Kafdağı'nı
Yüklenen Toz Kanatlı Kelebek: Necip Fazıl
Mehmet Nur KARAGEÇİ
Bir şair için en kötü şey, sadece birkaç şiiriyle bayraklaşması, bunun dışında
onunla ilgili ciddi bir çalışma yapılmadan belli kabuller çerçevesinde
değerlendirilmesidir. Birkaç şiiriyle bayraklaşan bir şair, artık kendini
kitlelere istediği şekilde tanıtamaz ve şiir burcunda yeterince dalgalanamaz.
Kamuoyu bunun böyle olmadığını kabul etse de, bir şair için çok tehlikeli olan
bu bakış açısından şairlerimizin kurtulması kolay olmasa gerek. Bu çerçevenin
dışına çıkıldığında şairler çok daha rahat değerlendirilebilir ve onların
şiiri, sanatı, eserleri üzerinde daha objektif kriterlerle fikir yürütülebilir.
Şairler bir toplumun haykıran sesi, gören gözü, duyan kulağı ve en önemlisi
vicdan aynasıdır. Hassas ruhlarıyla farklı âlemlerden devşirdiklerini, bize
şiir dilinin imkânları ölçüsünde aktarırlar. Bu mânâ çerçevesine giren şairler
birkaç şiire hapsedilmeyerek bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu bakış
tarzı, onlara vefamızın da gereğidir.
Cumhuriyet devri Türk şiirinde farklı bir yol açarak, şiirin nefes almasını
sağlayan Necip Fazıl Kısakürek, son dönemde akademik çevrelerce yapılan
çalışmalarla hak ettiği yeri almışsa da, onun halk nazarında tanınması Sakarya
Türküsü, Zindandan Mehmet’e Mektup ve Kaldırımlar üçgenine sıkışmış gibidir.
Necip Fazıl’ı biraz da bayraklaşan bu şiirleriyle tanıyıp, belli bir kalıba
hapsetmek, şairin diğer fikirleri hakkında bilgi sahibi olmamızı engeller.
Bizce Necip Fazıl’ı esas sanatkâr ruhunu aksettiren diğer şiirleriyle
değerlendirmek icap eder. Bu da iyi bir şiir okuması, tahlil, terkip ve
araştırma aşkıyla olacak bir iştir.
Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim
Toz kanatlı bir kelebek edasıyla Kafdağı’nı omuzlayan şairimiz 1905’te
Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e doğru inen sokakların birinde, kocaman bir
konakta doğar. İlköğrenimini yaptıktan sonra Fransız Mektebi ve Amerikan Koleji
gibi okullara devam eder. Orta öğreniminden sonra Mekteb-i Fünun-i Bahriye’ye
kaydolur. Öğrenim gördüğü bu okul bir yıl uzatılınca burayı bırakarak
Dârü’l-Fünûn’un felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Şair ruhu, ilk kalem
tecrübelerini yapmak için onu zorlar. Yazdığı şiirlerin bir kısmını dönemin
edebiyat üstadı Yakup Kadri’ye gösterir. Bir taltif olarak şiirleri bir süre
sonra devrin sanat ve edebiyat alanında nabzını tutan ‘Yeni Mecmua’da
yayımlanır. Aslında Necip Fazıl’ın şairliği kendi ifadesiyle 12 yaşında, tuhaf
bir bahaneyle başlamıştır: “Şairliğim 12 yaşında başladı. Bahanesi tuhaftır.
Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı,
küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış
defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp ‘senin’ dedi,
‘Şair olmanı ne kadar isterdim!’ Annemin bu dileği bana, içimde besleyip de 12
yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin tâ
kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kan ve uluyan
rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: Şair olacağım! Ve oldum. O gün bugün,
şairliği küçük ve âdi hissiliklerin üstünde gören, onu idrakin en ileri
merhalesi sayan ben, bu küçük ve âdi bahaneyi hiç unutmadım.” Aslında patlamaya
hazır bir duygunun ortaya çıkması için sürenin dolması anlamındadır annesinin
isteği. Zaten şair bir ruha sahip olan, şiiri bir ihsas olarak gören Necip
Fazıl için şiirinin ve şairliğinin ortaya çıkmasıdır bu küçük bahane.
Zamanın Millî Eğitim Bakanlığı, yurt dışına burslu olarak talebe göndermek için
bir imtihan açar. Kazananların gideceği yer, bir zamanlar şairlerimizin,
romancılarımızın hayalini süsleyen, medeniyetler ve hürriyetler şehri, sanat ve
edebiyatın kalesi olarak telâkki edilen Paris’tir. Bilhassa Tanzimat devri Türk
edebiyatının hayal şehri olan Paris’e gitmek için Necip Fazıl da bu imtihana
girer. Yıl 1924’tür. Kafasında birçok soru ve bir nevi ruh azabıyla
Marsilya’ya, oradan da Paris’e geçen şairimiz, meşhur Sorbonne Üniversitesi’ne
kaydolur. Yaşamış olduğu buhranlar ve fikir bunalımları neticesinde bohem bir
hayatın içinde bulur kendini. Okula devam edemez. Fransa’nın gece hayatında
oyalanır bir süre. Devletin verdiği bursu bile kumar masasında kaybeder. Artık
onun için gündüzler gece, geceler gündüz olmuştur. Gündüzleri uyku, geceleri
Paris’in aldatıcı ışıltılı hayatı… Bu şartlar altında bütün parasını kumarda
kaybeden şair, devletin dönüş için verdiği bileti bile aynı şekilde kaybeder.
Başarısız geçen bu tahsil dönemi neticesi devlet bursu kesilir. İstanbul yolu
görünür şairimize. Yıl 1925’tir. Bu dönüş onun için yeniden doğuşun ilk
tohumları olacaktır ileriki yıllarda. Ama henüz filizlenmemiştir bu tohum.
Şairin ruhundaki fırtınalar, varlık ve yokluk arasındaki gelgitlerden
kurtulamamıştır henüz.
Bir süre, dönemin gözde mesleği olan bankacılıkla uğraşır. Bir arkadaşının
vasıtasıyla ‘Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işbaşı yapar. Bir süre sonra
Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1934’e kadar içindeki
gelgitlerle yaşayan şair, bir tevafuk eseri durgunlaşmanın ilk yansımalarıyla tanışır.
Bir gece çalıştığı bankadan evine vapurla dönerken karşısında oturan ve
gözlerini ondan ayırmayan ‘Hızır’ tavırlı bir adam ona, kurtuluş reçetesi
yazacak bir hekimin adresini verir. Bu hekim, şairin içindeki iniş çıkışları
düzlüğe çevirecek, gelgitleri yutacak, ruhunu sakinleştirip onu hakikat
iklimine çevirecek bir zâttır: Abdulhakim Arvasi.
Şairin, “Efendim! Benim efendim, benim, güzellerin güzeli efendim!” diye
hayranlık ve aşk derecesinde bağlı olduğu Abdulhakim Arvasi; tam otuz yıl
gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran, aylarca yıkık ve şaşkın, benliği kazan ve
aklı kepçe, deliler köyünden bir menzil aşmak için gezinen, öz ağzından
kafatasını kusan, meçhuller caddesinin kimsesiz seyyahı, Allah’ın körebesi,
cinlerin padişahı olan şairin ufkunda bir hakikat güneşi gibi doğar.
Yaram var, havanlar dövemez merhem
Artık, yeni bir hayat başlar şair için. Hayata bakış tarzı değişir. Yeni bir
isim arar hayat lügatinde bu hâline. Herkesin bildiği dilden bir isim. Zorlu
nefis diz çökmelidir artık önünde. Çünkü heybesi hayat doludur bundan böyle…
Biricik meselesini belirler bu yeni dönemde: Sonsuza varmak. Artık gölge
varlıkta barınamayan şair, “Kaçır beni âhenk, al beni birlik!” der
yalvarırcasına. Birilerinin çok değer verdiği şairliği, sanatkârlığı dahi istemez:
“Ver cüceye onun olsun şairlik/Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.” mısralarıyla
bu dönemde şiirdeki gâye ve anlayışını belirler. Artık şiir, Mutlak Hakikat’i
aramakta kullanılan bir vâsıtadır onun lügatinde.
Bu yeni dönemde, metafizik yanını hazmedemeyenlerin Necip Fazıl’ı edebiyat
tarihinden âdeta silmek için büyük bir taarruza geçtikleri görülür. Bir
zamanlar Türk edebiyatının gelecek va’d eden genç bir istidadı olarak takdim
edilen Necip Fazıl, Babıâli’de dönemin kimi yazarlarınca aforoz edilmek istenir.
Bu hareketin başını, Türk Edebiyatı tenkitçisi ve uydurukça dil akımının önde
gelenlerinden Nurullah Ataç çeker. Belli ki bu değişim kabul edilmek
istenmemektedir edebiyat âleminde. ‘Sâbık Şair’ diye resmedilir bir süre. Fakat
tenkit ve tepkilere değer vermez şair. Kararlıdır yeni bir hayatla huzura
ermeye. Aslında bu yaklaşım tarzı bizim edebiyatımızda sadece Necip Fazıl’la
ilgili bir tepki, bir dışavurum değildir. Ne yazık ki insandaki temel yaratılış
gerçeğinin ilim yoluyla olgunlaşma olduğunun kavranamaması, insanın değişime
kapalı bir anlayışla ele alınması, onun fıtratının hiçe sayılmasıdır. Türk
edebiyatının son dönem romancılarından Kemal Tahir, Osmanlı tarihiyle meşgul
oldu ve müspet kanaatler belirtti diye, yine aynı tepkilere maruz kalmamış
mıydı? Değişmenin önünde direnmek veya insanı sâbit fikirlerle yaşamaya
alıştırmaktan daha büyük bir yobazlık var mıdır yeryüzünde? Ama şunu unutmamak
gerekir ki, bu reflekslerin altında yatan temel düşünce, aydınımızın tarihiyle
ve kültürüyle olan yakınlaşmasından duyulan rahatsızlıktır. “Kendi geçmişini
bilmeyenler, başka milletlerin şikârı (avı) olmaya mahkûmdur.” veciz ifadesiyle
zıtlaşma, bizim aydınlarımızın en bâriz vasfı hâline gelmiştir son dönem Türk
edebiyatında.
Bütün bu tepkilere kendi çapında göğüs geren Necip Fazıl için, artık yeni bir
dünyanın ışıkları altında hâdiselere yaklaşmak vardır, dert vardır, çile
vardır. Bundan böyle onu zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiştir. Renk, koku, ses
ve şekil ötelerden haber vermektedir. Anlamak yok, anlar gibi olmak vardır
hâdiseleri. Allah diyenlerin boynunda vebal, yolcu inmez hanların usanmaz
bekçisi, ısınmaz külhânların tükenmez ormanı, benliğin dolabında kör ve
çilekeştir.
Bu değişim sürecinde Türk fikir ve edebiyat dünyasında da büyük bir hareketlenme
baş göstermektedir. Yabancı fikir akımlarının, nesilleri bir ahtapot gibi saran
materyalizm ve pozitivizm akımlarının tesirleri iyiden iyiye kendini
hissettirir olmuştur. Buna bir nebze de olsun “Dur!” demek için 1936’da ‘Ağaç’
dergisini çıkarır Necip Fazıl. Devrin birçok yazarını bünyesinde toplayan bu
dergi, birçok sanat ürününün de tanınmasında vesile olur. Mücadelelerle geçen
bu dönem akabinde 1943’te ‘Büyük Doğu’ dergisini de yayın hayatına hediye eder.
35 yıl yayımlanan bu dergi, edebiyat ve fikir tarihi açısından ayrı bir öneme
sahiptir. Necip Fazıl’ın dergiler çıkararak kendini bir fikri mücadelenin
ortasına atması, ondaki değişmenin fikir plânından çıkarak aksiyoner kimliğe
bürünmesinin müjdecisidir. Dergilerde neşredilen yazıları, kalem kavgaları
kitleler üzerinde tesir icra ediyor, Necip Fazıl isminin yurdun her tarafında
çığ gibi büyümesini sağlıyordu. Bu çığın arkasından gelen konferanslar faslı,
bütün yurdu dolaşarak sinesindeki hakikatleri nesle boşaltma imkânını veriyordu
şaire. Hemen hemen yurdun dört bir yanını dolaşan şair, Salihli, İzmir,
Erzurum, Van, İzmit, Bursa, Konya, Adana, Maraş ve Tarsus’taki konferanslarıyla
geniş bir kitleye ulaşma imkânını bulur. Konferansları sürerken kendini şiir ve
yazıdan da uzaklaştırmayan Necip Fazıl, 1980 yılına kadar on üç yıl süren ve
siyasî, kültürel ağırlıklı olan meşhur ‘Rapor’larını fikir hayatımıza armağan
eder. Onun bütün bu çalışmaları sessizce bir başkalaşma (metamorfoz) devresi
şeklinde anlaşılmalıdır. Kozasında büyük bir titizlik, dikkat ve sancı içinde
doğacak günü bekleyen bir kelebeğin sonsuzluğa uçmasıydı bu sıkıntılı,
mücadeleli ve aksiyon ağırlıklı dönem.
26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı’nca ‘Sultanu’ş-Şuara’ (Şairler Sultanı )
seçilir. Bunu, 1982 yılında ‘Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’ eseri
vesilesiyle aldığı ‘Yılın Fikir ve Sanat Adamı’ mükâfatı takip eder. Artık
hayatının son demlerini yaşayan şair, kendini tamamıyla çok önem verdiği
eserleri yazmaya adar. Cemiyetteki aksiyoner kişiliği yerini bir tasavvuf
dervişine bırakır. İnzivaya çekilir, bir daha çıkmamak üzere küçücük odasına
kapanır. Kendisinden fikir almak için yanına gidip gelenleri kabul eder.
Ömrünün son günleri, Erenköy’de bulunan evindeki küçük odada, kesinleşmiş 1,5
yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her an cezasını çekmek üzere götürülmeyi
bekleme sıkıntısı içinde geçer. Ama bu sıkıntılı dönemden de meyve almayı bilen
Necip Fazıl, sıkıntılar içinde çalışmaya devam eder.
Her canlı için mukadder olan ölüm, âgûşunu Necip Fazıl’a da açmıştır 25 Mayıs
1983 gecesinde. Koca çınar, perde ardından haber olarak tarif ettiği ölümle yüz
yüze gelir. İşi aceledir şairin. Çok önem verilen ve birkaç günlük süs olan
gençlik, geçmiştir artık. Eserler darmadağın, emek yüzüstüdür. Eşyaları
toplamak vakti gelmiştir. İşi aceledir şairin. Ben ölünce dostlarım bayram
etsin, der. Hem de üst üste tam kırk gün kırk gece düğün:
“Ben ölünce etsin dostlarım bayram
Üst üste tam kırk gün kırk gece düğün!
Açı doyurmaksa kabirde meram,
Yemeğim Fatiha, günde beş öğün.”
Herkesin beklediği büyük bir randevusu vardır. Kimi cana, kimi cânâna, kimi
eşe, kimi dosta kavuşabilmenin bekleyişi içindedir. Necip Fazıl da son
randevusuna hazırlık içindedir. Ama “Bilsem nerede, saat kaçta/Tabutumun
tahtası, bilsem hangi ağaçta” diyerek bu randevunun ölüm olduğunu fısıldar
kulaklarımıza. Bir çocukluk sevinci içinde karşılar tabutu. İbrahim Edhem gibi
tâcı, tahtı, sorgucu unutmak lazımdır gönüllere sultan olmak için:
“Sultan olmak dilersen, tâcı, tahtı, sorgucu unut!
Zafer araban senin, gıcırtılı bir tabut.”
Her şeye küsmüştür şair. Bu dünyada ne varsa renk, nakış, lezzet, ne varsa
küstür. Gözündeki son mârifet, Azrail’e tebessümdür. Yahya Kemal’in ‘Sessiz
Gemi’ şiirinde ifade ettiği gibi artık demir almak günü gelmiştir zamandan.
Meçhule giden bir gemi kalkmaktadır hayat limanından. Yolcusunu almaya
kararlıdır. Son gidişte ne mendil sallanır ne de kol. Çok kimse gitmiştir bu
sefere; ama seferinden dönen olmamıştır. Sessiz gemiye bu sefer de Necip Fazıl
binmiştir ve dilinde şu mısralarla bize el sallayarak mutluluk diyarına doğru
yol almıştır:
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?!”
Ver cüceye onun olsun şairlik
Osmanlı’nın son dönemlerini yaşamış, Cumhuriyet’in ilk dönemlerini idrak etmiş
Necip Fazıl, tam bir kültür buhranının ortasında kendini bulmuştur. Bir
taraftan Trablusgarp Savaşları, bir taraftan Meşrutiyet, bir taraftan Çanakkale
ve Millî Mücadele… Cemiyetin en hassas ferdi olan şairlerimizin ruh
dünyalarında bir nevi şok tesiri yapmıştır bu tarihî hâdiseler. Koca bir
coğrafyadan bir avuç toprağa mahkûm olmuştuk ve elde kalanı koruma hassasiyeti,
o dönem insanının temel düşüncesiydi. Millet tek vücut, bütün imkânlarını
seferber ederek bu mukaddes mücadeleyi omuzlamıştır. Şairler de bu mücadeleyi
kırık mızraplarıyla destanlaştırmaya çalışmıştır. Mehmet Âkif, toplumun ölüm
kalım savaşını destanlaştırmıştır. Cephedeki adamın dikkatiyle hareket eden
Âkif, toplumu bütün cepheleriyle kucaklamıştır. Batmakta olan bir milletin sesi
ve çığlığı olmuştur. Unutmayalım ki şairler, şahsî acılardan, metafizik
bunalımlara kadar toplumun haykıran sesidir. Yahya Kemal, Âkif’in dertli bir
bülbül edasıyla kurtarmağa çalıştığı koca imparatorluğu, tarih çerçevesinde
tespit etmeğe, onun büyüklüğünü gözler önüne sermeğe çalışmıştır. “Demek ister
ki, evet siz bizim bu medeniyet dönemimizi kapadınız. Ama unutmayınız ki bu
kapadığınız dönem, medeniyetler tarihinde bir altın kitaptı. İşte ben
çağımızdan geriye dönerek onun içinde yaşıyorum. Bir nevi mermerlerle o dönemi
mumyalıyorum, tâ gelecekte bir çağ, onun bu mumyalarını çözdüğünde onu taptaze
görebilme imkânına ersin.”1
Fikirleriyle olduğu kadar şiirleriyle de Türk edebiyatında farklı bir yere
yerleşen Necip Fazıl, Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin kurulmasında temel fonu
teşkil etmiştir. Bir yandan Halk şiiri bir yandan da Batı şiiri ölçülerini aynı
potada eriterek şiiri, basit hislenmelerden kurtarıp insanın kendi ‘ben’ini
arayan bir vasıta hâline getirmiştir. Türk şiirinde yeni bir oluşumu sessiz ve
derinden yapmıştır. Bu oluş, yıllarca siyasî bir temel üzerinde yükselerek bazı
küçük ihsasların yansıtıldığı bir vasıta olan şiiri insanın, hiçbir asırda
değişmeyecek, asil duygularını aksettirecek hâle getirmesidir. “Hakikati arama
ve bulma cehdinde, ruhun zaman zaman büründüğü renk ve ulaştığı ve çok defa da
aştığı üslûp olayı olmaktan başka bir şey değildir şiir onun için. Şiir aslında
Necip Fazıl’da sürekli olarak ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en
etkili ve tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan.” 2
Onu sadece bir şair olarak görmemek gerekir; tiyatroları, nesirleri, romanları,
hikâyeleri, anıları ve kalem kavgalarıyla da bir devre ışık tutmaktadır Necip
Fazıl. Bu mevzuda mutlaka söylenecek çok söz vardır. Necip Fazıl’ı en iyi
tanıyan ve yorumlayanlardan olan son dönem Türk edebiyatının şair ve
mütefekkirlerinden Sezai Karakoç’un şu nefis yorumuna kulak verelim bir de:
“Necip Fazıl’ın şiirinde asıl özellik, gerçeği arama ve ona vararak üstün ruh
erginliğine, ebedilik tadına varma olunca ‘Çile’ şiirinin tahlili, bütün
şiirinin anahtarı olabilecek demektir.(…) Çile şiirinin Necip Fazıl’ın daha
önceki şiirlerine bakan bir yüzü, daha sonraki şiirlerine bakan bir başka yüzü
vardır. Daha doğrusu sanki dört bölümlü olan şiirin birinci ve ikinci bölümleri
yer yer daha önceki şiirleri benliğinde, belli belirsiz özetlemiştir. Son
bölümü de gelecek şiirlerinin bir habercisi, bir prologudur. Çile’nin birinci
bölümünde içinde bulunulan ve sanki hakikatmiş gibi benimsenen peşin hükümler ve
alışkanlıklar dünyasının yıkılması ve bu yıkılıştan duyulan acı
anlatılmaktadır. İkincide bunalıma düşen ruh, artık eşyanın, varlığın ve var
oluşun sırlarını aramakta ve bu arayışın ölümden beter azabını
dillendirmektedir. Üçüncü bölümde şair hakikati bulmanın ve bunalımdan
kurtulmanın metot ve çarelerini arar gibidir. Mesafeler ve yolların insanı
aldatışı, büyücünün hıncı, aynaların geçen zamana eş verdiği ızdırap, lügat
kavramıyla sembolize edilen bilginin yetersizliği, tabiatın insanın içindeki
iniş ve çıkışlardan daha basit bir yapıda oluşu, yani insan giriftliğinin dış
dünyayı aşması, umudun bunlarda olmadığını bize göstermektedir. Fakat son bölüm
bir var oluş bunalımına sürükleyen gaiplerden gelme sesin bu kez aydınlıklarla
ansızın ‘ben’i sardığını ve ezel fikri ve ebed duygusuna götürdüğünü, ansızın
mâvera perdelerinin yırtılarak insanın hakikatin kucağına düştüğünü, artık
insanın Samanyollarından daha ötesiyle deniz dibindeki incilere sahip
çıkarcasına en değerli tutamak olan ebedî olmaya yönelmesi gerektiğini, yani
Allah’ı bulmak ve ondan asla ayrılmamak için yeni, büyük ve ulu hayatına
başlamasıyla kurtulabileceğini Türk şiir tarihinde unutulmaz bir poetik
bütünlükteki kıtalarla anlatmaktadır.(…) Halk şiiri motiflerinden, eşyanın
ötesinde bekleyen mesaja giden ve ondan yeniden topluma dönen Necip Fazıl
şiiri, uygarlığından soyulmuş bir toplum için, uzun vâdede yeni bir kurtuluş
umudunun kaybolmadığını, eşyanın ezildiği yerden mistik, tarihin koptuğu yerden
metafizik kurtuluş çizgilerinin fışkırdığı ruhun uyanışı şiiri oluyor. Necip
Fazıl şiiri merkez alınmadığı için Cumhuriyet sonrası şiirimizin gerçek yorumu
yapılamamıştır. Toplumdaki ekmek kavgası, ne Orhan Veli şiirini ne de bu Nazım
Hikmet özentili şiiri kurtarabilmiştir. Çünkü toplumumuz ekmek derdini bile
lirik ve daha doğrusu poetik plânda, en soylu dolaylı anlatıma kavuşturacak bir
mizaçtadır. Bin yıldır var oluş davasını ekmek kavgasının çok üstünde yaşamış
bir toplumu, tarihsiz, geçmişsiz, onursuz bir toplummuşçasına dile getirmeğe
imkân yoktur… İsterse o toplum gerçekten aç olsun. Onun açlığında tarihin
sıkıntısı vardır. O, ekmeğin içinde bile tarihe acıkmışken, tarihini bile
ekmeğe acıkma şeklinde anlatma, bu toplumu anlamama ve onun ruhuyla gerçek bir
bağ kuramama demektir. Hattâ böyle bir bağ kurabilmenin bütün imkânlarını da
kaybetmek demek.” 3
Dipnotlar
1- Karakoç, Sezai, “Edebiyat Yazıları – II ”, Diriliş Yay., İstanbul 1986,
s.52.
2- Age, s.67.
3- Age, s.82, 89.
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/kafdagi8217ni-yuklenen-toz-kanatli-kelebek-necip-fazil.html