15 Ekim 2009 23:43
KELEBEK ÖMRÜ
Sevdâya alışkın bu gönüller seni bekler,
Son darbe de her cân o ölüm bûseni bekler!
Sevdâ denilen çölde çiçekler de tuzaktır,
Vuslatı yakın sanma fizandan da uzaktır!
Ellerde, avuçlarda, senin ismin anılsın.
Gönlümdeki aşkın yine yoklukta sanılsın!
Yükselsin o rûhum, göğe çıksın, sana değsin.
Çektirdiğin âhlarla gönül gökleri eğsin!
Hakkın bizi halk ettiği toprak ne de paktır!
Herhalde bu yüzden ki mezâr taşları aktır!
Heyhat! Kara sevdâ denilen yol ne de dardır!
Aşk bitti mi dünyâ kelebek ömrü kadardır!
(Kelebek Ömrü, Ürün Yayınları, Ankara 2009, s.11)
Konu: Aşk. Buradaki aşk, daha sonra açıklanacağı üzere tabiî, beşerî ve ilahî olmak üzere üç katmanlı bir aşktır.
İzlek: İnsanı yaşatan ve ömrüne anlam katan temel değer, aşk duygusudur. İnsanın var oluşunu tam olarak gerçekleştirebilmesi, aşk duygusunu diri tutmasına bağlıdır.
Düşünce: Şiir, esas itibariyle tam bir düşünce şiiri değildir. Ancak taşıdığı düşünsel eğilim itibariyle mistik bir şiirdir. Şair, şiiriyle tam bir fenâ fi’l-aşk olduğunu gösteriyor.
Olay: Bu metin, manzum hikaye olmadığı için olay unsuru belirgin değildir; hatta hiç yoktur denilebilir. Tabii her şiirde belli belirsiz de olsa o şiirin yaslandığı bir takım olaylar vardır. Bunlar, bu şiirde çok arka planlarda kalıyor. Şiir, tamamiyle saf bir şiirdir. Şair, elbette yaşadığı bir takım olaylardan yola çıkarak böyle bir şiir damıtmıştır.
Varlık: Şiirde çöl, çiçek, el, gök, toprak, mezar taşı, yol, kelebek gibi bir takım somut nesnelere yer veriliyor. Bu varlıkların şiirde değerlendirilişi de tamamen sezgici/idealist bir yaklaşıma tabi tutulmuştur. Bu nesneler, kendi gerçek anlamlarıyla değil; şairin öznel yorumlarına tabi tutularak şiir içinde yeniden anlam kazanmışlardır. Şiir içi özel anlam boyutlarıyla zenginleştirilmişlerdir.
Duygu: Şiirde iyimser, yumuşak duygulardan yaşama sevinci, ümit, hasret, romantik ve yüceltilmiş aşk gibi duygular yoğun olarak işlenmiştir. Metin, büyük oranda duygu şiiridir.
Görüntü:
Nesnel Görüntü: Şiir, tamamen denilebilecek ölçüde soyutlamaya dayalı olduğu için, somut görüntüler hemen hemen hiç yok. Mesela somut bir manzara resmi, somut bir nesne tasviri hemen hemen hiç yok. Bu da şiirin başarısını ortaya koyan bir özelliğidir. Somutu soyutlama süzgecinden geçirerek verebilme, şiirde başarının göstergesidir.
Öznel Görüntü: Şiirde nesnel görüntü olmadığı gibi resimsel bir görüntü de yoktur. Tamamen hayallî bir öznel görüntü egemendir.
Soyut Görüntü: Simge ve İmgeler Dünyası
Şairin bu şiiri üretirken neler düşündüğü, neler hissettiği o kadar önemli değildir. O, şiirini bir kez yazmıştır ama; okuyucular onu şairinden bağımsız olarak binlerce kez çoğaltma hakkına yani kendi muhayyilelerinde yeniden üretme hakkına sahiptirler. Ahmet Haşim’in poetikasında ifade ettiği gibi şiir, resullerin sözleri gibi farklı tefsirlere, yorumlara açık olmalıdır. Şairin kastından farklı olarak değişik şekillerde yorumlanabilmelidir. Bu bakımdan ben de bu şiiri, şairinin üretim amacını, yazılış sürecini hesaba katmaksızın, çok da merak etmeksizin üç farklı çağrışım katmanı ile okumak istiyorum. Bir bakıma şiiri kendi bakış açımla ve öznel algılama tarzımla çokgen hâle getirmek istiyorum. O bakımdan yorumlarımın nesnel gerçeklikle birebir uyuşması değil; benim ne anlamak istediğim önemlidir. Gelelim benim algılamama göre şiirin üç anlam katmanına:
1. Tabiat aşkı: Şiirin yüzey yapısında kelebeğin ömrü, hayatı, özellikleri, çevresi ile olan münasebeti ve tabiat sevgisi vardır. Bu bağlamda kelebek, tabiat aşkını simgeler.
2. Beşerî aşk: Şiirin derin yapısında değinilen beşerî aşk, belirgin olarak öne çıkıyor. Beşerî aşk bağlamında kelebek, insan sevgiliye olan aşkı simgeler.
3. İlahî aşk: Yine derin yapıda gönderme yapılan ilahî aşk, çok bariz biçimde ön plandadır. İlahî aşk bağlamında kelebek, Allah aşkını temsil eder.
Şiiri her üç anlam ve çağrışım katmanıyla, birbiri içine geçmiş bir sarmal hâlinde okumak mümkün. Bu türlü bir okuma, kuşkusuz şiiri zenginleştirip çoğaltacaktır. Başka okuyucular da şiiri kendi duygu, düşünce, kültür ve bilgi birikimleri doğrultusunda farklı okumalara tabi tutabilirler. Şiir, böylelikle anonim ve mirî malı hâline gelebilir ve işlevsel olur. Yoksa sadece şairin kastı ile sınırlı bir anlam katmanı, şiiri kısırlaştırır.
*”Sevdâya alışkın bu gönüller seni bekler,”: Kelebekler genellikle kısa bir ömür yaşarlar. En fazla bir yıl hayatta kalırlar. O yüzden kelebek ömrü, kısa hayat sürecini temsil eder.
1.Kelebeği, burada baharın, neşenin, tabii güzelliğin, yeni bir coşkunun, dirilişin simgesi olarak alırsak aşka, sevdaya, güzelliğe, coşkuya, cıvıl cıvıl bir hayata alışkın olan gönüller, kelebeğin ortaya çıkmasını yani onun temsilciliğinde baharın gelmesini beklerler.
2. Gönlü aşkla, sevgiyle yoğrulmuş, sevmeye eğilimli her insan, kalbine, gönlüne hitap edebilecek bir dünyalı sevgili arayışı içindedir ve onu bekler. İnsan, ruh ikizini, eşini, sevgilisini arar ve bekler. İnsanların kendi ruhlarına, kalplerine hitap edecek ideal eşlerini beklemeleri süreci, insan hayatının önemli bir evresidir.
3. Kalbi katılaşmamış, duygusu sönmemiş, gönül gözü hakikata kapanmamış, hak ve hakikat arayıcısı olan her gönül, her insan, insan oluşunun anlamının ve değerinin farkına varmış her insan, gerçek sevgili olan, insanın aşk duygusunu gerçek ve tam anlamıyla doyuracak olan Allah aşkını bekler, O’nu arar. Özellikle tasavvufî süreç, bütünüyle ilahî aşkı kamil manasıyla bulmak için bir bekleme sürecidir. Tasavvuf, ilahî aşkı bekleme ve bulma cehdinin genel bir adıdır.
*”Son darbede her cân o ölüm bûseni bekler!”:
1. Tabiat aşkı bağlamında ölüm busesi, insanı kendinden geçirecek, kişiyi âdeta öldürüp yok edecek derecedeki çıldırtıcı güzellik, hoşluk, mutluluk üst noktasıdır. Baharla birlikte tabiattan hissedilen estetik hazzın son sınırı, ancak son darbedeki ölüm busesi imgesiyle en etkili biçimde yansıtılabilir.
2. Beşerî aşkta da kişinin tadabileceği en büyük aşk ve mutluluk hazzı, birlikte yaşanan aşkın gelebileceği en son sınırdır ve bu sınır da insanı âdeta öldürecek seviyeye gelen ölüm öpücüğüdür.
3. İlahî aşk bağlamında kişinin cezbe, istiğrak, trans hâli âdeta insanın öldüğü, kendini kaybettiği son sınırdır. İlahî aşkın en son sınırıyla hissedildiği o tepe nokta, ölüm busesi ifadesiyle dillendirilen, insanı zirveden sonra aşağı iten en üst düzeydeki temas anıdır. Aslında “ölmeden önce ölünüz” emri de tasavvufi anlamda yorumlanacak olursa, bedenen ölmeden önce insanın kendi varlığını, iradesini ilahî irade içinde eritmesi talebini içerir. Yani insanın öldükten sonra ulaşabileceği hâli, ölmeden önce daha dünyadayken elde etmesi hâlidir. İnsan öldükten sonra Allah’a elbette ulaşacaktır, O’nu görecektir ama önemli olan dünyada bu mertebeye ulaşabilmek. İşte bu tarifi imkansız hâli Mehmet Nuri Parmaksız, böyle çarpıcı bir mısra ile ifadeye kavuşturmak istemiştir.
*”Sevdâ denilen çölde çiçekler de tuzaktır,”:
1. Görünüşe bakılırsa kelebekler, çiçekten çiçeğe, o bitkiden bu bitkiye konar durur. Hüsn-i ta’lil sanatıyla açıklarsak o zaman kelebeğin büyük bir şevkle, heyecanla o çiçekten bu çiçeğe uçuşması onlara duyduğu aşkla izah edilebilir. Bu aşkın sonu, ucu bucağı yoktur. Bu çiçekler birer tuzak gibidir ve kelebeği aldatıp yok eder. Nitekim bir süre tabiat ortasında uçuştuktan sonra ölüp gitmektedirler.
2. Beşerî aşk bağlamında âşık, çiçekle simgeleştirilen dünyalı sevgililere âşık olur, gönlünün sonsuz aşk duygusunu onların tatmin edeceğini zanneder. Beşer olan sevgililere büyük bir aşkla bağlanır. Ancak bir süre sonra onların yetersizliğini, eksiğini, kusurunu görür ve aldandığını anlar. Böylece dünyanın çiçekleri olan sevgililer, insanı aldatan birer tuzağa dönüşür. “Sevdanın çöl olması” imgesi oldukça güzel ve yerinde bir üretimdir. Zira insandaki aşk duygusunun ucu bucağı yoktur, sonsuzdur. İnsan fıtratı sonsuzluğa, ebediyete müpteladır. İnsan kalbi, ve ruhu sınırlı, kısa ömürlü, ölümlü, sonlu olana razı olmaz. Birer çiçeğe benzeyen sevgililer de nihayet belli bir ömre sahiptir. Bir süre sonra kurur, buruşur ve ölürler. Kendisine büyük bir aşkla bağlanılan güzel sevgililerin hayatı, âşığı nazarında bir kelebek ömrü kadar algılanır.
3. İnsan yaratılışı, sonsuz, ölümsüz, sınırsız ve kusursuz olanı sevmek ister, ancak onunla tatmin olur. İnsanın sonsuzluk talebine de sadece Allah cevap verebilir. Dünyanın kadını, malı mülkü, evladı, makamı, şöhreti ve bunlara benzer bütün nimetleri bu üçüncü anlam katmanı bağlamında çiçek simgesiyle verilmiş. Mâsivâ, dünyaya ait bütün güzel unsurlar yani dünyanın çiçekleri, bu bağlamda insan için bir tuzaktır. Kişiyi ilahî aşktan alıkoyan birer tuzaktır. Hakiki aşkı engelleyen tuzaklardır. Divan şiirinde bir mazmun olarak bu çokça işlenmiştir. Kesretin vahdete engel olduğu, kesretin vahdeti örtüp gizlediği, insanı çelmelediği, gerçek sevgiliye ulaşmada engel olduğu motifleri çokça işlenmiştir. Mesela sevgilinin siyah ve çok tellerden oluşan saçı kesrettir, masivadır. Bunlar, tevhidin simgesi olan sevgilinin yanağını örterler. Onun için “örten” anlamında sevgilinin saçı kâfirdir, saçı dolayısıyla da sevgili kâfir olarak nitelendirilir. Mehmet Nuri Parmaksız da vahdete, tevhide ulaşmaya engel yani tuzak olan dünya güzelliklerini, maddi güzellikleri birer çiçek olarak simgeleştiriyor.
*”Vuslatı yakın sanma fizandan da uzaktır!”:
Fizan, özellikle Osmanlı döneminde uzak yerleri temsilen kullanılan bir mekan ismi olmuştur. Libya'yı meydana getiren üç eski bölgeden biridir. Bugünkü Libya'nın güneybatısında yer alır. Osmanlı zamanında bazı suçlular, Fizan’a sürgüne gönderilirdi. “vuslat” da kavuşma demektir.
1. Bir tabiat mistiği, bahar âşığı, yaz güzelliklerine meftun biri için uzun kış mevsiminde bahara ulaşmak, uzun bir bekleyiştir. Zaman çabucak geçivermez. Bahara kavuşmak, neredeyse mümkün olmayacak gibidir. Bu bağlamda bahar, Fizan’dan çok daha uzaklarda görülür.
2. Beşerî aşk bağlamında kişi, sevdiği, büyük bir aşkla tutulduğu insana kavuşmayı sabırsızlıkla beklediği için her saniye ona bir yıl gibi gelir. Sevgilisine kavuşacağı zamanı sabırsızlıkla, özlemle beklediği için ona kavuşmak Fizan’dan bile uzaktır. Fizan’dan da uzak olma imgesinin bir başka çağrışımı da şununla ilgili olabilir: Osmanlıda Fizan’a sürgüne gönderilenler ya çok uzun süre orada tutulurlar yani geri dönmeleri mümkün değil gibidir ya da oraya giden bir daha gelmez, oralarda bir şekilde ölür kalır. İşte âşık için, kendisinden ayrı olduğu sevgilisi Fizan gibi uzak mekanlarda tahayyül edilir. Sanki ona bir daha kavuşamayacak gibi bir hisse kapılır.
3. İlahî aşk yoluna girmiş bir kişi için Allah’a kavuşmak, O’nun aşkını elde etmek o kadar kolay değildir. O’na ulaşmak için uzun bir yol kat etmek gerekir. Mutasavvıflar yıllarca çile çekerler, zühd ve takva eğitimi alırlar, ondan sonra ilahî aşk yolunda mertebe katedebilirler. Allah aşkını elde etmek, Allah’a vasıl olmak, O’na kavuşmak, bu bakımdan Fizan’dan da uzaktır, yakın ve kolay bir yol değildir. Büyük zorluklar, emekler, çileler çekmek lazımdır.
*”Ellerde, avuçlarda, senin ismin anılsın.”: Bizim kültürümüzde sevilen bir nesneye elle temas, onu elle okşamak, avuçlamak, yakınlığın, samimiyetin, özdeşleşmenin, benimsemenin, kabullenmenin bir göstergesidir. Sevilen bir değer ya da nesnenin ellerde avuçlarda isminin anılması, ona duyulan sevginin sürekliliğini ifade eder. Bu bağlamda:
1. Bahar mevsiminin ve bu mevsimdeki tabiat güzelliğinin bir simgesi olan kelebeği elimize, avucumuza alarak onu âdeta okşarız, onunla oynarız, onu bir süre tutar sonra uçururuz. Böyle elle avuçla sağlanan temas, bahar mevsimindeki tabiat güzelliğinden duyulan coşkuyu ifade eder.
2. Sevdiğimiz insanın, sevgilimizin elini tutarız, elini tutmak onun elini, avucumuzun içinde âdeta saklamak şeklinde somutlaştırılan sahiplenmenin bir şeklidir. Sevgiliye kuvvetle duyulan aşk, onun elini avuçlarımızda âdeta kenetleyerek tutmakla özdeştir. Elini elimize aldığımız sevgiliyi hiçbir zaman bırakmamak, onunla ölünceye kadar birlikte olmak, hep onun ismini hatırda tutmak, aşkın gücünü ifade eder.
3. İlahî aşk bağlamında ise çok belirgin bir imge olarak karşımıza çıkıyor. Müslümanlar her işe başlarken Allah’ın ismini anarlar. Her işe besmeleyle başlanır. Yani Allah’ın ismini anarak başlanır. Bu Allah’a olan bağlılığın, sevginin ve teslim oluşun bir ifadesidir. Allah’ın isminin ellerde avuçlarda anılması ise Allah’a olan bağlılığımızın fiilî olarak gösterilmesidir. Dilimizle, sözle Allah’ın ismini hatırlamak vardır, önemlidir ama asıl önemli olan bizzat fiilî olarak, icraatla, işle, eylemle Allah’ın ismini anmaktır. Bu da elle olur. Zira el, insanın en önemli iş yapma, eylem ortaya koyma, icraat yapma organıdır. El olmadan pek bir iş yapılamaz.
Bütün ibadetler, hayırlar genellikle el yardımıyla yapılır. Bir de tabii Arap harfleriyle yazılan Allah kelimesi şekli itibariyle açık bir avucun parmaklarının şekliyle hemen hemen aynıdır. Serçe parmağı baştaki elif harfi, onun yanındaki 3 parmak da yandaki resimde görüldüğü gibi lam harflerinin ve güzel he’nin başlangıç çizgilerine tekabül eder. Baş parmak da he harfinin karşılığıdır.
Bu hâliyle insanların elleri ve avuçları, şekilleri, görünüşleri itibariyle sürekli Allah’ın ismini anarlar. Ayrıca her insanın parmak uçlarının çizgileri itibariyle kimseye benzememesi, biricik olmayı, yekta, tek, vâhid olmayı ifade eder. Allah da tektir, biriciktir, kimseye benzemek, vâhiddir, ehaddir. O hâlde her insanın elleri, yegane oluş bakımından Allah’ın ismini anarlar. Görüleceği gibi çok zengin çağrışımlara açık bir imge yüklülüğüne sahip bir mısradır bu.
*”Gönlümdeki aşkın yine yoklukta sanılsın!”: Aşkın yoklukta sanılması, aşkın en üst derecesidir. Bu varla yok arası bir hâldir. Bir şeyin var olması, somut anlamda görünür olması demektir. Somut anlamda görünürlülük, bir derecedir. Bunun da ötesi vardır. Halbuki bir şeyin artık görünemez olması, onun gelinebilecek en son dereceye ulaştığını ifade eder. Bizim geleneksel Türk-İslam kültürümüzde bu durumu ifade etmek üzere “şiddet-i zuhûrundan gizlenmek” diye bir ifade vardır. Bunu 3. anlam katmanı olan ilahî aşk bağlamında biraz daha açacağım. Bu bağlamda:
1. Kelebeğin temsilciliğindeki tabiat güzelliğinin, bahar coşkusunun şairin gönlündeki varlığı, sevgisi var olduğu görünemeyecek kadar yok sanılmaktadır.
2. Şair, beşerî sevgilisine duyduğu aşkın şiddetini ve büyüklüğünü böyle paradoksal bir imge içinde vurgulamaktadır. Türk şiirinde tezat, ya da paradoks, duygu ve düşünceyi kuvvetle ifade eden önemli bir üslup tekniğidir. Makul ve mantıkî görünmeyen tezat da denebilir buna. Aşkın varlığının yoklukta sanılması işte paradoks dediğimiz tekniği çok başarılı bir şekilde göstermektedir. Kuvvetli bir şekilde var olan aşkın âdeta yok sanılması hâli tam bir ayniyet ifadesidir, tam bir özdeşlik hâlidir. Şairin sevgilisiyle tam anlamıyla özdeşleşmesini ifade eder.
3. Tasavvufta çok kullanılan bir durum, burada yepyeni bir imgeye kavuşmuş. Geleneksel Türk tasavvuf edebiyatında fenafillah hâli, Allah’ın şiddet-i zuhûrundan (aşırı derecede görünürlülüğünden) gizlenmesi hâli, değişik mazmunlarla kullanılmıştı. Mutasavvıfın, fenafillah yani Allah’ta fani olmak, beşerî iradesini ilahî iradede tam olarak eritmek, Allah’la aynîleşmek derecesindeki bağlılığı ve aşkı söz konusudur. Allah’a olan aşkı o derece fazladır ki görenler âdeta yok sanırlar. Allah, yarattığı güzel eserlerle, bitkilerden hayvanlara, insanlardan denizlere ve yıldızlara kadar bütün güzel eserlerle kendi varlığını o kadar ayan beyan gösteriyor ki yani zuhuru, görünürlülüğünün şiddeti o kadar faza ki âdeta görünmez olmuş, gizlenmiş. Allah’ın insanlar tarafından görünmez olması bu manadadır. Mehmet Nuri Parmaksız, bu hâli kendi zamanına ve diline özgü olarak yeniden üretmiş.
*”Yükselsin o rûhum, göğe çıksın, sana değsin.”:
1. Tabiat sevgisi, bahar coşkusu şairi o kadar ferahlatıyor ki içi içine sığmaz oluyor. Ruhunda âdeta bir sonsuzluk duygusu uyandırıyor. Sonsuzluk duygusunu hisseden ruhu, ancak göklere doğru uzanarak kendisini ifade edebilir. Kelebek de göklere doğru uçar gider. Şair, ruhunun, sevinç ve coşkusunun göklere doğru uzanıp gitmesi ile kelebeğin uçup gitmesi arasında bir paralellik buluyor.
2. Şair, beşerî sevgilisi için duyduğu aşkın büyüklüğünü ifade için sevgilisine göklerde, yüce bir makam veriyor. Onu yüceltiyor. Ruhunun da yükseklerdeki sevgilisine değmesini istiyor.
3. Tasavvufta insan Allah’a ne kadar çok bağlanırsa, O’nu ne kadar çok severse ruhu da o kadar yükselir, yücelir, yüce bir konum alır. Mutasavvıf, ruhunun göklere çıkarak Allah’a değmesini ister. İslam inancında Allah için bir mekan ittihaz edilmezse de halk tasavvurunda değerli olan her şey göklerde, yükseklerde tahayyül edilir. Allah’ın göklerde, yücelerde bir yerlerde olduğu tasavvuru buradan gelir.
*”Çektirdiğin âhlarla gönül gökleri eğsin!”: Ah çekmek bir özlemi, hasreti, kavuşma, buluşma isteğini ifade eder.
1. Uzun kış boyu bahara ah çekilerek duyulan özlem sonucu Nisan yağmurlarıyla gökler âdeta yeryüzüne eğilmiş, tabiatın canlanmasını sağlamıştır. Burada kuvvetli bir hüsn-i ta’lil sanatı ile karşı karşıyayız. Gökler, gökyüzü zaten baharla birlikte yeryüzüne eğilerek ona yağmur döker ve tabiat canlanır. Şair, gönlünün çektiği ahlarla bu işi sağladığını ifade ediyor ki bu tamamen şair ruhunun zarifane ifade üretmesinden başka bir şey değildir.
2. Divan şiirinde de şair, sevgilisine kavuşmak için sabahlara kadar ah çekip inler. Ayrılık acısı ve hüznüyle sevgilisine duyduğu hasreti ah çekerek yansıtır. Bu çekilen ahlar o kadar kuvvetlidir ki sonunda gökler bile buna eğilir. Buradaki bağlamıyla “gökler” gururun, eğilmezliğin ifadesidir. Sevgili âşığa yüz vermeyen, başı göklerde, burnu havada mağrur biridir. Buna tegafül hâli denir. Yani sevgili âşığına karşı tegafül hâlindedir, onu görmezden gelir. Âdeta yok sayar. Şair, burada sevgilisinin çektirdiği ahlarla göklere uzanan gururunun kırılmasını, kendisine eğilmesini, tegafül hâlinden kurtulmasını istiyor.
3. Mutasavvıf şair de elest bezminden itibaren ayrı kaldığı Allah’ına duyduğu hasreti, onun için ah çekerek ifade eder. Mutasavvıf, hayatını Allah’a kavuşmak için ah çekerek geçirir. Bu kadar çekilen ahlar yani Allah için yapılan dualar, ibadetler sonucu kendisine eğilmesini, acımasını, merhamet etmesini, ilgi göstermesini diliyor. Buradaki “gökler” Allah’ı temsil ediyor. Görüldü gibi tasavvufî duyarlılık, Mehmet Nuri Parmaksız tarafından özgün bir şekilde yeni imgelerle üretilmeye devam ediyor.
*”Hakkın bizi halk ettiği toprak ne de pâktır!”: Toprak, bizim kültürümüzde temizliği, bereketi, feyzi, nimeti, güzelliği temsil eder. İnsan, bu topraktan yaratılmıştır. Toprak, insan gibi değerli bir varlığın yaratılması için kaynaklık ettiği gibi baharın, bitkilerin, hayvanların, böceklerin nihayet kelebeğin de yaratılmasında kaynaklık etmektedir. İnsanın da kelebeğin de bütün güzelliklerin de kaynağı nihayet aynı yerdir, topraktır. Bu bakımdan toprak paktır, temizdir, güzeldir. Bir de tabii toprak, her pisliği temizler, her kiri, kötülüğü, yok eder. İnsanların kötüleri bile en sonunda ölerek toprağa karışıp ortadan kalkar. Bu bakımdan Allah’ın, insanı ve bütün varlıkları yarattığı toprak, temizleyendir aynı zamanda.
1. Tabiat güzelliklerinin zemini olan toprak elbette temizdir, güzeldir, insan ruhuna ferahlık ve coşku verir.
2. Âşık da sevgili de aynı topraktan geldiğine göre her ikisindeki temiz sevgiler, saf aşk duyguları, topraktan kaynaklanan bir paklığa, temizliğe ve saflığa sahiptir.
3. Biz ilahî aşka, topraktan kaynaklanan yaratıkların güzelliğinden hareketle ulaşırız. Eserden müessire gideriz. Sanattan sanatkâra ulaşırız. Toprakta biten çiçeklerin güzelliğinden Allah’a ulaşırız. Dolayısıyla bizde Allah aşkını büyüten toprakta gördüğümüz harikuladeliliklerdir.
*”Herhalde bu yüzden ki mezâr taşları aktır!”: Mezar taşlarının ak olması, ölümün güzelleşmesi ve anlam kazanmasını ifade eder. Bizim kültürümüzde ölüm, sanıldığının aksine kendisine çok olumlu değerler yüklenen bir kavramdır.
1. Tabiatın güzelliği, ancak onun ölümüyle hissedilebilen bir şeydir. Tabiat, her sonbaharda ölüp ilk baharda yeniden dirilmese güzelliğinin kıymeti anlaşılmaz. Bahar ve yaz aylarında görünen kelebekler, kışın ölüp ilkbaharda yeniden ortaya çıkmasa yine özlemle sevilmezler. Demek ki ölüm, aslında yeniden doğuşu ifade eder. Ölüm, yeniden doğuş ümidinin coşkusunu yansıtır. Bu yüzden bizim kültürümüzde mezar taşları siyah değil aktır.
2. Özellikle Türk halk hikayelerinde büyük ve sarsıcı aşklar, dünyada değil ölümde vuslata erer. Sevgililer mezarda birleşirler. Divan edebiyatında da vuslat, dünyada istenen bir şey değildir. Ayrılık, aşkı daha da büyütür ve onu ebedî kılar. Sevgiliye öldükten sonra kavuşma daha çok istenen bir şeydir. O yüzden beşerî aşk bağlamında mezar yani ölüm, olumlu bir hadise olarak karşılanır. Mezar taşlarının ak olması bu anlamdadır.
3. İslam inancında ve tasavvufunda ölüm, mezar, insanı terbiye eden, olgunlaştıran bir nasihatçıdır, mürşiddir, uyarıcıdır. Mutasavvıf, ölümü sürekli hatırda tutarak tekâmül eder, insan-ı kâmil olma sürecine böyle devam edebilir. Ayrıca mutasavvıf, çok sevdiği Allah’ına ancak ölümle kavuşabilecektir. O yüzden mezar taşları siyah değil aktır. Ayrıca Müslüman ölümle sonsuz, ebedî bir hayata açılacaktır. Bu yüzden ölüm bir yok oluş, bir bitiş değil, yeni bir başlangıcın kapısıdır ve o yüzden aktır.
*”Heyhat! Kara sevdâ denilen yol ne de dardır!”: “Kara sevda” güçlü ama umutsuz bir aşkı ifade eder. Malihulya, melankoli demektir. Tam bir karamsarlık ve kötümserlik hâlidir. Çevreyle irtibatın kesilmesi hâlidir.
1. Tabiat sevgisinde kara sevda, insanı dar bir yola sokar. Bahar ve yaz bitip de bir daha gelmeyecekmiş gibi bir hisse kapılmak, insanı dar bir yol olan kara sevdaya iter. Cenap Şehabeddin bu hâli “Elhan- Şitâ” şiirinde değişik bir şekilde terennüm etmişti.
2. Beşerî sevgiliye kara sevda ile tutulmak, âşığı dar bir yola, hatta çıkmaz sokağa iter. Âşık sevgilisine büyük bir tutkuyla bağlanınca onun bir gün elinden gidivereceğini, ölüp yok oluvereceğini düşününce umutsuzluğa, çaresizliğe, karamsarlığa yani kara sevdaya, melankolik bir hâle düşer. Bu olumsuz bir durumdur.
3. İlahî aşkta ise kara sevdaya yer yoktur. Zira Allah sonsuzdur, ölümsüzdür. Beşerî sevgili hasta olabilir, ihtiyarlayabilir, ölebilir, yüz vermeyebilir; ama Allah bütün eksik ve kusurlardan uzak olduğu için sonsuza dek mükemmel özelliklerle vardır. Dolayısıyla kişi, gönlünü Allah’a bağlarsa umutsuz olmaz, zira aşkın karşılığını bulur. Karamsar olmaz zira ebediyyen onunla beraber olur.
*”Aşk bitti mi dünyâ kelebek ömrü kadardır!”: Aşk duygusu, insanı ele veren en gizemli hâlidir. İnsanın şifresi bir bakıma aşkında gizlidir. İnsanı yaşatan, başarılı yapan, ömrünü anlamlı hâle getiren hep aşktır, şevktir, istektir, arzudur, ideal hissidir. Bu duygu olmadı mı insan var oluşunu gerçekleştiremez. İnsanın ömrünü uzatan aşktır. İster sevgiliye, ister Allah’a, ister işine, ister idealine, ister başka bir şeye duyulan aşk, insan ömrünü verimlilik bağlamında uzatır. Aşk biterse insanın hayatla, dünyayla olan bağı da biter.
1. Tabiat sevgisi biterse insanın dünyayla olan bağı kelebek ömrü kadar çok kısa olur. Tabiat sevgisi demek tabiatı, hayatı, güzelleştirecek işler yapmak demektir. Dünyayı imar etmek tabiat, dünya, insanlık sevgisiyle mümkündür. Bu sevgi biterse insan da bir kelebek ömrü kadar kısa sürede var olup sonra kaybolur gider.
2. İnsan sevgilisine her zaman aşkla, tutkuyla, özlemle bağlanmalıdır. Sevgiliye duyulan aşk bitti mi evlilik de biter, ilişkilerdeki samimiyet de biter, hayattan alınan zevk de biter.
3. Allah’a duyulan aşkın bitmesi, dünyanın ve hayatın ömrünün hepten bitmesi demektir. İnsanın Allah’a duyduğu aşkı bitirmesi demek, varlığının sona ermesi demektir.
Nazım Şekli: Şiir, mısra kümelenmesi ve kafiye sistemi bakımından Divan şiiri nazım şekillerinden mesnevi şeklinde düzenlenmiştir. Beytler hâlinde tanzim edilmiş ve her beyti kendi içinde kafiyelenmiştir. Yalnız klasik mesneviden farklı olarak hacim bakımından kısadır ve özel bir başlığı vardır.
Dil ve Üslup: Şiirin dili oldukça yalındır. “Vuslat” ve “halk etmek” gibi bazı kelimelerin, bazı okuyucular tarafından anlamı bilinemeyebilir, ama genelde günümüz Türkçesinde kullanılan dil unsurlarıyla örülüdür. Şair, karmaşık tasavvufî düşünce ve duyguları bile günümüz Türkçesinde kullanılan kelimelerle ifade edebilme başarısını göstermiştir. Şiirde dil sapmalarına yer verilmiyor. Şair, Türkçeyi oldukça başarılı ve güzel bir biçimde kullanıyor.
Üslup bakımından kuvvetli bir lirik üslup kendini gösteriyor. Ayrıca soyutlama üslubu da öne çıkmaktadır.
Ahenk: Şair, şiirini ahenkli kılabilmek için daha çok geleneksel ahenk unsurları olan vezin ve kafiyeden faydalanmış. Aruzun: “Mef’ûlü / Mefâ’îlü / Mefâ’îlü / Fa’ûlün” veznini çok başarılı biçimde uyarlamış. Veznin ahengi, şiirin konusuna uygun bir paralellikte.
Kafiye olarak da çok özgün ve başarılı bir uygulama görüyoruz. Bütün beytlerde tunç kafiyeye yer vermiş ki bu, şairin kafiyeye hem önem verdiğini hem de hâkim olduğunu gösteriyor. Zira tunç kafiye yapmak kolay değildir, yapan da büyük iş başarmış olur. Sırayla bütün beytlerdeki tunç kafiyeler şöyle gösterilebilir:“seni-bûseni”, “tuzaktır,-uzaktır”, “anılsın-sanılsın”, “değsin-eğsin”, “paktır-aktır”, “dardır-kadardır”
Tabii yine her beyte bulunan redifler ve ayrıca kelime tekrarları da şiire ahenk katan unsurlar arasında yerlerini alıyorlar.