Yazan: Prof. Dr. Nurullah ÇETİN
SANAT
Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyârımız da binbir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.
Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini.
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini…
Sen raksına dalarken için titrer derinden
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.
Fırtınayı andıran orkestra sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en hazin bir musikî yerine!
Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini;
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini...
Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz.
( Hayat, 30 Kânunuevvel (Aralık) 1926, S.5, s.88.)
I. İÇERİK
1. Konu: Sanat ve Anadolu. Bu metin, şairin kendi sanat anlayışını
ortaya koyan manzum bir poetikasıdır. "Sanat" şiirinde asıl olarak
memleket edebiyatının temel felsefî yaklaşımı ortaya konur. Şair,
kozmopolit, batıcı, kültürel anlamda millî benliğini kaybetmiş olanlara
karşı Anadolu kaynaklı Türk-İslâm kültürünü, sanatını ve dünya görüşünü
öne çıkarır.
Faruk Nafiz, 1922 yılında İleri gazetesinin temsilcisi olarak Ankara’ya
gelmiş, aynı yıl Kayseri Lisesine edebiyat öğretmeni olarak gitmiştir.
Böylece Anadolu’yu yakından tanıma imkânı bularak memleket edebiyatı
doğrultusunda ürünlerini yoğunlaştırmıştır. Memleket edebiyatı yapma
ideali doğrultusunda “Han Duvarları”, “Kızıl Saçlar”, “Çoban Çeşmesi”,
“Sanat”, “Yolcu ile Arabacı”, “Çankaya”, “Kız Hüseyin’i Vurdular”,
“Memleket Türküleri”, “Dağlar”, “Ayşe Sana”, “Ali”, “Allaha Ismarladık”,
“Bugün Yoldan Geçenler” gibi şiirler yazmıştır.
“Sanat” şiiri, onun ülkemizde yaygınlaşmasını arzu ettiği memleket
edebiyatı anlayışının felsefesini ve belli başlı ilkelerini ortaya
koyar. Bu şiirde birbirine zıt iki sanat anlayışı karşılaştırılır:
Kozmopolit ve egzotik sanat anlayışı ile yerli ve millî sanat anlayışı.
2. İzlek: Türk sanatçısı, şairi ve yazarı, asıl beslenme kaynağı olarak
yabancı kaynakları değil; millî ve yerli kaynakları, Anadolu’yu
almalıdır. Sanat sadece Batıda üretilmez; Anadolu’muz da sanat ve kültür
bakımından oldukça zengindir ve bakir bir alandır. Türk toplumu, kendi
doğal yapısından kaynaklanan yerli ve millî sanatından zevk alır. Batı
kültür ve sanatı, bizim kültürel kodlarımıza ters gelir ve bizim estetik
ihtiyaçlarımıza cevap vermez. Türk sanatçısı, Türk toplumuna batı
kültür ve sanatının kötü kopyalarını aktarmak yerine henüz işlenmemiş
Anadolu kaynağını işleyerek özgün ve kendimize özgü bir sanat
üretmelidir.
3. Düşünce: Şiir, esasta duyguya değil; düşünceye yaslanmaktadır. Şiirde başlıca iki temel düşünsel eğilim görülüyor.
a. İdeolojik Düşünce: Şiir, içerdiği düşünce unsuru bakımından esas
itibariyle ideolojik bir şiirdir. Şiirde birbirine zıt iki ayrı sanatçı
ve insan tipi karşılaştırılıyor. “Sen”, kozmopolit, batıcı sanat,
düşünce ve yaşam biçimini benimseyenleri temsil ediyor. Bunlar, şiirde
genel ve belirsiz bir üslûpla verilmekle birlikte Servet-i Fünun, Fecr-i
Ati gibi akımlara mensup olanlarla II. Meşrutiyet sonrası ve
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Batı sanat ve edebiyatına bağlanmış, oradan
beslenen ve onu taklit eden, yerli ve millî değerlerini hor gören,
sömürge ruhlu, tam anlamıyla batı teslimiyetçisi, kendine düşman,
ötekine hayran ve yerli oryantalist kimlik ve kişilikli sanatçılar ve
kişiler olduğu anlaşılıyor. Özellikle Sembolistlere yani Baudelaire,
Mallarme ve Verlaine’e yaslanan ve bunlardan beslenen edebiyatçılara bir
tepki vardır.
“Biz” ise kendine özgüveni tam, tarihî kültürel zenginliklerinin
farkında olan, Türk-İslâm düşüncesi ve yaşama biçimine sahip olmaktan
utanmayan; tam tersine büyük bir övünç ve gurur duyan Türk milletini
temsil ediyor. Şair, mukayeseler ve karşıtlıklar bağlamında Türk-İslâm
düşüncesini savunuyor.
b. Doğacıl Düşünce: Şiirde doğacıl düşünce de geriden geriye kendini
hissettirir. Batı, coğrafyasıyla, kentleriyle, toplumsal, sanatsal ve
kültürel yapısıyla maddî uygarlığı, bayındırlığı, teknik medeniyeti
temsil ederken Anadolu, işlenmemiş bakir yapısıyla, el değmemiş
coğrafyasıyla, toprağıyla, köyüyle, insanıyla, kültür ve yaşama
biçimiyle tabiî olanı temsil etmektedir. Medenî-tabiî karşıtlığı
bağlamındaki doğacıl düşünceyi bu şekilde görebiliyoruz. Ona göre
tabiatın hür bir çocuğu olan Anadolu insanı kentin ölçülü biçili, binbir
kurala tabi batılı yaşama biçimine uyamaz. Batıcı kent insanı, tarihî
yapılarda Türk-İslâm kültürü öncesi eski Anadolu uygarlıklarının
izlerini ararken; Anadolu insanı, İslâmî (sülüs yazı) ve millî (yeşil
çini) kültür ve sanat değerleriyle tatmin olur. Batılı tip baleden,
orkestradan, Anadolu insanı ise zeybek oyunundan zevk alır ve musikî
yerine ıstırap çekenlerin acıklı nefeslerini yani türküleri, ağıtları
dinler.
Bu bağlamda “düz cadde”, “çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebek”,
“Fırtınayı andıran orkestra sesleri”, ”bir kadın heykeli”, Batı ve
batılı olanı; “dağda gezen ayaklar”, “toprağa diz vuran dağ gibi bir
zeybek”, ”ıstırap çekenlerin acıklı nefesleri”, ”bir köylünün
kıvrılmayan beli” de tabiî Anadolu’yu temsil eder. Şair, bu iki unsur
arasındaki karşıtlığı doğacıl (pastoral) bir yaklaşımla ele alıyor.
4. Olay: Şiir, manzum hikâye değil, saf bir şiirdir. Dolayısıyla
bütünlüklü bir olay yok, sadece yüzey yapıda yer alan bazı olay
parçaları var. Olaylar, birbirine zıt iki ayrı tipin yaşantılarından
sağaltılmış kopuk parçalar hâlindedir. Bunları da özetle şöyle
toparlayıp verebiliriz:
Batıcı kozmopolit tip, Batı dünyasında, kültür ve sanat ortamında gezer,
sanatın ve kültürün sadece oralarda olduğunu zanneder. Türk toplumunu
da Batı doğrultusunda yönlendirmeye çalışır. Bu tip, yerli oryantalist
bir turist olarak 1071 yılından yani Anadolu’nun Türk-İslâm sürecine
girişinden önceki dönemlerde ortaya konan tarihî, dinî yapıları ve diğer
mimarî eserleri ya da Ayasofya gibi camiye çevrilmiş yapıları gezip
dolaşırken önceleri üzeri sıvanmış, örtülmüş ama daha sonra kazınarak
ortaya çıkarılan mozaik gibi eski kültürel, sanatsal ve estetik
unsurlara ilgi duyar. Kapalı, süslü, şatafatlı, zarif hanımların, şık
beylerin bulunduğu mekânlardaki bale gösterileri, orkestra müziği gibi
aristokrat nitelikli yüksek Batı sosyetesine özgü sanat faaliyetlerinden
zevk alır. Batılı, şehirlere gidip oralardaki kadın heykellerinden
heyecanlanır.
Yerli-millî tip ise Anadolu’nun da zengin bir kültür ve sanat birikimine
sahip olduğunu görür. Anadolu insanının da kendi doğal yapısı içinde,
kendi ortamında uyumlu ve mutlu bir duygu, düşünce ve yaşama biçimi
dünyasına sahip olduğunu, onu “uygar Batı”yla tatmin etmenin mümkün
olmadığını görür. Bu tip de mimarî eserlerdeki, camilerdeki Türk-İslâm
motiflerinden heyecan duyar. Gösteri sanatlarından biri olan açık
alanda, meydanda sergilenen tarihî ve millî çağrışım alanı zengin olan
zeybek oyunundan ve milletimizin gerçek yaşantı ve sorunlarından
kaynaklanan türkü, ağıt gibi halk müziğinden, salına salına çeşmeye su
almaya giden ya da bağda bahçede çalışan köylü güzelini izlemekten zevk
alır.
5. Varlık: Şiirde “bahçe”, “çiçek”, ”bizim diyârımız”, “bahar”, “düz
cadde”, “dağda gezen ayaklar”, ”kubbe”, “ince bir mozaik”, “mabet”,
”sülüs yazı”, “duvar”, ”yeşil çini”, ”Çiçekli bir sahne”, “bir beyaz
kelebek”, ”Toprak”, “dağ gibi bir zeybek”, ”kadın heykeli”, ”köylünün
kıvrılmayan beli”, ”Anadolu” gibi daha çok sanat alanıyla ilgili somut
varlıklara yer veriliyor. Bunun yanında Anadolu’ya, kente, batıya özgü
varlıklar da yer alıyor. Bütün bunlarda şairin varlığa yaklaşım biçimi
sezgici / idealisttir. Şair, düşünceden varlığa gitme tutumunu
benimsemiştir. Bu nesneler, şairin düşüncelerini somutlaştırmaya
yarıyor. Yani kendi bağlamlarında ve temel anlam alanlarında değil,
çağrışımları bağlamında değerlendiriliyor.
6. Duygu: Şiirde duygusal boyut pek fark edilmiyor. Metin, bir düşünce
şiiridir. Eleştiri ve tekliflere dayalı düşünceler, duyguya
dönüştürülmeden olduğu gibi verilmiş. Ancak memleket edebiyatı çığırının
gelişeceği, ilerde millî sanat ve edebiyatın serpileceği inancına
dayalı bir ümit, bir daüssıla, vatan, memleket özlemi duygusunu da
sezinleyebiliyoruz.
7. Görüntü: a. Nesnel Görüntü: Şiirin ön planında nesnel görüntü
sunulurken arka planında bu görüntünün simgesel ve imgesel karşılığı
yansıtılıyor. Yani şiir, somut bir görüntünün tasviri değil, soyut imge
yapısının sunumunu esas alıyor. Meselâ ilk dörtlükte birilerinin çiçekli
bir bahçede gezinmesi, bizim diyarımızın binbir baharı saklaması,
birilerinin bizi kolumuzdan tutup çekmesi, dağda gezen ayakların düz
caddede incinmesi gibi görüntüler ön planda nesnel görüntüdür ama arka
planda bunların imgesel görüntüleri vardır. Yani bahçede açan çiçek
bildiğimiz çiçek değil, imgesel olarak sanat ve kültürdür. O bakımdan
şiire soyut görüntü hâkimdir.
b. Soyut Görüntü: Şiirde soyut görüntüyü simgeler üzerine kurulu imgesel
yapı oluşturuyor. Şair imgeleri karşıtlık unsuru üzerine kurmuştur. Bu
imgesel yapıyı çözelim.
* Sanat üretiminin batıya özgü olmadığı düşüncesi: “Yalnız senin
gezdiğin bahçede açmaz çiçek, / Bizim diyârımız da binbir baharı
saklar!” Burada “senin gezdiğin bahçe”, Batı dünyasıdır. “çiçeğin
açması” ise değişik türde sanat üretimidir. “Bizim diyarınız” Anadolu,
“binbir bahar” ise Anadolu Türkünün uzun tarihi boyunca üretmiş olduğu
masal, hikâye, türkü, mani, atasözü gibi çok zengin sanat ve kültür
birikimidir.
* Sanatın her milletin kendi şartlarının ürünü olduğu düşüncesi:
“Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek, / İncinir düz caddede dağda
gezen ayaklar.” Batılı kozmopolit aydın, Türk milletini yerli ve millî
kökenleri olmayan; tamamen başka bir toplumun, başka bir sosyal yapının,
farklı bir dünyanın duyma, düşünme, inanma ve yaşama biçimine uygun bir
sanat, edebiyat ve kültür ortamına ve havasına çekmeye, zorlama biçimde
batılılaşma sürecine sokmaya çalışmaktadır. Buna karşın şair, bizim
millî yapımızın, kültürümüzün, yaşama, duyma, düşünme biçimimizin
farklılığına vurgu yaparak bu tutumun gereksizliği üzerinde durmaktadır.
“düz cadde”, ölçülü biçili, insan eli tarafından şekillendirilmiş,
suni, mekanik özelliklere sahip batılı yaşama tarzı, batılı anlayış ve
değerlerdir. Anadolu insanı ise “dağda gezen ayaklar”dır. Bu, hem
teknolojik anlamda henüz gelişmemişliği hem de doğal ve fıtrî yaşama
biçimini ifade eder. Şiirin yazıldığı dönemde Türk milleti olarak henüz
teknolojik anlamda uygarlaşmış, gelişmiş, mamur bir ülke değildik.
Düzenlenmemiş, şekil verilmemiş bir tabiat ortamında yaşıyorduk.
Dolayısıyla modern batının uygar kent insanı yani aristokrat ve burjuva
toplumu için üretmiş olduğu sanat ve kültür, o zaman bizim için gereksiz
ve anlamsız bir şeydi. Karnını doyurma derdinde olan insana
Baudelaire’yen acıların karşılığı olan sembolist şiirin söyleyeceği bir
şey yoktu. Bu bakımdan şair, bize lâzım olan sanatın batılı sanat değil;
yerli ve millî nitelikli, bizim temel ve doğal ihtiyaçlarımıza cevap
verecek olan sanat olduğunu vurgular. Batı, kendi tarihsel gelişimine
uygun olarak kendi doğal yapısı içinde kendi sanatını üretir. O sanat, o
topluma hitap eder. Bizim toplumsal, ekonomik, kültürel şartlarımız
farklıdır, biz de kendi şartlarımıza ve yapımıza uygun yerli ve millî
sanat üretiriz. Bu konuda sosyal yapıya uymayan zorlama sanat ithalinin
anlamsızlığı vurgulanmaktadır.
* Her milletin ürettiği sanatın kendisi için anlamlı olduğu düşüncesi.
“Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da / Gezersin kırk asırlık bir
mabedin içini. / Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda, / Bize
heyecan verir bir parça yeşil çini…” Batılı ya da batı taklitçisi,
Anadolu’da Türk-İslâm varlığından önceki dönemlerden kalma Hıristiyan
mabetlerinin ve değişik sanat eserlerinin estetik ve sanatsal
incelikleri ve değerleriyle ilgilenir. Meselâ Ayasofya’yı gezerken onun
kiliseden kalma mozaiklerine ilgi duyar. Buradaki “kırk asırlık” ifadesi
kesretten kinayedir. Gerçek zaman anlayışını yansıtmak yani gerçek
anlamda kırk asır önce yapıldığını ima etmek için değil, çok zaman
evvelki zamanlarda yapıldığını vurgulamak için kullanılan çokluk
zamandan kinaye bir ifadedir. Müslüman Türkün ürettiği sanat eserlerine
bakmaz. “Biz” yani Müslüman Türk milleti ise dedelerimizin ürettiği
sanat varlıklarından heyecan duyarız. Burada iki temel unsur özellikle
vurgulanıyor. “sülüs yazı” ve “yeşil çini”. Sülüs yazı hat sanatının bir
simgesidir. Hat sanatı ise öncelikle İslâm sanatıdır. Daha çok İslâm’ı,
İslâmî değerleri temsil eder. Yani dinî niteliği ağır basar. “yeşil
çini” ise daha çok Türk sanatıdır. Yani millî niteliği ağır basar. Şair,
dinî ve millî değerleri temsil etmek üzere seçtiği bu iki unsurla
Türk-İslâm düşüncesini ve kültür anlayışını ön plana çıkarıyor.
* Gösteri sanatlarındaki fark: “Sen raksına dalarken için titrer
derinden / Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin; / Bizim de kalbimizi
kımıldatır yerinden / Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.”.
Burada şair, batı ve Türk toplumları arasında var olan gösteri
sanatlarındaki farka yer veriyor. “çiçekli bir sahnedeki beyaz kelebek”,
düzenlenmiş, kapalı bir sahne mekânında raks eden balerin ve balettir.
Batı ürünü olan bale sanatı, belli hafif figürlere, adım atışlara,
çoğunlukla sahne düzenine ve müziğe dayalı gösteri türüdür. Yine bu da
aristokrat bir sanattır. Teknolojik medeniyette ilerlemiş kentli burjuva
toplumunun izlediği ve zevk aldığı bir sanat türüdür. “Biz” ise bundan
değil, dağ gibi bir zeybeğin toprağa diz vuruşundan heyecan duyarız.
Zeybek, Ege yöresine özgü bir müzik veya oyun türüdür. Aynı zamanda Batı
Anadolu efesine verilen bir isimdir. Burada ayrıca bir başka temel
farka yer veriliyor. O da şudur: Zeybek, aynı zamanda Millî Mücadelemizi
temsil eden figürlerden biridir. Ülkemizi işgal eden ve bizi esir etmek
isteyen emperyalist batılı işgal güçlerine karşı şanlı direnişi
gerçekleştiren kuvvetlerimizin bir kısmı zeybektir. Zeybek oyunu bu
bağlamda yiğitliği, cesareti, kararlılığı, direnişi çağrıştırır. Biz
ülkemizi düşman işgalinden kurtaran yani o dönem için güncel temel bir
ihtiyacımıza cevap veren bir faaliyetten ve bu faaliyetin
çağrışımlarından heyecan duyarken millî davaya, millî meselelere karşı
duyarsız kimseler, emperyalistlerle aynı safta yer almayı, onların
zevkini paylaşmayı marifet bilirler.
* Temel ihtiyaçlarla boğuşan millete karşı duyarsızlık: “Fırtınayı
andıran orkestra sesleri / Bir ürperiş getirir senin sinirlerine, /
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri / Bizde geçer en hazin bir musikî
yerine!” Anadolu Türkü Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Millî
Mücadele gibi uzun süren ve her şeyi tüketen, bitiren savaşlardan bitkin
bir hâlde çıkmış. Elinde avucunda bir şey kalmamış. Ülkesi yerle bir
olmuş. Hayatını sürdürecek en temel ihtiyaçlarını giderme konusunda
sıkıntılarla mücadele hâlindedir. Günlük olarak karnını doyurma derdine
düşmüştür. Bu ortamda Batının burjuva sanatlarından biri olan orkestra
yani yaylı, üflemeli ve vurmalı çalgılar topluluğundan zevk almak, aç
insanlar karşısında vur patlasın çal oynasın kayıtsızlığı içinde
eğlenmektir. Millî sanat, sömürgeci zalimleri eğlendirmek için değil,
milletin temel ve öncelikli ihtiyaçlarına karşılık olabilecek şekilde
üretilmelidir. Burada ayrıca Batı sanatıyla Türk sanatı arasındaki bir
farka yer veriliyor. Batı kaynaklı orkestra, topluca Türk-İslâm
dünyasına kılıçlı, zırhlı, gürzlü, şakırtılı, velveleli büyük
gürültülerle saldıran haçlı sürülerini çağrıştıran bir simge gibi
alınmış. Istırap çekenlerin acıklı nefesleri ise tarih boyunca bu
saldırılara karşı koyan milletimizin maruz kaldığı açlık, kıtlık,
sakatlık, ölüm, perişanlık gibi durumları ifade eden yanık
türkülerimizin, ağıtlarımızın bir karşılığıdır. Batı saldırganlığın
uğultusunu, biz ise savunmanın iniltisini sanata dönüştürmüşüz.
* Cansız, sunî, donuk, ruhsuz sanata karşı doğal olanın önceliği: “Sen
anlayan bir gözle süzersin uzun uzun / Yabancı bir şehirde bir kadın
heykelini; / Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun / Görünce bir
köylünün kıvrılmayan belini...” Heykel sanatı yine ağırlıklı olarak batı
kaynaklıdır. Batı, soyut, manevî, ruhî, insanî değerleri ve özellikleri
somut madde içinde dondurma anlayışına dayalı bir heykel ya da put
sanatına önem vermiştir. Kadında üstün bir yaratılış değeri olan
güzellik gibi soyut özelliği mermerden bir yapı içinde dondurmayı ve ona
bakarak kadın güzelliği duygusunu tatmin etmeyi tercih eder. “Biz” ise
kadın güzelliğini kadının kendi doğal yapısı içinde, canlı kanlı
vücudunda, doğal hareketleri ve faaliyetleri içinde görmeyi ve
hissetmeyi, bundan zevk almayı tercih ederiz. Bu dörtlükte hem bu farka
temas ediliyor hem de kentli burjuva kadını ile köylü Anadolu kadını
arsındaki farka yer veriliyor. Türk halk edebiyatında çokça sözü edilen
çeşmeye suya giden ya da bağda bahçede çalışan “köylü güzeli” tipi,
bizim ideal sevgili ve kadın tipimizdir. Ayrıca bir köylünün kıvrılmayan
beli, Anadolu Türk kadınının şahsiyetli, onurlu duruşunu, saygınlığını,
yüksek konumunu ve değerini de ifade ediyor. Bu kadın tipinde Millî
Mücadelenin kahraman kadın tipini de görebiliyoruz.
* Millî sanatın kaynağının Anadolu oluşu: “Başka sanat bilmeyiz,
karşımızda dururken / Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz. / Arkadaş,
biz bu yolda türküler tuttururken / Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor
yolumuz.” Burada şair, kendi dönemi içinde Türk şairine sanatın
kaynağını ve malzemesini gösteriyor. Batıdan alınma, kuru bir taklide ve
iktibasa dayalı havada kalan soyut ve bizimle ilgisi olmayan batı
sanatı yerine biz kendi sanatımızı, kendimiz kurmamız gerekiyor.
Anadolumuz millî sanat üretimi için bakir bir alandır. Hem tabiî
güzellikleri hem insanlarının kültür zenginlikleri, gönül dünyalarının
renkliliği, insanî, medenî kimlik ve kişilikleri sanat ve edebiyat için
yararlanılacak zengin ve önemli bir kaynaktır.
-Hayalî Kişilik: Şiirde somut kişiliklere değil; “sen”, “biz”, “dağda
gezen ayaklar”, “bir beyaz kelebek”, “zeybek”, “ıstırap çekenler”,
“kadın heykeli”, “beli kıvrılmayan köylü” gibi kim oldukları, adları
sanları somut olarak belli olmayan hayalî kişiliklere yer verilmiştir.
Şair, iki ayrı toplumsal kesiti vermek istediği için ister istemez
genellemeye gitmiştir.
8. Anlam: a. Anlam Çoğaltma Yöntemleri: Şair, özellikle bazı edebî
sanatlardan yararlanarak anlam çoğaltma yöntemlerine baş vurmuştur.
Bunların bazılarını örneklendirerek görelim:
-Kinaye: “Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken” mısraında “türkü”
kelimesinin mecazlı anlamına, deyim anlamına asıl anlamından daha baskın
şekilde yer verilmiştir. Asıl anlamında türkü söylemek yani onun
temsilciliğinde sanat yapmak anlamı da kastedilebilir ama asıl olarak
belirlenen hedef ve seçilen yol doğrultusunda gitme anlamı ön plandadır.
-İstiare: “Bahçe”, “çiçek”, “bizim diyarımız”, “binbir bahar”, “düz cadde”, “beyaz kelebek”
-Mecaz-ı Mürsel: “sen”, batıcı kozmopolit sanatçıyı, “biz” yerli ve
millî değerlere bağlı sanatçıyı, “dağda gezen ayaklar” Türk milletini,
“kubbe”, mimarî eserler toplamını, “mozaik”, Türk-İslâm öncesi Anadolu
sanat birikimini, “sülüs yazı”, “yeşil çini”, Türk-İslâm sanatını,
“zeybek”, Türk folklorunu, “orkestra” Batı müziğini, “köylü”, Türk köylü
güzellerini temsil eden parçalardır. Şair bu parçaları zikrederek
bunların dahil olduğu bütünü kastetmiştir.
-Tevriye: “Istırap çekenlerin acıklı nefesleri” mısraında yakın anlam,
açlıktan, hastalıktan, savaştan, zulüm ve kötülükten ağlayıp inleyen
kişilerin olumsuz hâlleridir. Uzak anlamı ise bu durumların ifadesi olan
ağıtlar, türkülerdir. Burada yakın anlam söylenip uzak anlam
kastedilmiştir.
II. ŞEKİL
Nazım Şekli: Şiir, dörtlüklerden kuruludur. Bu, biraz da Divan şiirinin
beyit sistemine bir tepkidir. Dörtlüklerin 1. ve 3. mısralarıyla 2. ve
4. mısraları kendi aralarında kafiyeli olduğundan çapraz kafiyeli nazım
şeklidir.
III. DİL VE ÜSLÛP
a. Dil: Faruk Nafiz, Millî Edebiyat akımının temel ilkelerinden biri
olan Türkçeyi sadeleştirme anlayışına bağlı kalarak yalın bir konuşma
Türkçesine yer vermiştir. Türkçeyi kurallarına uygun olarak kullanmış
olup dil sapmalarına yer vermemiştir.
b. Üslûp: Şiirde belirgin biçimde tasvirî ve tahlilî üslûp görülüyor.
Şair, iki ayrı tipin yapıp ettiklerini, duygu ve düşüncelerini hem
tasvir ediyor hem de tahlil. Meselâ kozmopolit tipin bir taraftan bale
gösterisini seyredişi tasvir edilirken diğer yandan içinin titremesi
yani o andaki duygusal hâli tahlil edilmektedir. Şiir, hemen hemen bu
tarz tasvir ve tahliller üzerine kurulmuştur.
Ayrıca muhatapla konuşma ve sorgulama üslûbu var. Bu bağlamda şiirde iki
figür bulunuyor: “Biz” ve “sen”. Biz, Büyük Türk milletinin ana
gövdesini, çokluğu kalabalığı karşılayan bir zamir, “sen” ise azlığı
temsil eden kozmopolit kesimi temsil eder. Burada “Biz” “sen”le adeta
hesaplaşmakta ve onu sorgulamaktadır.
IV. AHENK
1. Ses Tekrarları: Şair, ahengi daha çok kafiye, redif ve hece vezniyle
sağlama yoluna gidiyor. Kafiye konusunda oldukça başarılı. Kafiye
çeşitleri şöyle:
-Tam kafiye: “sesleri-nefesleri”, “sinirlerine-yerine”, “heykelini-belini”, “dururken-tuttururken”,
-Zengin kafiye: “arar da - duvarda”, “saklar - ayaklar”, “derinden - yerinden”, “kelebeğin - zeybeğin”, “Anadolumuz - yolumuz”
-Tunç kafiye: “çiçek - çek”, “içini - çini”, “uzun - ruhumuzun”
-Redif: “sesleri - nefesleri”, “sinirlerine - yerine”, “heykelini -
belini”, “dururken - tuttururken”, “derinden - yerinden”, “kelebeğin -
zeybeğin”, “Anadolumuz - yolumuz”
2. Kelime tekrarları: İkilemeler: “uzun uzun”
Mısra başı kelime tekrarı: Şair, şiirin üzerine kurulduğu karşıtlığı
vurgulamak ve bu yolla ahenk sağlamak için mısra başlarında “Biz”
kelimesini 6 kez, “Sen” kelimesini de 3 kez tekrarlamıştır.
3. Ses dalgalanması: Vezin: Millî edebiyat akımı ve memleket edebiyatı
hareketine bağlı kalarak şair, şiirinde Türklerin millî vezni olan
heceyi bilinçli bir tercih sonucu benimsemiştir. Hece vezninin 7+7=14’lü
kalıbını kullanmıştır. Faruk Nafiz, bu vezni yüksek düzeyde bir
terennüm aletine dönüştürebilmiştir.
|