gidersiniz.”
Herhalde “zahmet vermek” istemediğimizden, izin isteyip, gece yarısı çıktık yola!..
Hâlâ, hepimiz hayıflanırız;
“Keşke kalsaydık.”
ANKARA’DA TAZİYE ZİYARETİ
Sonra, “Nermin Hanım’ın vefatı”ndan sonra, Ankara’ya, “taziye” ziyareti için gitmiştik.
Orada görmüştüm ki;
Nermin Hanım’ı, gerçekten çok seviyormuş... Adını dilinden düşürmüyor,
sürekli “dua” ediyordu... Zaten, bir oda dolusu insan da, okunan
Kur’an-ı Kerim’i dinliyor, verilen aralarda “Hoca’nın sohbeti”ne kulak
kesiliyordu. Konu, hep “Siyonist İsrail”di!..
Hasılı kelâm;
“Üzüntü”leri ve “sevinç”leriyle bir “insan”dı Erbakan...
Bir bilim adamı, bir siyasetçi olduğu kadar, “örnek bir insan”dı..
“Güzel giyinmeyi” severdi.
Tabiî, “kaliteli yemek”leri de...
Yemek yemek, onun için “karın doyurma”nın ötesinde, adeta bir
“ritüel”di... Son derece yavaş, tane tane yerdi... Tabağındaki yemeğe;
çatal veya bıçağını bir “sanatçı titizliği” ile uzatırdı!..
Bir gün, Başbakanlık Konutu’nda bir yemek vermişti... Hiç unutmam, Nazlı
Ilıcak; sofradaki “peynir” ve “tereyağı”nın son derece leziz olduğunu
söyleyince; “Sizler için Trabzon’dan özel olarak getirttim” demişti.
Dedim ya; kaliteli giyinmeyi de, kaliteli yemeyi de severdi.
Her şeyin “en iyisi”ni, “en mükemmel”ini isterdi...
“Siyaset”in en iyisini yaptı, “bilim adamlığı”nın en iyisini yaptı...
Bir “iz” bıraktı arkasında!..
Hem de, silinmeyecek bir iz.
27 MAYIS’TA DOÇENT ERBAKAN
O, bir “yerli” idi.
Bir “millî” idi.
“Milli Görüş” fikriyatını ortaya atmazdan önce de “yerli” ve “milli” idi.
“İlk ve tek milli motor” olan Gümüş Motor onun ve arkadaşlarının
eseridir!.. Hem de “genç bir üniversite öğrencisi” olarak 1956 yılında
yapmıştır Gümüş Motor’u... 1960’tan itibaren de seri imalata
geçirmiştir.
“Yerli malı, Türk’ün malı... Her Türk onu kullanmalı” diye kampanyalar
açıp, bunun “edebiyatını yapanlar”ın her şeyi “ithal” ettiği günlerde,
o, sadece “Gümüş Motor”la kalmamış, “Türkiye’nin ilk ve tek yerli
otomobili Devrim”in yapılmasında da, “öncü” olmuştur.
Nasıl mı?..
Buyrun “tutanak”ları okuyalım.
Prof. Cemil Koçak’ın, Yapı Kredi Yayınları tarafından Haziran 2010’da
yayınlanan “27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları” adlı eserde; “Genç
Erbakan’ın çabaları” anlatılıyor.
Necmettin Erbakan henüz gencecik bir doçent iken, ülkemizde otomotiv
sanayii kurulması için çaba göstermiş... Önce Odalar Birliği’ne rapor
sunmuş, aynı raporu Devlet Plânlama Teşkilatı’na iletmiş, ardından
Bakanlar Kurulu toplantısına çağırmışlar, orada da savunmuş tezini...
Necmettin Erbakan 4 Mart 1961 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısına
katılmış. Toplantı 9.45’te başlayıp 11.50’ye kadar sürmüş. Kendisine
ayrılan zaman diliminde, Doç. Erbakan, ülke sanayiinin durumuna ve neler
yapılması gerektiğine dair görüşlerini anlatmış, sonra da otomobil
üretimi konusundaki düşüncelerini açıklamış.
Türkiye’de o günlerde 84 bin motorlu araç var, bunlardan sadece 38 bini
otomobil... Ülkeye ithali yasak otomobil, ancak bedelli ithalât yoluyla
gelebiliyor. Buna rağmen bakanların bazısı otomobil çokluğundan ve lüks
oluşundan şikâyetçi.
Erbakan ‘araştırma-geliştirme’ alanına önem verilmesini, sanayi için
ithalâttan fon ayrılmasını, yerli üretilebilen makinaların ithalâtının
kısıtlanmasını, üniversite-sanayi işbirliğini ve bunların çıkarılacak
yasalarla takviye edilmesini savunuyor.
Meselâ, diyor ki;
“Bizim memleketimizde önce demir-çelik sanayii kurulmalı, ondan sonra
makine tezgâhları kurulmalı ve ondan sonra da imalât yapacak fabrikalar
tesis edilmelidir.”
Toplantıya bakan olmayan iki asker de katılmış o gün:
Sami Küçük ve Sıtkı Ulay...
Toplantı bitip ayrılırken konunun önemine binaen kendisini 15 gün sonra
yeniden çağıracaklarını söylemişler Erbakan’a; ne var ki; Bakanlar
Kurulu olarak, aynı konuda başka toplantılar da yaptıkları ve o
toplantılarda adı da geçtiği halde kendisini bir daha çağırmamışlar...
Bakanlar önünde tezini savunurken Erbakan; çeşitli ülkelerden örnekler
veriyor... O sırada Türkiye ile aynı milli gelire sahip Brezilya’nın
kendi otomobilini üretmeye başladığını birkaç defa tekrarlıyor. “ABD’de
kullanılan Volkswagen arabalarının yüzde 95’i Brezilya’da
üretilmektedir” diyor Erbakan...
“Otomobil üretiminde kullanılacak kaliteli işçimiz var” tespiti de Erbakan’ın...
Sonra söyledikleri, sorunlarımızın sürekliliğine işaret ediyor: “Bugün
Türkiye’de 300 bin sanat okulu mezunu, mühendis, teknisyen ve sanatkâr
vardır; bunların yüzde 5’i sanayi sahasında, yüzde 95’i başka sahalarda
çalışmakta, çeşitli yerlerde kâtiplik, biletçilik yapmaktadır.”
“İmalât nasıl olacak?” sorusuna cevabı da şu: “İlk senelerde otomobil
imalâtında kullanılacak malzemenin yarısını Türk malı olarak imal etmek
mümkündür. Otomobil için yeni bir yatırım yapılmasına da lüzum yoktur;
bu hususta lüzumlu fabrikalar mevcuttur. Bunlar bugün yüzde 10 kapasite
ile çalışmaktadırlar. (..) Böyle bir imalât belki montaj fabrikalarından
da istifade edildiği taktirde ufak yatırımlarla tahakkuk
ettirilebilir... İmalat, devletin önderliğinde yapılmalıdır.”
Doçent Erbakan’ın yaptığı bu “sunum”un ardından başlayan “soru-cevap”
bölümünde, Türkiye’yi yöneten “zihniyet”ten ibret dolu örnekler de
ortaya çıkıyor.
Meselâ Kemal Kurdaş, doğrudan giriyor söze: “Biz, geri kalmış bir
memleketiz, yerli otomobil yapamayız!.. Senin Brezilya dediğin ülke bir
deli tarafından idare ediliyor!”
Mehmet Baydur gibiler ise, şöyle karşı çıkıyor “yerli otomobil fabrikası” kurulması fikrine;
“Çimento ve şeker fabrikaları kurduk da ne oldu?.. Bunlar, bugün büyük bir yük!.. Memlekete hayır değil, felâket getiriyor...”
Prof. Cemil Koçak; Erbakan’ın “sunum” yaptığı 4 Mart 1961 tarihli
Bakanlar Kurulu toplantısından sadece 3 ay sonra; “Devrim otomobili” ile
ilgili ilk toplantının yapıldığını not düşmüş kitabında!..
Demek oluyor ki;
Erbakan, bir “ufuk” açmış ve böylece “Devrim’in öncüsü” olmuştur!..
NEDEN SİYASETE GİRDİ?
Peki, böylesine “zeki”, böylesine “donanımlı” ve böylesine “başarılı”
bir “bilim adamı” olan Erbakan; niye “bilim adamlığı”nı sürdürmedi de,
“siyaset”e girdi.
“Siyaset”e ilk adımını attığı günlerde, yani 1969’da, “Neden siyaset?” sorusuna şu cevabı verir:
“Memlekette yapılacak çok şey var. Bilimadamı olarak zorladım, olmadı.
Odalar Birliği’nde genel sekreter, sonra başkan olarak zorladım, yine
olmadı. Yapmak istediklerimi gerçekleştirmenin tek yolu siyaset
görünüyor.”
Onun, “yapmak” istediği çok şey vardı.. “Siyaset”e onun için girmişti...
“Yaptıkları” da oldu, “önünü kestikleri” için, yapamadıkları da!..
Ama, bir “iz” bıraktı arkasında...
“Yapılamaz” denilen birçok şeyin “yapılabilir” olduğunu gösterdi...
Bu milleti, “aşağılık kompleksi”nden kurtardı...
Daha yakın bir tarihte, “toplu iğne bile yapamayan” Türkiye, bugün
“kendi tankını, kendi uçağını” yapma aşamasına gelmişse, bunun
“öncü”lüğünü yapan Erbakan Hoca’dır.
Bu millet;
Hem “bilim adamlığı”ndan, hem “siyaset”çiliğinden, hem de “devlet adamı” ve “insan”lığından dolayı çok şey borçludur O’na...
Hakkını helâl et Hocam...
Mekânın cennet olsun...
Derdin ki;
“Sohbetlerini özledim.”
Ben de seni özleyeceğim Hocam.
Erbakan Hoca, İstanbul Teknik Üniversitesi Motorlar Laboratuvarı’nda
“Yüzde yüz yerli ilk ve tek motor”u yaptı... 1956 yılında ise Türkiye’de
ilk yerli motoru seri halde imal edecek olan 200 ortaklı Gümüş Motor
A.Ş.’yi kurdu... Pancar Motor adıyla çalışan fabrikanın temelini 1956’da
attı, seri imalat 1960’da başladı... Erbakan Hoca, Türkiye’nin ilk
yerli otomobili Devrim’in de öncüsü olmuştur...
================
Dua makamında
MSP’nin ilk yılları... “Miting”lerden bir miting... Erbakan Hoca,
meydanda toplananlara hitap ediyor... Meydanda 3-4 bin kişi ya var, ya
yok... Ama Erbakan Hoca, “onbinlerce vatan evlâdı” diye hitap ediyor
onlara...
Kurmaylarından biri; “Ne onbinleri, alanda 3-4 bin kişi ancak var”
diyecek oluyor... Yanındaki, müdahale ediyor; “Hoca dua makamında
söylüyor, dua makamında!.. İnşallah bir gün, onbinlere de hitap eder,
yüzbinlere de!”
Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, Erbakan Hoca’nın “dua makamında”
söylediği sözler “gerçek” oluyor... Gerçekten de; “onbinler”e,
“yüzbinler”e ve hatta “milyonlar”a hitap ediyor...
Siyasete ilk adımını attığı günden “27 yıl sonra”, milyonlarca insanın oyunu alıp “iktidar”a geliyor, “Başbakan” oluyor.
Bugün, önce Hacıbayram Camii’nden, sonra da Fatih Camii’nden, son yolculuğuna uğurlayacağız onu...
Tabutunun etrafında, “onbinler, yüzbinler” saf tutacak, “cenaze
namazı”na katılamayan “milyonlarca insan” ise yapılan “dua”lara “amin”
diyecek. “Dua makamında” söylediği sözler, işte gerçek oldu... “Çok
sevdiği Nermin Hanım”ın yanına “milyonların duası” ile defnedilecek.
“Dua”larımız seninle... Mekânın cennet olsun Hocam... |