ÖLÜMÜNÜN 15. YILINDA
NECİP FAZIL KISAKÜREK
Doç. Dr. İsmail ÇETİŞLİ
(Bu makale, Ay Işığı dergisinde (S.10, Yaz 1998, s.6-13) yayımlanmıştır.)
Yaram var, havanlar dövemez merhem;
Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem. (Bendedir, s.42)[1]
25
Mayıs 1983′te ebediyete intikal eden Necip Fazıl Kısakürek'in vefatının
üzerinden tam on beş yıl geçti. 1940 sonrası nesilleri üzerinde büyük
bir tesire sahip olan şair, kamuoyu tarafından daha ziyade bir fikir ve
aksiyon adamı olarak tanımakla birlikte, kanaatimizce o, her şeyden önce
bir sanatkârdır. Zira onun söyledikleri, bilinmeyen şeyler değildir;
hatta bu düşünceleri çok daha derinlemesine ele alan fikir adamlarımız
da mevcuttur. Necip Fazıl'ı farklı ve üstün kılan, söylediklerinden
ziyade, bunları söyleyiş tarzı; yani sanatkârlığıdır. Bu sebeple onu
gerçekten tanımak ve anlamak isteyenler, öncelikle sanatı ve
sanatkârlığı üzerinde durmalıdırlar. Hemen belirtelim ki, Necip Fazıl'ın
sanatkârlığı, tiyatro, hikâye ve roman türlerinde de ifadesini bulmuş
olmasına rağmen, asıl şiirde gerçek mânâsına kavuşur ve zirveye ulaşır.
Kısacası o, Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin ilk plânda adı zikredilmesi
gereken birkaç şairinden birisidir.
HAYATI
Necip Fazıl
26 Mayıs 1905'te İstanbul'un Cemberlitaş semtindeki büyük bir konakta
doğmuştur. Asıl adı Ahmet Necipolan şair, Abdülbaki Fazıl Bey-Mediha
Hanım ailesinin ilk çocuğudur. Onun çocukluğu, aslen Maraşlı olan büyük
babası MehmetHilmi Efendi'ye ait dört katlı koca bir konağın kalabalık
ortamında dadılar, lalalar, mürebbiyeler arasında geçmiştir. Babası ile
yakın bir diyalog kuramayan Necip Fazıl'ın yetişmesinde aile reisi
Mehmet Hilmi Efendi'nin büyük tesiri vardır. Torununa karşı -onu bir
hayli şımartacak kadar- büyük bir alâka ve sevgi besleyen Mehmet Hilmi
Efendi, ona ilk dinî telkinleri vermenin yanısıra, Maraşlılık ve
Anadoluluk şuurunu aşılamıştır.
Çocukluk yıllarında bir hayli zayıf
ve hastalıklı olan geleceğin Kaldırımlar şairi, okuyup yazmayı henüz
dört-beş yaşlarında iken konakta öğrenmiştir. On iki yaşına geldiğinde
ise Pol ve Virjini, Graziella, La dome aux Camelias, Zavallı Necdet,
Michel Zevaco serisi gibi santimantal ve macera türü eserleri okumuştur.
Bundan sonra Necip Fazıl için mektep yılları gelir. Onun ilkokul
öğrenimi, çeşitli okullarda ve düzensizdir. Bunları şu şekilde
sıralayabiliriz: Gedikpaşa'daki Fransız Mektebi, aynı semtteki Amerikan
Mektebi, Büyükderede'ki yalıya taşınmaları üzerine (1913) Emin Efendi
Mahalle Mektebi, yatılı olarak Büyük Reşit Paşa Nümune Mektebi,
Vaniköy'deki Rehber-i İttihat Mektebi ve Heybeliada'ya taşınmaları
üzerine de (1915) Nümune Mektebi. Necip Fazıl bu yıllarda kendini
derinden sarsan bazı acı olaylar yaşar. Kız kardeşi Selma ölmüş; onun
acısına dayanamayan annesi verem olmuş; 1915'te de büyükbabası vefat
etmiştir.
Çocukluktan delikanlılık çağına geçme devresinde ilk
aşklarını yaşayan Necip Fazıl, tahsilini Heybeliada'daki Bahriye
Mektebi'nde sürdürür. Yahya Kemal, Hamdullah Suphi, Hüseyin Cahit
Yalçın, Ahmet Hamdi Akseki gibi önemli şahsiyetlerin hocası olduğu bu
okul, onun şiir ve edebiyata yönelmesi; hatta ilk denemelerini kaleme
alması bakımından son derece önemlidir. Okulda adı "şair"e çıkan Necip
Fazıl, kendinden birkaç sınıf önde bulunan Nazım Hikmet'le burada
tanışmıştır. Yine aynı okulun edebiyat hocalarından İbrahim Akşî Efendi,
Necip Fazıl üzerinde derin tesiri olan şahsiyetlerden birisidir. Zira
İbrahim Akşî Efendi'nin verdiği iki hediye kitap, onun tasavvuf ve
mistizme yönelmesini sağlamıştır. Şair, bu yılların ruh dünyasını şöyle
özetler: "Marazî bir hassasiyet... Acıtan bir hayal kuvveti... Ve bu
arada dehşetli bir korku..."
Necip Fazıl'ın yüksek öğrenimi 1921
yılında kaydolduğu Darulfünûn'un Felsefe Bölümü'ndedir. Buradaki hocası
Mustafa Şekip Tunç vasıtasıyla Henri Bergson'u tanır. Fakülteyi
bitireceği yıl girdiği imtihanı kazanarak Sorbon'da felsefe tahsili
yapması için Fransa'ya gönderilmesi (1924), Necip Fazıl'ın önünde yeni
bir kapı aralar. Ancak o, Paris'te bulunduğu sürece felsefe tahsili
yerine sanat çevreleriyle ilgilenmiş ve tam bir bohem hayatı yaşamıştır.
Onun ömrü boyunca kurtulamayacağı kumar tutkusunun başlangıcı da
Paris'tedir. "Bütün bir mevsim, Paris'te gündüz ışığını görmedim.
Paris'te gündüz nasıldır, haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin
başlangıcında da hafakanlarla yatağından fırlayıp kulübe koşuyordum."
Tahsili
ile doğru dürüst ilgilenmediği için hükümet tarafından tahsisi kesilen
Necip Fazıl, bir süre daha dayısının yardımlarıyla Paris hayatını
sürdürdükten sonra İstanbul'a dönmek zorunda kalmış; babasının ölüm
haberini de bugünlerde almıştır.
Necip Fazıl yurda dönüşünde (1925)
geçimini temin edebilmek için bazı bankalarda (Osmanlı Bankası, Hollanda
Bankası, İş Bankası) memur ve müfettiş olarak çalışmış; Fransız
Mektebi, Ankara Devlet Konservatuarı, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi
ve Robert Kolleji'nde değişik tarihlerde ve farklı sürelerde öğretmenlik
yapmıştır. 1931'de vatanî görevine başlayan şair, askerlik dönüşü
zengin bir paşa kızına âşık olur ve uzun süre bunun bunalımını yaşar.
Kısakürek'in 1935'lere kadar olan hayatı çok büyük ölçüde düzensiz,
disiplinsiz ve derbederdir. Paris'te alıştığı bohem hayatını, Türkiye'ye
dönüşünden sonraki on yıl içinde de devam ettirir. Bu yıllar, onun
bütün benliğiyle fikrî ve ruhî bunalımlar yaşadığı bir dönemdir. "Genç
şair (Nokta Nokta)'yı, kabzasına kadar ciğerlerine girmiş bir bıçak gibi
öz eliyle sökerek çöplüğe atmış, fakat şimdi o yaranın yerine bambaşka
bir iltihap peydahlamıştır. Avrupalının (Kriz entelektüel) veya (kriz
metafizik) dediği, korkunç üstü korkunç bir buhran, madde ve ötesini
kurcalama buhranı... Herşeyin künhünü, dibini, dayanağını, aslını,
zatını arama belâsı... Belâ ki, belâ; insanda bedahet duygusu diye bir
şey bırakmayan ve ona zorla mutlağı aratan belâ... Zaman nedir, mekân
nedir, aydınlık nedir, karanlık nedir, var nedir, yok nedir, "Ne"
nedir?"
Necip Fazıl böyle bir buhran ortamında bunaldığı 1934 sonları
bir dönemde "Efendim ve can kurtarıcım" dediği Nakşî Şeyhi Abdülhakîm
Arvasi'yi tanır. Bu tanıyış onun ruhunda büyük bir inkılâba zemin
hazırladığı gibi, bir türlü deva bulamadığı "ağrıyan akıl dişi" de belli
bir sükûna kavuşmuş olur. Şair, zamanla bu inkılâbın hazırladığı
kapıdan geçerek farklı bir kimlikle yeni bir misyonun sahibi olacaktır.
Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel... (Allah Dostu, s. 32)
Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız! (Nazar, s.33)
1935'lerde
Muhsin Ertuğrul'un tesir ve teşvikleriyle tiyatroya yönelen Necip
Fazıl, önce Tohum, andından da Bir Adam Yaratmak isimli tiyatrosunu
kaleme alacaktır. 1936'da da Ağaç dergisini çıkararakyayımcılığa adım
atar. Estetizim ve spitürealizmi esas alan dergide Ahmet Kutsi Tecer,
Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Burhan Toprak, Fikret Adil,
Mustafa Şekip Tunç, Sabahattin Ali, Ahmet Muhip Dıranas, Sait Faik,
Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi imzalar bulunmaktadır.
1942'de memuriyetten
ayrılan Necip Fazıl, bundan sonraki hayatını kalemiyle kazanmaya karar
verir. 1 Eylül 1943'te, 1978 Haziranına kadar pek çok defa kapatılan,
siyasî, fikrî ve edebî bir kimliğe sahip Büyük Doğu mecmuasını çıkarır;
1949'da da Büyük Doğu Cemiyeti‘ni kurar.
1962'den sonra ise, yaklaşık
on yılı kapsayacak bir süre, vilayet vilayet dolaşarak konferanslar
verir. Ancak yazıları ve konferansları yüzünden sık sık mahkemeye
verilir ve zaman zaman hapse girer. 1972'den sonra daha çok evinde kendi
köşesine çekilen şair, çalışmalarını burada sürdürür. Doğumunun 75.
yıldönümü münasebetiyle 1980 yılında Türk Edebiyatı Vakfı bir gece
tertip ederek onu "Sultanü'ş-Şuara" ilan eder; Kültür Bakanlığı da Büyük
Kültür Armağanı‘nıona verir.
Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983'te vefat etmiş, Eyüp sırtlarındaki mezarlığa defnedilmiştir.
MİZACI
Batı
ve bize has değerlerin hayat verdiği bir iklimin müstesna
sentezlerinden biri olan Necip Fazıl, tam mânâsıyla "nev'i şahsına
münhasır" bir insandır. O, çocukluk yıllarından itibaren zekasıyla hemen
dikkati çeker. Son derece güçlü bir "ben" duygusuna sahiptir.
Mağlubiyeti, ikinciliği asla kabul etmez; kolay kolay da kimseyi
beğenmez. Kavgaları, büyük ölçüde bu beğenmeme mizacından kaynaklanır.
Son derece temiz ve titiz giyinen şair, sohbetleri renkli ve nüktelidir.
Tok, gür ve yüksek bir sesle konuşur. Bunda da kendinden emin olma
duygusu sezilir. Sevgi ve yergilerinde mübalâğalıdır. Zira yüceltmek,
idealize etmek, trajedi hâline getirmek, onun kişiliğinin bir
parçasıdır. Çevresinde birçok insan bulunmasına rağmen sık sık
anlaşılmamak ve yalnızlıktan şikayet ederek; "Kendimi nesli tükenmiş bir
orangotan maymunu kadar yalnız hissediyorum." demekten geri durmaz.
Shakespeare, Goethe, Rimbaud, Baudelaire, Pascal, Yunus Emre, Fuzûlî,
Şeyh Galip, saygı duyup dilinden düşürmediği insanlardır.
Ayhan
Songar onun ruh portresini şöyle çizer: "Erişilmeyecek bir zeka,
ihtiraslı bir benlik, engin bir mizah duygusu ve senelerin örsünde
dövülüp pişerek nihayet gerçek bir İslam veli'sinin ana çizgilerine
kavuşma noktasında hayata sessizce veda eden müstesna bir şahsiyet
yapısı."[2]
Necip Fazıl'ın mizacını sezdirebilecek iki anektodu burada zikretmek faydalı olacaktır:
Bir
gün treni kaçırmış. Öfkeli öfkeli gardan dönüyormuş. "Ne o üstad treni
kaçırdınız mı?" diye sormuşlar. "Hayır!", demiş; "Kovdum gitti!"
Bir
ara oturduğu apartman katında eşek beslemeğe kalkışır. Bir bayram günü
eşek, misafirlerden birinin üstünü kirletince, misafirlerine; "Ne
yapalım efendim, eşekliğini gösterdi." açıklamasını yapar ve bu hevesten
vazgeçer.
ŞAİRLİĞİ ve ŞİİRİ
Necip Fazıl, tiyatro,
roman, hikâye, hatıra, deneme, makale türlerinde pek çok eser vermiş bir
yazar; birçok dergi ve gazetede yazılar yazmanın yanısıra Ağaç, Büyük
Doğu, Borazan dergilerini çıkarmış bir yayıncı ve gazeteci; on yıl
boyunca bütün Türkiye'yi dolaşıp büyük kalabalıklara konferanslar vermiş
bir hatip olmakla birlikte, asıl şairdir.
Kısakürek'in yazı hayatı
Heybeliada'daki Bahriye Mektebi'nde başlar. Büyükbabasının ölümü üzerine
yazdığı kompozisyon ödevi ile başlayan bu faaliyet gittikçe güçlenir ve
ömrünün sonuna kadar devam eder. Başta şiir olmak üzere tiyatro,
hikâye, roman, hatıra, deneme, makale, inceleme türlerinde 70 cildin
üzerindeki esere imza atmıştır.
Hatıralarında, hasta annesinin isteği
üzerine henüz on iki yaşında iken şair olmaya karar verdiğini belirtir.
"Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır: Annem
hastahaneydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı,
küçük ve eski bir defter... Bitişikte yatan genç kızın şiirleri varmış
defterde... Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp:
-Senin, dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Annemin
dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım
bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi... Gözlerim,
hastahane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgara karşı,
içimden kararımı verdim:
-Şair olacağım!
Ve oldum."[3]
Yine
hatıralarında ilk şiirini aruz vezniyle yazılmış bir deneme olduğunu;
yayımlanan ilk şiirinin ise Millî Mücadele yıllarında Tercüman
gazetesinin edebî ilavesinde yer aldığını belirtir. Bugünkü
bilgilerimize göre onun yayımlanan ilk şiiri 1 Temmuz 1923 tarihli Yeni
Mecmua‘daki Kitabe'dir. Bir mezartaşı kitabesi olan bu şiirin sahip
olduğu, ölüm motifi, aşktaki marazî hassasiyeti, tekke şiirinden gelen
edası, divan mazmunlarını yeni bir sesle kullanılışı, gelecekteki Necip
Fazıl'ın ilk müjdecisi gibidir.
Benim de yerim bu il oldu yâhû!
Gençlik bahçesinde sel oldu yâhû!
Çünkü tâ derinden bağrımı yaran
O başımın tâcı el oldu yâhû!
Saçları boynumdan dalgalandı da
Beni boğmak için tel oldu yâhû!
Alevde yaktıktan sonra, nefesi
Külümü savurdu, yel oldu yâhû!
Ben bu hâlden ibret almadan göçtüm
Ondan ibret alan el oldu yâhû![4]
Aynı
dergide peş peşe yedi şiiri daha yayımlanır, ama bunların hiçbirisini
ne Çile‘ye ne de diğer şiir kitaplarına almayacaktır. Necip Fazıl'ın
şiirde kendi sesini daha belirgin olarak duyurduğu şiiri, 1924′te Millî
Mecmua‘da yer alan Örümcek Ağı‘dır. Öyle ki, bir yıl sonra bastıracağı
ilk kitabının da adı olan bu şiir, "Çocuk, bu sesi nereden buldun sen?"
sorusuyla Ahmet Haşim'i bile şaşırtır ve onun genç bir şair olarak
tanınmasını sağlar. Özellikle mısralardaki sesi ustaca kullanma, hece
veznindeki oturmuşluk, beklenilmeyen şaşırtıcı kafiyeler dikkat
çekicidir.
Duvarda bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ.
Ruhum, gün doğunca sönecek gibi,
Şimdiden hayata ediyor vedâ.
Kalbim yırtılıyor her nefesinde;
Kulağım, rûhumun kanat sesinde,
Eserim duvarın bir köşeşinde;
Dışarda çığlığım geziyor dağ dağ.[5]
Bir
taraftan dergilerde şiirlerini yayımlamayı sürdüren Necip Fazıl,
1925′te ilk şiirlerini Örümcek Ağı adı altında kitaplaştırır. Bunun
ardından Kaldırımlar (1928) ve Ben ve Ötesi (1932) gelir. Hiç şüphesiz
Kaldırımlar şiiri, onun bu vadideki şöhretini çok daha güçlü bir biçimde
perçinler ve yıllar yılı "Kaldırımlar Şairi" olarak tanınmasını sağlar.
Nitekim Peyami Safa, Nahit Sırrı, Abdullah Cevdet, Reşat Nuri, Mustafa
Şekip, Ziya Osman Saba, Kaldırımlar hakkında yazılar yazarak, tükenmekte
ve kendini tekrarlamakta olan Türk şiirine yeni bir ses ve nefes
geldiği hususunda birleşirler. Bundan sonraki şiir kitapları Sonsuzluk
Kervanı (1955), Çile (1962), 101 Hadis (1951), Şiirlerim (1969), Çile
(1974), Esselam (1973) bundan öncekilerin, bazı yeni şiirlerle
birlikteki yeni baskıları durumundadır. Necip Fazıl, şiirlerini 1974'ten
itibaren Çile adı altında toplamıştır.
Burada bir parça durup Necip
Fazıl'ın şiire başladığı veya biraz önce zikrettiğimiz şiir veya
kitaplarını yayımladığı yılların Türk şiirinin genel bir panoramasını
çizelim. Böylece hem Necip Fazıl'ın şiire ne getirdiğini daha iyi tanıma
imkânı buluruz hem de onun şiirimizdeki yeri ve önemini tespit etmiş
oluruz.
Necip Fazıl'ın ilk şiirini yayımladığı 1923'lü yılların Türk
şiirinde görülen en belirgin çizgi, Balkan Harbi yıllarında başlayan
Millî Edebiyat anlayışının -bazı değişikliklerle birlikte- varlığını
güçlü bir biçimde devam ettirmekte oluşudur. XX. yüzyılın başından
itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşanan büyük olaylar, Türk
milletinin sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî yapısını ve bu yapıyı
oluşturan bütün müesseseleri derinden sarsmıştır. Bir taraftan düşmanla
savaşılıp vatanın ve milletin istiklâli için mücadele verilirken bir
taraftan da sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî hayatın yeniden
şekillendirilmesine çalışılır. Anadolu'nun merkezinde kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, söz konusu mücadelenin somut örneğidir. Türk kimliği,
kültürü, tarihi ve coğrafyasının çok daha şuurlu biçimde öne çıktığı bu
dönemde, yazar ve şairlerimiz, dikkatlerini çok büyük ölçüde bu noktalar
üzerinde yoğunlaştırırlar. Yer yer uzak Türk tarihi, coğrafyası ve
kültür değerlerini yoklayan şiirimiz, daha çok Anadolu coğrafyası,
insanı ve onun değerleri üzerinde yoğunlaşarak güçlü bir memleket
edebiyatı geleneği oluşturur. Öte taraftan, temeli Tanzimat yıllarına
kadar uzanan batılılaşma süreci de, varlığını sürdürmektedir. Bu süreç,
Rusya'daki ihtilâlin de tesiriyle maddeci ve Marksist bir niteliğe doğru
kaymıştır. Her iki çizginin birleştiği ortak nokta, ideolojik veya
muhtevacı bir şiir olmuştur.
XX. yüzyıl Türk şiirinde, söz konusu
muhtevacı şiire karşı ve bir anlamda ona tepki olarak farklı bir şiir
arayışı da dikkati çeker. Bu, yüzyılın başında, Servet-i Fünûn şiir
ikliminde yetişmiş Fecr-i Âtî grubunun başlatıp Ahmet Haşim ve Yahya
Kemal‘in olgunlaştırdığı saf şiir hareketidir. Saf şiir, haricî âlemden
ve sosyal hayattan uzak durarak insanın iç dünyası ve psikolojik hâlinin
ifadesini esas alır.
Necip Fazıl'ın şiirini, ana çizgileriyle de
olsa böyle bir saf şiir anlayışı ve hareketinin devamı olarak düşünmek
mümkündür. "Fakat Necip Fazıl'ı bu akıma bağlayan, sadece şiiri kaba bir
ideolojizmden veya materyalist bir dünya görüşünden uzaklaşmaktan
ibarettir. Bunun yanısıra daha mistik ve metafizik temayüller,
yalnızlık, vehimler, sayıklamalarla görülen trajik karakter Necip
Fazıl'ın şiirini bu saf şiirden ayıran hususiyeti teşkil eder."[6] O,
kulağını "ruhunun kanat sesi"ne vermiş spirütüalist bir şairdir. II.
Meşrutiyet sonrasında dikkatini büyük ölçüde haricî dünyaya çeviren Türk
şiiri, onunla birlikte iç dünyaya yönelmiş, mistik ve psikolojik bir
derinlik kazanmıştır.
Necip Fazıl'ın şiiri ve şairliği ile ilgili
olarak -bunun dışındaki- birtakım kaynaklardan da bahsetmek mümkündür.
Bunlar: "Form bakımından doğudan divan, tekke ve halk edebiyatının şiir
geleneğinden gelen estetik ve fonetik unsurlar, muhteva olarak da
tasavvufî, daha çok sırrî diyebileceğimiz motifler, hikmetli düşünceler;
batıdan ise Ahmet Haşim'in çığrını açtığı sembolist ve empresyonist
şiirin izleri, psikoloji alanına yeni ufuklar açmış olan Freud'un, sanat
sistemlerine de tesir eden şuuraltı ve libido teorileri, varlığa ve
zaman kavramına yeni bir mânâ kazandıran Bergson felsefesi, hayatın ve
insanın yeni bir yorumunu getiren egzistansiyalizm."[7]
Bu sebeple
onun şiirlerinde başlangıçta azda olsa görülen halk edebiyatı tesiri,
Kaldırımlar‘dan itiberen tamamiyle kaybolur. Divan şiiri tesiri çok daha
zayıftır. Bunun dışında belli ölçüde olmak üzere Ahmet Haşim, Yahya
Kemal, Verlaine, Rimbaud, Baudelaire, Bergson, Freud, sembolizm,
empresyonizm, egzistansiyalizm tesirinden bahsedilebilir. Unutmayalım ki
Necip Fazıl, çok büyük ölçüde batı kültürü, düşüncesi ve sanatının
yoğurduğu bir insandır. Zamanla "eve" dönen şair, kendine has bir
doğu-batı sentezi oluşturur.
Aslında Necip Fazıl'ın başlattığı şiir,
çağın ortak bir duygusu olarak, ideolojik veya muhtevacı şiirde eserler
vermiş pek çok şairi de etkilemiş, bu vadide eser vermelerine zemin
hazırlamıştır. Enis Behiç Koryürek, Salih Zeki Aktay, Ömer Bedrettin
Uşaklı, Sabahattin Ali, Haluk Nihat Pepeyi, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan
Seyfi Orhon, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer gibi şairler, bu
daire içinde yer alırlar.
Necip Fazıl'ın altmış yılı bulan sanat
hayatı ve bu süre içindeki şairliğini üç dönem hâlinde değerlendirmek
mümkündür. Söz konusu dönemler, üç önemli şiirde belirginleşip kendini
hissettirir. Bunlar; 1928 tarihli Kaldırımlar, 1938-39 tarihli, Çile ve
1949 tarihli Sakarya Türküsü isimli şiirlerdir. Yaklaşık onar yıllık
arayla kaleme alınmış olan bu üç şiir, bilinçli olarak Çile isimli
kitabının üç ayrı bölümüne yerleştirilmiştir.
Çile'nin "Şehir"
bölümünde yer alan Kaldırımlar, Necip Fazıl'ı şairlik şöhretinin
zirvesine yükselten bir şiir olmuştur. Şairin iç dünyasını başarılı bir
biçimde dışa yansıtan Kaldırımlar; büyük şehirdeki yalnız adamın
yalnızlık, korku ve ölüm duyguları ekseninde vücut bulmuştur. Öyle bir
adam ki; gecenin karanlıklarını "ıslak bir yorgan gibi" sımsıkı
bürünmüş, kimsesiz ve yalnızdır. O, "kaldırımların emzirdiği" bir çocuk,
"kaldırımların kara sevdalı eşi", "Başını bir gayeye satmış kahraman
gibi" etiyle, kemiğiyle sokakların "malı"dır. Ne kaldırımlar kadar onu
ne de onun kadar kaldırımları anlayan vardır. Bu sebeple alnının
ateşini, buz gibi kaldırım taşlarında söndürüp ölmek ister. Kısacası;
"Türk edebiyatında büyük şehrin ortasında ferdin yaşadığı yalnızlığı bu
kadar kesif ve kuvvetli olarak anlatan pek az şiir vardır."[8]
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır. (Kaldırımlar I, s.50)
Necip
Fazıl, Kaldırımlar merkezli 1935'lere kadar olan şiirlerinde tam
mânâsıyla ferdiyetçi bir şairdir. Korku, tedirginlik, hafakan, ölüm, öte
duygusu, zaman ve metafizik arayışlar, -hayatı boyunca devam etmekle
birlikte- bu dönemşiirlerinin belli başlı temalarıdır. Mesela; onun ilk
devir şiirlerindeki hâkim temalardan biri korkudur. "Bu duygu,
anlaşılamayan ayak sesleri, periler, cinler, hayaletler, kabuslar, siyah
kediler, geceleri insanın etrafında fıldır fıldır dönen kambur cüceler
gibi ürpertici motiflerle, birtakım irreel varlıklarla beraber gelir.
Bunlardan bir kısmının, Sabır Taşı tiyatrosunda olduğu gibi halk
masalları arasından çıktığı düşünülse bile, umumiyetle ferdî bir iç
sıkıntısının, ruhî bir boşluğun ifadesi olarak görülmektedir."[9] Necip
Fazıl'daki bu korku egzistansiyalistlerin, insanın yalnızlık içinde bu
dünyaya atılmasından doğan korkusuna (angoisse) benzer.
Prof. Dr.
Şerif Aktaş'ın tespitlerine göre, Necip Fazıl'ın şiirlerindeki temel
endişe, "kendi varlığının sırrı"dır. Dolayısıyla şiirlerindeki temel güç
de, "ferdin kendisiyle didişmesi"dir. O şiirinde, "insanî aczin
ifadesi"ne yöneldiği zaman, Türkçe'nin imkânları içerisinde yeni
söyleyişler ve yeni imajlar yakalayabilmekte; her insanın kendi şart ve
imkânları ölçüsünde karşılaşıp tanıdığı ferdî trajedisini, yaşadığı
psikolojik hâlleri şiirleştirmede üstattır.[10] Bu sebeple onun
sanatındaki en belirgin hususiyet, hayatının önemli bir kısmını işgal
eden zihnî ve ruhî arayışların, tatminsizliklerin, burkuntuların,
sancıların, ürpertilerin, korkuların, tereddütlerin, sıkıntıların
şiirini yazmış olmasıdır. Bu hususiyet, sadece şiiri ile sınırlı değil;
tiyatro, hikâye ve romanlarının da asıl varlık sebebidir. Necip Fazıl,
her gün biraz daha yoğunlaşıp karmaşıklaşan böyle bir ruhî ve zihnî
buhran ve bunalımlarını sanatı ve özellikle şiirinin merkezi yapmıştır.
Onu gerçekten anlamak ve anlatmak istediğimizde, bu merkezden hareket
etmemiz gerekir. Aksi takdirde ulaşacağımız netice, yanıltıcı olacaktır.
"Necip Fazıl Kısakürek, ilk Cumhuriyet nesli şairleri arasında en
trajik, veya daha uygun bir deyimle, en ‘patetik' olanıdır. Bu bakımdan
o, şiirlerinde ‘bunalımlarını' anlatan son kuşak şairlerine yaklaşır.
Fakat onlara hayatı boş, karanlık ve karışık gösteren ruhî sıkıntı daha
ziyade sosyal sebeplere bağlı göründüğü halde, ‘Kaldırımlar' şairinin
ızdırabı, daha çok ferdi ve metafizik bir mahiyet taşır."[11]
Necip
Fazıl'ın sanatındaki ikinci dönem, 1935′lerden itibaren kendini
hissettirmeye başlar. Elbette ki, böyle bir değişmede, sürekli bir
biçimde kendi varlığını ve onun dış âlemle olan ilişkisini sorgulayan;
varlığın sırrını idrak etmek isteyen mizacının büyük rolü vardır.
Aslında o, beyni "zonk zonk" sızlayanlardan biri ve baştan beri "gaibi
kurcalayan çilingir"dir. Aldülhakîm Arvasi, onun bu sorularına aydınlık
bir kapı aralar. böylece buhranlarına bir çıkış yolu bulan Necip Fazıl,
dikkatini metafizik dünyaya çevirmiştir.
Çile‘nin "Allah" bölümünde
yer alan ve ilk ismi Senfoni/Senfonya olan Çile; onun fert ve
ferdiyetçilikten dinî mistik/metafizik dünyaya geçişin şiiridir. Bu
noktada her biri yedi dörtlükten müteşekkil dört bölüm, 28 dörtlük ve
112 mısradan meydana gelen Çile üzerinde durmak faydalı olacaktır.Zira
Çile, bir anlamda onun bütün şiirlerinin özü ve özetidir. Nitekim
kendisi "Bütün şiirlerimi ‘Çile'ye irca edebilirsiniz." diyerek bunu
tasdik eder.
Çile, Necip Fazıl'ın bütün benliği ile ben'inde yaşadığı
bir inkılâbın hikâyesi; mistik ve metafizik bir çilenin ifadesidir.
Âdeta bir yanardağın patlamasını andıran zihnî ve ruhî bir idrak
inkılâbı. Söz konusu inkılâp, onun hakikati bulma veya hakikate ulaşma
ve bütün boyutları ile idrak etme tecessüsünün meyvesidir. Zira onun
hayatının "biricik mesele"si budur. Çile, Necip Fazıl'ın hayatında
yaşadığı ruh burkuntularını, beyin sancılarını, gerçeği arayışı
esnasında yaşadığı hafakanları dile getirdiği gibi, sonunda ulaştığı
idrak noktasını da vurgular. Bir başka söyleyişle Çile, şairin "maddî ve
manevî çapıyla kendi "ben"i, kendi nefsi ile, daha sonra da eşya ve
kainat ile tam bir hesaplaşmadan sonra; yine kendi "ben"inde beşeriyeti
kucaklayan çileler sonunda, mutlak hakikate ulaşma cehdini" ifade
etmektedir.[12]
Dikkatle baktığımızda Çile'de yaşanan inkılâp
sürecinin üç aşamalı olduğunu görürüz. Onun yaşadığı ve büyük ölçüde
Kaldırımlar'da ifadesini bulan çilenin birinci merhalesi, hayatın beş
duyu vasıtasıyla ve bütün sathîliği ve maddîliği ile idrak edilip
yaşandığı bir devredir. "Ne, neden, nasıl, niçin, niye" gibi hiçbir soru
yoktur. Her şey nefsî veya bedenî ihtirasların elindedir. Necip Fazıl
bu dönemde; "şan" ve "şöhret" ihtirası ile hep "nefs"inin ardından koşan
"meçhuller caddesinin kimsesiz seyyahı", "kendi sesinin yankısından
kaçan çocuk", yeryüzünün tek "serseri"si ve "derbeder"idir. Ben
şiirindeki şu teşbih, bu dönemi çok güzel ifade eder. "Benliğin
dolabında, kör ve çilekeş beygir." Gerçeği idrak etmenin ikinci
merhalesine ulaştığı zaman bu dönem "körlük" olarak
değerlendirilecektir.
Ben, kimsesiz seyyahı, mechuller caddesinin;
Ben, yankısından kaçan çocuk,kendi sesinin. (Ben, 41)
Hırsıma ne şöhret yetti, ne de şan;
Döndüğüm her nokta dünyadan nişan...
Nefsimin ardından koştum perişan,
Ondan bir kıl bile anlayamadım. (Nefs-i Levvame, s.143)
Bundan
sonra ikinci merhale gelir. İkinci merhalenin kapısı birtakım sorularla
aralanmış olmalıdır. Beş duyunun kendine sunduğu dünya karşısında
tatmin olmayan şair, gerçeğin sırlarını kurcalamaya başlar. Zira, içinde
yaşadığı gerçek, gerçekliği ile onu tatmin etmemiştir. Arayışlar ve bu
esnadaki sorular, bir gün gaiblerden gelen bir sesle karşılığını bulur
ve sırrını aradığı gülle beyninde patlayıverir. Bu, hakikati idrak etme
devresidir artık. Ancak, bir önceki idrak seviyesi ile bu seviye
arasında büyük bir fark vardır. Nitekim şair, uzun uzun bu hâlin tasviri
yapar.
Sanki gök devrilmiş, dünya "Bir bardak su gibi" çalkalanmış,
boşluklar yıkılmış, istikametler sönmüş ve tam bir "kızılca kıyamet"
yaşanmaktadır.
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde...
Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk. (Çile, s.17-18)
Aslında
inkılâp dış dünyada değil, şairin iç dünyasındadır. Nitekim avcının
attığı okun ateşten zehrini tadınca, "can" elması kül olmuş; burnu,
yok'un burnuna değmiş; öz ağzından kafatasını kuşmuş; son çare diye
yatağa kapanmıştır. Böylece şafakla birlikte "yepyeni bir dünya" ile
karşı karşıya kalmıştır. Öyle bir dünya ki:
Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor;
Bütün bir insanlık yalana teslim. (Çile, s.18)
Böylece
şair, beş duyu ile hayatı ve varlığı kavrama noktasından bir üst idrak
noktasına ulaşmıştır. Bu merhale; hayatın ve varlığın çıplak bir biçimde
görülmesi merhalesidir. Nitekim söz konusu çıplaklık, her şeyin yüzde
yüz değişmesine sebep olmuştur.
Birinci merhale ile ikinci merhale
yan yana değerlendirildiğinde, Necip Fazıl'ın gerçeği idrak etme
noktasında nasıl bir mesafe kat etmiş olduğu daha iyi anlaşılır. Aslında
şairi sersemleten de iki merhale arasındaki mesafenin büyüklüğüdür.
Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe. (Çile, s.19)
Necip
Fazıl'ınçilesinin son merhalesi, gerçeğin tam mânâsıyla idrak edildiği
bir basamaktır. Artık eşyanın mânâsıyla alâkalı sorular bitmiş, dış
dünyadaki karmaşa sona ermiş, her şey yerli yerine oturmuştur. Geçmiş ve
geleceğin çetin bilmecesi çözülmüş, sihirli kapı açılmış, her şey tam
bir aydınlığa kavuşmuş ve "nizam", "ahenk" ve "birlik" hâkim olmuştur.
Bu son merhaleye, Mutlak Varlık'ı bilme merhalesi diyebiliriz. "Bilinmez
meşhur" bilinince; yani Mutlak Varlık'ın o olduğu idrak edilince,
varlık ve ben ile ilgili bütün sorular da bitmiştir. Zira "ilâhî yapı",
"Binbir avizeyle uçsuz bucaksız maddede" tezahür etmiş; maddenin en
küçük birimi olan "atom" aydınlanmıştır. Böylece şair varlığın "gölge"
olduğunu idrak edip onu aşmıştır. Artık onun gayesi "öteler"; "biricik
meselesi" de "bütün dalların birleştiği kök"e ulaşmak ve "sonsuz"a
varmaktır.
1939'da kaleme aldığı Sanat şiirinde ve Poetika'sında bunu
açıkça ortaya koyar. Otuzüç Yıl isimli şiirinde ise önceki yıllarını
küçümser:
Anladım işi; sanat Allahı aramakmış;
Buymuş oyun, gerisi yalnız çelik-çomakmış... (Sanat, s.29)
Otuzüç yıl, saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...
(Otuzüç Yıls.31)
Necip
Fazıl, 1947′lerden sonra sanat hayatının son dönemine erişir. Çile'nin
"Cemiyet" bölümünde yer alan Sakarya Türküsü, onun toplumcu yönünün hem
başlangıcı hem de en güzel lirik örneğidir. Artık o, kalabalıkların
önünde cemiyete yol ve yön gösterme fonksiyonunu üstlenmiş bir "dava"
adamıdır. Büyük Doğu Marşı, Destan, Muhasebe, Zindandan Mehmed'e Mektup
vb. şiirleri, bütünüyle böyle bir dava adamı anlayışının ürünüdür. Necip
Fazıl'ın bu yönü, nesirleri ve konferanslarında çok daha belirgindir.
Durun kalabalık, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak; (Destan, s.194)
Cemiyet, ah cemiyet, yok eden ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle...
(Muhasebe, s.196)
Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış; elbet bizimdir!
(Zindandan Mehmed'e Mektup, s.212)
Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgar, artık ne yandan esersen es!
(Surda Açılan Gedik, s.218)
Necip
Fazıl şiirleri üzerinde sürekli değişiklikler yapan bir sanatkârdır.
Toplam 205 şiirinden kitaplarına giren 179'dan 131'nde çeşitli
değişiklikler yapmıştır. Söz konusu değişiklikler, iki temel sebebe
bağlıdır; estitik endişe ve değişen fikrî yapının getirdiği endişe.
Böylece onun şiirlerindeki değişmenin yapı, dil ve üslûp ile muhtevada
olduğunu söyleyebiliriz.
Şiire aruzla başlayan Necip Fazıl, birkaç
denemeden sonra hece veznine geçer ve hecenin en usta, en güçlü
şairlerinden biri olur. Poetika'sında da heceden yana tavır takınır.
Onun şiirlerindeki kafiye, alışılmış ve çağrışımların getirdiği bir
kafiye olmaktan öte beklenmeyen ve şaşırtıcı kafiyedir.
Baştan beri
sık sık vurguladığımız gibi, Necip Fazıl'ı büyük yapan temel unsur,
sanatkârlığıdır. Sanatkârlık; duygu, his, hayal ve düşüncenin ferdî,
estetik ve orijinal bir biçimde dile dökülmesinde kendisini gösterir. O,
iç dünyasındaki her türlü dalgalanmayı, zihnindeki soruları son derece
orijinal imajlarla ifade etmesini bildiği kadar; bu ifadeye vücut veren
dili de ustaca kullanır. Titiz bir dil işçisidir. "Üstat, seçtiği her
kelimeye, hiçbir kimsenin tasavvur edemeyeceği mânâ ve nüanslar
kazandırmıştır. Yalnız şu husus iyi bilinmelidir ki, onun bu mahareti,
‘teşbih' ve ‘mecaz' gibi edebî sanatlara başvurmalarınkinden tamamiyle
farklıdır. O, kaidelere bağlı klasik söz sanatları ile süslenmiş sunî
bir üslûba sahip değildi. Şiir ve nesirlerindeki müstesna güzellik,
doğrudan doğruya kelimelere verdiği ‘hüviyet' ile onları istif etmekte
gösterdiği dehadan gelmekteydi."[13] Kısacası o, nev'i şahsına münhasır
bir üslûbun şairidir.
Cumhuriyet sonrasının büyük şairi Necip Fazıl Kısakerek'i, ölümünün 15. yılında rahmetle anıyoruz.
Kaynak: http://www.ismailcetisli.com/ismailcetisli/makaleler/olumunun-15-yilinda/ 07.11.2008.