Mavi Marmara Gemisinde Yaşananlar-Röportaj
Gerçek Hayat Dergisi Ortadoğu Temsilcisi Adem Özköse,
imtiyaz
eski sahibi Türker Saltabaş, Yazar Ebubekir Kurban ve Vakit Gazetesi
Sorumlu Yazı işleri Müdürü Ahmet Can Karahasanoğlu, İsrail’in yardım
gemilerine düzenlediği terör saldırısını Gerçek Hayat’a anlattı.
İşte Ali
Ayçil tarafından yapılan Adem Özköse röportajının tam metni…
Adem
Özköse: Gemide acayip şeyler oldu…
Dergimizin Ortadoğu muhabiri
Adem Özköse ile Mavi Marmara Gemisi’nin yolculuğunu, İsrail’in
saldırısını, geminin düşüşünü, orada yaşananları, sorgulamaları ve
şehitleri konuştuk…
Sen Şam’da yaşıyorsun. Dergimizin Ortadoğu
muhabirliğini yapıyorsun. Özgürlük filosuna katılmak için Şam’dan
buraya geldin…
Bu olayı çok tarihi bir olay olarak gördüm.
Çok önemli bir şeydi. Daha önce de iki sefer Gazze’de bulunmuştum. Zaten
Gazze’de bulunduğunuz zaman hangi meslekten olursanız olun insanın
duygusal bir bağı oluyor. Savaşa da şahitlik ettik orada, insanların
hangi şartlar altında yaşadıklarını da biliyoruz. Ben bu olay için
geldim. Hatta geminin hareket edeceği zaman farklı farklı bildirilmişti.
İki ay öncesinden gelip hareket vaktini beklemeye başladık.
Seni
Ortadoğu’dan gönderdiğin yazılardan çok iyi tanıyor okurlar ve sen o
bölgeyi, orada yaşananları çok iyi biliyorsun. Sadece bilmekle kalmıyor
kalben de hissediyorsun. Bunu bazı insanlar kavrayamayabilirler. Bu
filoyu niçin tarihi bir hadise olarak görüyorsun?
Bir kere
kalplere, yüreklere önem veren bir insanım. İnsan vicdanının, insan
kalbinin, duygularının, dünyanın en güçlü silahlarından daha güçlü
olduğuna inanıyorum. Az çok hissediyordum bir şeyler gelebilir geminin
başına diye. Fakat insanların bunu bilmelerine rağmen böyle bir ihtimali
göz önünde bulundurmalarına rağmen her ne pahasına olursa olsun böyle
bir gemide olmak istemeleri açıkçası beni çok heyecanlandırdı. Be
geminin daha yola çıkmadan bile basında çıktı, dünyaya çok büyük bir
mesaj verdiğini Filistin mücadelesi ve özellikle Gazze’deki kuşatmayı
kaldırma anlamında çok büyük bir etkisi olacağını baştan itibaren
düşünmeye başlamıştım.
Merkezde Gazzeliler, onun bir adım
ötesi Filistin bir adım ötesi Arap toplumları ve İslam alemi… Ama
Gazzelileri merkeze alarak söylersek insanlar bu gemiden ne kadar
haberdardılar ve nasıl bir anlam yüklüyorlardı?
Özellikle
son bir ay sürekli Gazze’deki gazeteci arkadaşlarımla, dostlarımla,
orada bulunduğum zaman içerisinde dostluk kurduğum insanlarla sürekli
konuşurdum, görüşürdüm. Bizde, buradan gemiye binecek insanlarda nasıl
büyük bir heyecan vardı inanın o heyecanın çok çok daha fazlası oradaki
insanlarda vardı. Zaten Gazeliler bu gemiye Nuh’un gemisi ismini
vermişlerdi. Bir Filistinli arkadaş “ Gazze’de anneler çocuklarını
gemiyle ilgili ninniler söyleyerek uyutuyorlar” dedi. Bu gemi insanlar
için bu kadar büyük kurtuluş anlamı taşıyor. İsrail’de cezaevindeyken
Türk konsolosluğundan bir kadın geldi. O kadının gelişi bize o kadar
büyük moral oldu ki. ‘En azından bizden haberdar insanlar’ dedik.
Gazzeliler de orada aynı bizim İsrail’deki tutukluluğumuz gibi
zindandalar. Ve bu onlar için çok anlamlı bir şey. Bugün Gazze’den
altı-yedi tane gazeteden aradılar. Akşam televizyona canlı yayına
çıkmıştım. En az otuz tane arkadaşım televizyondan numaramı almış hepsi
tebrik mesajları atıyorlar. Şu an bütün Gazze Türkiye’yi konuşuyor.
Canlı yayınlara katılıyorum, Arapça konuşuyorum; sürekli şu mesajı
verdim; yardımlarımızı ulaştıramadık, üzgünüz. Ama bizim sevgimiz,
muhabbetimiz, kanlarımız ulaştı size. O mesaj çok etkilemiş oradaki
insanları.
Türkiye’deki insanlar çok farkında değillerdi ama
Gazze büyük bir hapishaneye dönüşmüş durumda. Bu gemi bir anlamda
onların dünyaya açılacakları bir şeye dönüştü, seslerini duyuracakları.
Bu
geminin benim için iki tane anlamı var. Birincisi gazeteciyim bu
geminin gidişini tarihi bir olay olarak gördüm, bir tarihe şahitlik
etmek istedim. İkincisi en az haber değeri kadar beni heyecanlandıran
başka bir şey de dergide de yazmıştım; Karaburun Köyü’ndeki Ahmet
Salih’in bana emanet ettiği poşeti oradaki o kıza, makinemdan korkan
Gazzeli Hena’ya ulaştırmak istiyorum. Hatta çantam geldiği zaman iki
şeyi gözüm aradı. Bir görüntüler, bir de o poşet. Şeker poşeti yoktu.
Üzüldüm. Onu da gözlerim aradı. Çünkü dört yaşındaki bir yüreğin
kardeşine gönderdiği emanetiydi.
Kıbrıs’a kadar problemsiz
gittiniz…
Problem yoktu bir de çok güzel bir hava vardı.
Aralarında geziyordum. Bir Kayserilinin yemeklerini tadıyorum bir
Konyalıların yemeklerini yiyordum.
Yolcuları çok farklı
yerlerdendi, evrensel bir hava vardı değil mi?
Tabi, tabi… Bu
gemi Anadolu insanının destanıdır. Gemide Müslüman olan bir adam var.
Herkes ona bir şeyler yedirmek istiyor. Yeni Müslüman olduğu için.
Herkes bir şey öğretmeye çalışıyor kimi imanın şartını, Kur’an okumayı
bilmiyor Kur’an öğretmeye çalışıyorlar. İki günde Kur’an’a geçirdiler.
Baktım adam eline Kur’an almış okuyor. Adamı kimse bırakmıyor. Bırakın
adamı dedim, adam vazgeçecek Müslüman olmaktan. Herkes adama bir jest
yapmak istiyor.
Gemide Anadolu’nun değişik şehirlerinden
gelenler vardı bir de yeni Müslüman olan bir İngiliz vardı bir de
değişik dinler ve ülkelerden de insanlar vardı. Bu insanların da böyle
bir yolculuğa katılmış olması… onların tavrı nasıldı yolculuk boyunca…
Çok
güzeldi. O kadar güzel dostluklarımız, arkadaşlarımız oldu ki… Birlikte
gözaltına alındık, birlikte zulüm gördük. O gemideki herkes gerçekten o
çatışma anlarında, o görüntüleri izliyorum; şehitlerin yüzlerini
açmışım, şehitleri sevdim teker teker, ellerine baktım. Bir kısmının
ağzını filan bağladım. Şimdi bakıyorum. Nasıl yapmışım ben diyorum.
İnsanlarda müthiş bir şey vardı.
Yolculuk nasıl başladı,
saldırı gerçekleşene kadar neler yaşandı?
Çok eğlenceliydi
gemi o olaya kadar. Çok keyifliydi, neşeliydi. Mesela arkadaşlar bir
tarafta Kudüs kafe yapmışlar. Arka tarafa Gazze kafe yapmışlar. Marşlar
söyleniyordu, sloganlar atılıyordu. Raid Salah geçiyordu önümüze namaz
kıldırıyordu. Oturuyordum Araplara Türkiye’yi anlatıyordum, Türkiye’deki
İslami hareketi, Türkiye’nin siyasi yapısını. Oturuyorduk Cezayir’i
tartışıyorduk. Böyle müthiş bir kaynaşma olmuştu. Komünist çocuklar
vardı mesela çok iyi anlaştık.
Topluca namaz kıldığınız bir
resim var. Orada bir papaz da sizinle beraber…
Saldırı anında
da baktım zaten kimi Kur’an okuyor, kimi İncil okuyor…
Kıbrıs
açıklarında bir süre beklediniz. Gemilerden biri arızalandı.
Evet.
O arızalanan gemilerin yolcularını aldınız…
Onları
aldık.
Çatışmanın olduğu saate kadar ne kadar bir süre
geçti?
Gece 11.00-12.00 gibi yola çıktık. Saat dörtte
saldırı başladı.
Buradan da Kıbrıs açıklarıyla İsrail’in ne
kadar yakın olduğunu anlıyoruz.
Tabi, tabi…
Ani bir
saldırı mı oldu?
Ani bir saldırı oldu. Namaza kalkmıştım.
Abdestimi aldım. İlk rekata duruyordum baktım bir hareketlilik başladı.
Tam
namaz saati olması da ilginç…
Tabi. Her tarafta direniş
olacaktı. Adamlar bunu bilinçli olarak yaptılar.
Size
saldırdıkları zaman uluslar arası sulardaydınız. Siz bunun bilincinde
miydiniz? Uluslar arası sularda müdahale edeceklerine ihtimal veriyor
muydunuz?
Akşam konuşuldu. Gemi görüldüğü söylendi. Normal
bir gemidir dedim. Ben açıkçası böyle bir şeye ihtimal vermiyordum.
Belki yaklaştığımız zaman…
Niyetiniz neydi? Saldırının bir
öncesini sorayım. Uluslar arası sularda seyrediyorsunuz. Niyetiniz
Gazze’ye mi ulaşmaktı?
Bu tür ifadeler kullanıldı basında.
Bülent abi de söyledi. Ben şunu düşünüyorum. Bu gemi Gazze’ye direkt
girmeyecek. Çünkü gerçekten büyük bir risk vardı. Bu gemi Mısır’a
gidecekti, orada bekleyecekti. Türkiye, Mısır, İsrail görüşmeye
başlayacaktı. Ama İsrail büyük bir hata yaptı. Olayların bu noktaya
gelmesinin sebebi de İsrail’in uluslararası sularda saldırması.
Gemide
bulunan insanlar bu tür bir provakasyonun peşinde değillerdi. Orada bir
kamuoyu oluşturmak, olursa bu yardımları ulaştırmaktı. Siz uluslar
arası sularda böyle bir şeyin olacağını beklemiyordunuz. Hazırlıksız mı
yakalandınız?
Hazırlıksız yakalanıldı. Sabah namazı vaktiydi.
Yolcuların çoğu namazdaydı.
Gemiye bir İsrail saldırısı
bekliyor muydunuz?
Şunu düşünüyordum. Direk Gazze’ye girmek
gibi bir durum olursa kesin saldıracaklardı. İsrail açıklamalar yaptı
çünkü. Hatta nerede tutacağız, o gece bir de kanal 10 televizyonunda
operasyonu yönetecek komutanla yapılan röportajı da dinlemiştim. Gemide
bir de Filistinli İsrail parlamentosundan bir milletvekili vardı. Onunla
sürekli konuşuyordum. İbranice haberleri tercüme ettiriyordum ona. Ama
uluslar arası sularda hiç kimse böyle bir şey beklemiyordu. Ani bir
saldırı oldu. Benim öngörüm bu gemi Gazze’ye girmeyecekti, Gazze’deki
ambargoyu dünyaya duyurmak sonra da Türkiye, Mısır, İsrail görüşmeleri
başladıktan sonra Gazze’ye girmek gibi bir düşüncesi olduğunu
düşünüyorum.
Siyasi yolla delinecekti yani ambargo
delinecekti. Ama gemidekilerin siyasi yolları denemesine fırsat
bırakmadılar
Bırakmadılar. Gemide bir yaşında çocuk var.
Kadınlar var. İHH’nın yönetimindeki arkadaşlar bu çocuğu ve kadınları
riske edemezlerdi. Etmeyeceklerdi.
Bu geminin niyeti hiçbir
şekilde böylesi bir şey değildi
Çünkü İsrail’den her şey
beklenir. Yola çıktığımız andan itibaren söyledi adamlar. Bu gemi insani
yardımdan ziyade dünyaya bir mesaj vardı. Kuşatmayı hatırlatmak,
Gazzelilere yalnız değilsiniz mesajını vermek. İnsani yardım en fazla
bir hafta yeter Gazzelilere.
Saldırı sabah namazı sırasında
başladı. Ne yaptınız?
Rıdvan Kaya “Adem namaza kalk” dedi.
Ben namaza kalktım. Abdest aldım, namaza durdum. Tekbir aldığım sırada
bir koşuşturma başladı. O ara bir ses duydum. Biri bağırdı; ‘Arkadaşlar
İsrailliler saldırıyor’ diye. Bunun üzerine namazı bozdum. Geminin en
riskli yanı arka tarafla, üst kattı. Hemen o arka tarafa gittim. Orası
denize en yakın yer. Korsanlar falan gemilere oradan saldırırlar. Oraya
gittim kapıyı bir açtım baktım her tarafta gaz var. Bomba atmışlar.
Bombalama devam ediyordu. Bir taraftan da arkadaşlarımız direniyorlardı
İsrailli askerleri gemiye almamak için. Suya en yakın yer olduğu için
kancayı taktığınızda hemen gemiye çıkabiliyorsunuz. Arka tarafta bunu
denediler. Bunda başarılı olamadılar. Orası düşmedi.
Görüntülerde
su sıkıldığını…
İsrail propaganda yapmaya çalışıyor ama
şöyle bir şey var. Türk basınında da eleştirenler var. Şurada biri sana
silah doğrultsa insani bir refleks olarak kendini korumak için elindeki
şeyi ona atarsın. Orada bir de maskeli, simsiyah adamlar geldi, ne
oldukları belli değil. Adamlar saldırıya geçtiler birdenbire. Bu
insanlar da elinde şişedir, sandalyedir bunlarla kendilerini savunmaları
çok insani bir refleks. Geminin arka tarafında baya kaldım. Oradan
çıkamadılar. Daha sonra ilk indirmeyi yapan İsrail askerlerinin
alındığını söylediler. Aşağıda boya bombası falan atıldı. Sürekli gaz
bombası falan atıyorlardı. Ondan sonra öbür tarafa koştum hemen.
İsrailli askerler alınmışlardı. İnsanlar tabi bir hassasiyet
gösterdiler. Silahlı İsrail askerleri ortalarına indi. Düşünün dünyanın
en iyi yetişmiş komandoları bunlar.
Ahmet Can Karahasanoğlu: Şuna
dikkat etmeli ama. İsrail çok akıllı davrandı. O üç adamı resmen linç
edelim, öldürelim diye aramıza indirdi helikopterden. Adamlar indikten
sonra ateş kısmen kesildi.
Çevreye doğru ayaklarımıza doğru ateş
ettiler. Sırf o askerleri içeri kaçıracak vaktimiz olsun diye.
Öldürelim diye onlar esir verdiler resmen askerleri. Sonra da bütün
gemiyi tarayacaklardı bu fırsatla. Bunu yapmaktı amaçları.
Ben
sorguda bunu da konuştum.
Esir aldınız.
Şu var bak
burada. Ben sana bir kaç enstantane anlatayım. Askerler alındı esir
olarak. Orada Mahmut Hoca Efendi'nin cemaatinden bir amca gördüm.
Sarıklı, cübbeli falan. Baktım ki esir askerlerden birinin yüzünü
okşuyor, Kur'an okuyor. "Amca sen ne yapıyorsun?" dedim.
"Çocuk
korkmuş, ondan okuyorum" dedi. Başka bir arkadaş "Su verelim" dedi. Su
verdik ardından. Başka bir arkadaş sakinleşmeleri için baya çaba
sarfetti. Ben sorgularda bunu uzun uzun konuştum. "Siz bizim teslim
olan arkadaşlarımızı vurdunuz. Oysaki bizimkiler işte böyle davrandı,
aramızdaki fark bu" dedim. Bakın insanlar orada o askerleri
öldürebilirlerdi. Çünkü daha az önce yanı başlarında arkadaşlarını
öldürmüştü bunlar. Ama herkes soğuk kanlı davrandı. Mesela Furkan,
Gerçek Hayat okuruydu üstelik. Bir gece öncesinde bana gelip, "Ağabey,
ben senin röportajlarını çok beğenerek okuyorum. Hep tanışmak
istemiştim. Bu gemide olacakmış demek bu tanışma." dedi. Bir gece önce
bu konuşmalar geçti aramızda. Beraber oturup çay içtik, börek yedik.
Sonra o çocuğun öldüğünü görüyorsunuz. İnsanlar buna rağmen soğukkanlı
davrandı. Askerleri geri verirken bile yapacaklarını yaptılar.
Endenozyalı bir doktor ağabey vardı aramızda. O götürdü askerleri geri
vermek için kapıya. Son askeri verirken o doktoru kolundan vurdu.
Düşünün o adam elçi oluyor aranızda. Doktor olduğu için askerleri teslim
ediyor onlara. Ve onu bile vuruyorlar. Düşünün onların yaptıklarını.
Psikolojik rahatsız bu adamlar.
İsrail askerleri, arkadaşları
esir düşünce durdular mı peki?
Ateşe devam ettiler. Yoğun şekilde
yaralılar gelmeye başladı yukarıdan. Biliyorsunuz bu meselelerde on
saniye dahi önemlidir. Ağır yaralılarımız olduğu için hemen biz esirleri
geri vermeyi teklif edip, yardım istedik. Bundan dolayı teslim olduk
zaten.
Saldırı anıyla teslim olduğunuz vakit arasında ne kadar
zaman geçti?
Çok fazla değil. Yarım saat belki kırk beş
dakika.
Bağlantıyı nasıl kurdunuz?
İsrailli
milletvekili vardı, kadın. O gitti ilk önce onlarla konuşmaya. Bir
beyaz gömlek çıkarttı ve "Ben milletvekiliyim" dedi. Silah doğrulttular
ve "Geri dön, git" dediler. Ağır yaralıların olduğunu bildikleri halde
bizi yarım saat beklettiler. O vekil kadıncağız kaç kez gidip döndü
yanlarından. Biz de anons yaptık arkadaşlarla tüm gemiye, "Ağır
yaralılarımız var, teslim olun. Direnişi bırakın. Bülent Yıldırım'ın
talimatı var" dedik.
Karmaşa oldu mu bu arada?
Oldu
tabi ama herkes Bülent abinin talimatlarına uydu.
Sen bu
arada bir taraftan mücadele ettin, bir taraftan yaralılarla ilgilendin,
bir taraftan da fotoğraf çektin.
Hayatınız boyunca
biriktirdiğiniz duygular yönlendiriyor böyle anlarda sizi. Mesela şehit
olan arkadaşlarımızı görünce aklıma Kur'an okumak geldi. Yaralıları
görünce yardım ettim elimden geldiğince. Çatışma devam ederken de birden
elim cebime gitti. O an cebimde fotoğraf makinam olduğunu farkettim.
Hemen ardından Türker abiyi ( Saltabaş) gördüm. "Abi bir tut makinayı,
anons geçeyim" dedim. O da sağolsun tuttu makinayı. Geçtim anonsu. Orada
da gazetecilik refleksi harekete geçti.
Bu görüntüler de hem
Türk hem de yabancı pek çok televizyonda dönüyor ekrana geldi. Pek çoğu
da merak ediyor, " Adem bunu nasıl çekti?" diye.
Evet. Bu
makinanın ilginç de bir hikayesi var. Filistinli gazeteci Eymen Halid
yola çıkmadan önce bana hediye etti bu makinayı. Dedi ki "Adem istersen
bu makina senin olsun, istersen de oraya gidebilirsen Gazzeli bir
gazeteciye hediye et bunu." Gazze’ye böyle makinalar falan girmiyor
çünkü. Bunun üzerine makinayı alıp, cebime atmıştım. O ana dek
makinanın özelliklerine falan da bakmadım hiç. O ilk an makineyi elime
alıp kurcaladım ve buldum nasıl çekeceğimi. Çektik ardından da. Şehitler
gelmeye başladı. İnsanlar da şehitlerin üzerine Türk bayrağı ve
Filistin bayrağı koydu. Bunun simgesel önemi çok büyük. Sonra Çiğdem
abla var, şehit olan Dünya Tekvando Şampiyonu Çetin abinin hanımı.
Çiğdem abla eşini gördü, ben de "Abla eşin şehit oldu" dedim. Baktı bana
ve "Asla ağlamayacağım Adem” dedi ve ağlamadı. “Tek bir şeye
üzülüyorum, biz birlikte şehit olacaktık. O gitti ben kaldım" dedi.
Başka bir olay daha anlatayım hemen, görüntülerde de var bu. Ürdünlü bir
amcamız vardı gemide oğlu ile beraber. Şehitlerden birisi -ki İzmirli
Cengiz Ağabey olsa gerek- çok benziyordu Ürdünlü amcanın oğluna. Amcaya
da birisi Cengiz abiyi görüp "Oğlun şehit oldu" dedi. Bunun üzerine amca
"Elhamdülillah, elhamdülillah. Oğlum Filistin'e hediyedir." dedi. Üç -
dört dakika oğlunu kaybetmenin duygusunu yaşadı. Sonra bir arkadaş
gelip, "Amca bu senin oğlun değil, bu Türk" dedi.
İnsanları
görmenizi isterdim. Kanlarıyla, kalpleriyle, vicdanlarıyla bir destan
yazdılar orada. Dünyanın en güçlü ordusu üzerinize kurşun yağdırıyor,
diğer tarafta da tek silahları kalpleri olan insanlar var. Ben o
görüntülere şahit olunca ağlamamak için zor tuttum kendimi. Olay
bitmişti yani. İsrailde sorgudayken karşılaştığım Filistinli
milletvekili “Siz Türkler, Filistinlilerden daha Filistinliymişsiniz"
dedi. İnsanlar Gazzeli çocuklar aç kalmasın diye kendilerini feda
ettiler. Tarih yazdılar, çok büyük bir olaya şahitlik ettiler. Teslim
olan birinin kafasına doğru ateş açtıklarını gördüm. Furkan olabilir bu.
Vahşetti bu.
Görüntülere dönecek olursak yeniden…
Evet,
çektim böylece görüntüleri. Tabi bu arada İsrail askerleri camdan silah
tutuyorlar ama bir şey de yapmıyorlar. Anladım beni farkettiklerini.
“Arayacaklar beni” dedim. Görüntüleri saklayacak yer aradım. Çantada
küçük bir araya kartı sakladım. Makineyi da öylece koydum çantaya.
Gemiden çıkartırlarken beni hemen kenara ayırdılar. Fotoğrafımı
çektiler. "Görüntüler nerede?" dediler. İtişme oldu aramızda. Yine o
görüntülerden dolayı sanırım herkesin ellerini önden bağladılar
benimkini arkadan. Çok da sıkı bağladılar. Gerçekten çok canımız yandı.
Sorguda
sordular mı görüntüleri?
Tabi. Üzerimi çok ayrıntılı
aradılar. Bulamayınca çok da uzatmadılar.
Sonuçta bu kartı
sakladın ve gemiden dışarı çıkan en önemli belge bu görüntüler oldu.
Şu an tüm dünya bu görüntüleri kullanıyor. Fransa, İtalya, Çin
sadece benim duyduklarım. Yani bu anlamda Gerçek Hayat burada en önemli
işi yaptı. Bu görüntüler Gerçek Hayat'ın muhabirinin elinden çıkmış
oldu.
Bir taraftan içeride şehitler var, yaralılar geliyor.
Askerler verildikten sonra ateş devam etti. Herkes içeri girdi. Sizi
içerde ne kadar beklettiler?
Çok beklettiler. Bizim Süleyman
Abi var. Uğur Süleyman Sönmez. Çok ağır yaralıydı. Biz onun başında
Sinan abiyle (Albayrak) çok bekledik. Süleyman abi için korkuyoruz
mesela hâlâ hayati tehlikesi var. Allah korusun tabi. Ancak o kadar çok
beklettilerki bizi. Biraz daha erken verebilseydik yaralılarımızı
Süleyman abinin durumu bu kadar ağır olmazdı. Özellikle beklettiler
bizi. Yaralıları kurtarmaktı oysaki bizim tüm amacımız. Hepimizi teslim
olduktan sonra yukarı çıkarttılar. Ellerimizi bağladılar. Üç- beş tane
helikopter devamlı rüzgâr yapıyor . Denizden yüzümüze su sıçratıyor
helikopterler. O helikopterler üzerimizdeyken limana dek öyle yolculuk
yaptık. Bazı kadınların ellerini çözmüşler ama bizim kattaki tüm
kadınların elleri bağlıydı. Limana geldik. İsrail vatandaşları da burada
çok komik görüntüler verdi. Sanki zafer elde etmiş İsrail ordusu gibi,
ellerinde bayraklar, bize garip hareketler yapıyorlar. Bu ayıptır yani.
Bunun da görüntüleri var. Bir yaşındaki o çocuğu dahi esir aldılar.
Makinist arkadaşımızın oğlunu. Makinist arkadaşın eşi “Bende geleceğim”
demiş. İnanın Bülent abilerin falan haberi yokmuş. Kadıncağız ısrar
etmiş “Geleceğim, beraber yolculuk yapalım” diye. Biz gemiden çocuk
çıkınca şaşırdık. Zaten o kadıncağız da acayip yiğitti. Bülent abiye
gelip "Helal olsun sana. Allah razı olsun" diyordu. Saldırı anında
herkesi sakinleştirmeye çalıştı, erkek gibi kadındı maşallah. İsrail
askerlerine küfür ediyor bir yandan. İnanın bu ablamız açıktı mesela,
hiç bir siyasi yakınlığı da yoktu belki. Tüm mürettebat destan yazdı
kaptan başta olmak üzere. Bu milletin destanı oldu bu. İHH ile falan
alakası olan insanlar değil bu insanlar.
Belki daha sonra
başka bir gemide çalışacak olan insanlar.
Aynen öyle.
İşlerini yaptılar. Geminin mürettabatı, kaptan hepsi bizimle alakaları
olmamasına rağmen bize " Sabredin arkadaşlar, sakin olun" diye moral
verdiler. Bir yandan tabi İsrail askerlerine küfrediyorlar falan.
Görmeniz lazımdı o mürettebattaki azmi. Mesela kaptanımız havalimanında
"Ben gemimi almadan gitmem" dedi." O gemi benim namusum" diyor. "Ben
gitmem uçakla, burada on sene cezaevinde kalırım daha iyi. Gemimi
almadan hayatta gitmem" dedi. İnanın zor ikna ettik. Herkes bindi bir
kaptan kaldı dışarıda.En büyük zulüm gemideydi. Saatlerce o sıcakta, bir
yandan üşüyoruz, güneş vuruyor, yerlerde insanlar, yaralılarımız var.
Limanda da yanımıza köpeklerle geldiler.
Birbirini gemide
tanıyan, farklı milletlerden ve dinlerden insanlar vardı burada. Ve bu
insanlar profesyonel bir ordunun baskınına maruz kaldı. Bunların içinde
çocuklar ve kadınlar da var. Bu süre içinde bu insanlar pişmanlık veya
korku yaşadılar mı?
Kaptan, mürettebat herkes birbirine moral
vermeye çalıştı. İsrail askerleri arkalarını dönünce zafer işareti
yapıyorduk birbirimize moral amaçlı. En ufak bir korku, pişmanlık
yaşanmadı. Olabilirdi de aslında, insanız nihayetinde. Ama olmadı, hiç
bir arkadaşımız böyle bir şey yaşamadı.
Mürettebattan bir çocuk
geldi, bu işlerle alakası yoktu. Bildiğin Anadolu insani, senin de
dediğin gibi. Korktun mu dedi spiker. Karadenizli bir çocuktu. " Biz
korkmadık, onlar bizden korktu" dedi.
Askeri aldık ya. Üzerinde
bir şey var mı diye üstünü çıkar dedim bir baktım altına işemiş asker.
Mahmut efendinin o adamı sakinleştirmeye falan çalışıyor. Yahudi,
komando ama onlar da gencecik askerler nihayetinde. Orada ilahi şeylerin
olduğuna inanıyorum. Kurşun yağıyor üzerimize hiç korku yok.
Cesetlerden insan korkar normalde. Hepsini sevdim, ağızlarını bağladım,
ellerine baktım hepsi tevhid işareti yapar halde. Onu gördüğüm zaman… O
kadının kocası daha yeni şehit olmuş nasıl metanet gösteriyor. Asıl
destan budur. İnsanlar Mavi Marmara’yı, Filistin’i, Gazze’yi o kadar
içselleştirmişler ki, o kadar kendilerinden görmüşler ki onun için
korkmadılar bu insanlar.
Limanda sizi askerler ve köpekler
bekliyor. Köpeklerden bırakılmış da sanırım…
Tercümanlık
yapan çocuğu köpek ısırdı, diş izlerini gördüm. Amerika’da yaşıyormuş,
İbranice biliyordu.
Sizi yaklaşık 7-8 saat beklettiler gemide,
üzerinizde bir helikopter…
O çok büyük bir zulümdü. Aşağı
indirdiler kapalı bir mekanda istiflediler bizi. Konuştuğumuz zaman
hemen bize silah doğrultuyorlar. Ben o ara uğraştım kelepçeyi çıkardım.
Bir yarım saat falan göstermedim kelepçeyi çıkardığımı. Arapça bilenler
olduğu için baktım insanların durumu çok kötü. Namaz kılmak istediğimizi
söyledik. Ben Arapça bilenlerle konuşmaya başladım. Bira ortamı
yumuşatalım istedik. Çünkü yaralılar falan var su istiyorlar. Ben bizim
kattakilere su dağıttım. Çikolata falan getirttim, dağıttım. 1-1,5 saat
böyle şeylerle geçti. Tuvalete gidecekler olunca söylüyordum. Askerlerin
önünde ayakta bekliyordum sürekli. Bir elçilik rolü gibi, tabi dilin de
etkisi var. Arapça bilen askerler de olduğu için aralarında. İnsanlara
baktım, yorulmuşlardı, ama bir mutluluk şeyi de yakaladım insanların
gözünde. Haklı olmak böyle bir şeymiş. Haklılık duygusu insanı bir
şekilde motive ediyor. Bu millette fedakarlık var. Osmanlı’ya kadar
gidersek buraları kendi vatanı olarak görüyor bu insanlar. Bu duygu bu
insanlara bu tip şeyler yaptırabiliyor.
Tüm bunlar olurken
yabancı gönüllülerin tepkisi nasıldı?
Harikaydı. Orada
hepimiz bir aile olduk, kardeş gibi. Herkes birbirine yardımcı olmaya
çalışıyor, moral veriyor. Bir kişi bile “ne oluyor” demedi. İsrail
askerleri indirme yapınca özellikle kartel gazetecileri hemen ellerini
başının üzerine koymuş 3-4 saat beklemişler. 5 dakika yerde sürüne
sürüne girdim basın odasına, herkes öyle. “Sen ne yapıyorsun başımızı
belaya mı sokacaksın?” falan diyorlar. Bakıyorum ne oluyor, arkadaşlar
ne yapıyor falan. Basın odasında elleri yukarıda İsrail askerlerine
teslim olmayı bekliyorlar. Taraf’ın muhabiri yiğit bir kızdı. “Sakın
korkma” dedim, “Korkmuyorum” dedi. O kız aşağıda bizimle birlikteydi.
Bir tane gazetecinin gücüne gitmiş, gazetecileri korkaklıkla suçlamış.
Millet orada aşağıda boğuşuyor falan, “gücüme gitti “dedi adam. Hatta
askerlere laf falan atmış, onun da elini kelepçelediler.
Gazeteciler
karışmadılar o zaman?
Hayır. Kesinlikle çok ayıp ediyorlar.
Olayı abartıyorlar. Gazetecileri ayırdılar. Benim üstümde kart düşmüş.
Bir de ben arkadaşların yanında kalmak istedim. Yaralılar falan var,
hatta bana çok teşekkür etti arkadaşlar. O zaman İsrailliler gazeteciler
ayrılsın dedi, ben ayrılmadım.
Gazetecileri ayrı bir yere
koydular ve onlara bütün bu eziyetler çektirilmedi.
Çektirilmedi.
Milletin çektiği eziyetin onda birini çekmedi gazeteciler,
abartıyorlar. Görmediler olayları. Elleri yukarıdaydı, kimse bana
kızmasın; olayın gerçek fotoğrafı bu. Cevdet çıkmıştı fotoğraf çekmeye.
Flaştan, onu vurdular. Rahmetli. Aynı şeyi ben Lübnan’da da görmüştüm.
Lübnan’da ne İsrail uçağı var ne bir şey. Adam kameramanıyla koşuyor
“İşte İsrail uçağı üstümüzde” diye anlatıyor. Kaç gündür bakıyorum,
gazetecilerin beyanatlarına. Bir gazeteci yalan söyleyip ucuz
kahramanlıklarla meşhur olmaya çalışmamalı. Ahlaki görmüyorum.
Görüntüleri bir gazetecilik heyecanıyla dağıtmadım, sürekli anlatıyorum.
Bir ders vermeye çalıştım aslında.
Orada, limanda bizi
beklettiler. Orası çok azap doluydu gerçekten. Aşağıda beklettiler bizi.
Gemide
7-8 saat azap dolu yolculuktan sonra limana getirdiler.
Evet.
Başımızda köpekler vardı. Çok uzun süre bekledik, çok azap doluydu.
Herkes çok yorgundu. Ben “arkadaşlara su vereceğim” dedim. Silahlı biri
aldı beni kafeye götürdü. Deniz suyu doldurdum. Kafanda silahla
bekliyor, adama bir şey diyemiyorsun. “Bunu nasıl dağıtacağım, deniz
suyu” dedim. “Dağıt” dedi. Sonra suları aldık, dağıtmaya başladık. Sonra
teker teker sorguya alınmaya başladık. İlk tepkim şu oldu: “Ben
gazeteciyim. Gerçek Hayat dergisinin Ortadoğu muhabiriyim. İsrail’i bir
devlet olarak tanımıyorum, İsrail benim gözümde terörist bir örgüttür.
Şu yapılan muamele bir devletin asla yapamayacağı bir uygulamadır. Ancak
Türkiye’de PKK gibi terör örgütleri bu tür operasyonlar yapar. Ben
İsrail devletini tanımıyorum, ne yaparsanız yapın” dedim.
İlk
sorgular böyle mi başladı? Gemiden indirdiler, parça parça sorguya mı
aldılar insanları?
Herkesi birkaç dakika sorguya aldılar.
Benim bacanak “Adem, senin ismini gördüm listede. Önünde İbranice bir
sürü notlar vardı” dedi. Beni uyardı. Kontrollü bir gerginlik oldu
aramızda. Netice itibariyle arkadaşlarımızı öldürmüşler. Hiç sesimizi de
çıkarmayabilirdik., Çocuğumun ismini sordular. “Oğlumun ismi Ahmet
Yasin” dedim. Asıl facia o zaman koptu zaten. Yanımdaki eleman her
götürdüğü yerde “Oğlunun ismi Ahmet Yasin’miş” dedi. Aramızda sürekli
bir gerginlik var tabi. Doktora götürdüler. “Yanımda asker oldukça
seninle konuşmayacağım” dedim. Çıkmadı tabi. Doktor “Biz bir şey
yapamayız” dedi. Hiçbir yere imza atmadım. Sürekli şunu tekrarladım
“Sizi bir devlet olarak tanımıyorum. Siz bir terör örgütüsünüz, terör
yapılanmasısınız. Biz şu an bir terör örgütünün elindeyiz, kaçırıldık.”
Üçüncü yerde kısa bir sorgu oldu. Askerle bayağı bir bağrıştık. İtti
beni. “Sen bana böyle davranamazsın, ben gazeteciyim” dedim. Bana “Niye
bu kadar öfkelisin?” diye sordular. “Benim öfkeli olmamam anormal bir
şey olur. Arkadaşlarımızı öldürdünüz” dedim. Ondan sonra “Gazze’ye niye
gittin?” dediler. “Sizin öldürdüğünüz insanlar var, onların çocuklarına
yardım etmek için. Ben bir gazeteciyim. Ortadoğu üzerine, Filistin
üzerine yazıyorum” diye cevap verdim. Daha önce İHH ile gittiğimizi
öğrenmişler. Ayrılırken bana elini uzattı, iyi polis görüntüsü vermek
için. Ben elini sıkmayacağımı söyledim. “Siz katilsiniz” dedim. Ondan
sonra biz ring arabasına aldılar. Elim yine bağlı. O zaman arkadaşların
ellerini açmışlar. Bülent Yıldırım vardı, Cihat, benim bacanak, bir de
bir 10-15 tane arkadaş bir ring arabasına koydular bizi. Ondan sonra
cezaevi süreci başladı. Baktım arkadaşların keyfi yerinde. Resmen dalga
geçtik. “Arkadaşlar” dedim, “Bu iyi bir fırsat, Filistin’in kokusunu
koklayın. Filistin’e bakın”. Tam muhabbetti. Bülent abi falan konuştuk;
“5-6 sene buradayız hayırlı uğurlu olsun.” diye. Nereye gittiğimizi
bilmiyoruz.
Belli bir süreçten sonra gemiyle bağlantı koptu
ve elçilik görevlisi gelinceye kadar sizin hiçbir şeyden haberiniz
olmadı. Bülent Yıldırım ve sen hapishaneye giderken 5-6 yıl buradayız
dediniz.
Dedik abi. Hatta espri yaptık, “Esaretin tadını
çıkaralım” dedik. Bir yandan da kadınları merak ediyoruz. Başlarına bir
şey gelir diye korkuyorsun tabi. Onları da almışlar, gördük. Hüzün
oluşturdu, bilmiyorsun ne yapılacak onlara diye.
Kaç kadın
vardı gönüllüler arasında?
50 civarında. Ring arabasında
giderken herkesin bir hikayesi vardı. Anlatıyoruz, gülüşüyoruz. “Ben
şöyle yaptım, ben böyle yaptım” diye. Adam diyor ki “Ben hiç kameradan
anlamam gittim kamerayı kaptım çektim.” Kameramanı vurmuşlar, o gitmiş
kapmış kamerayı, hiç alakası ama çekim yapmış. O görüntüler canlı
yayının sürmesini sağlamış, çekmiş insanları.
İsrail karartma
uygulamış ama geminin teknik ekibi bu karartmayı delmiş doğru mu?
Evet.
Ama herşey de çıkmamış. Geminin güvenlik kameraları vardı. Ben Türker
abiyle beraber sürekli notlar yazdım ve kameraya doğru tuttum. Dört tane
şehit var, kimler kimler öldü, ne oluyor şu an, yaralılarımız, acil
yaralılarımız var, bir an önce müdahale edin falan diye. Yazıları
Türker Abi yazıyordu, ben çıkıp gösteriyordum onları sürekli kameralara.
Bir takım çalışması oluştu orada.
Bu gemiden görüntüler
internet aracılığıyla sürekli iletiliyordu
Evet ama onlar
çıkmamış, karartmışlar onları biz de sürekli veriliyor sanmıştık.
Cezaevine gittik. Hücrede Bülent Yıldırım, İstanbul şube başkanı Cihat
Gökdemir, bir de benim bacanak Adil Tuna. 4 kişilik bir hücreye alındık.
Bize hatta tek tip kıyafet verdiler. Ben o kıyafetlerle geldim
Türkiye’ye. Kıyafetlerimi geri vermediler.
Saat kaçtı? Günün
hangi vaktiydi?
Akşama doğru.
Herkesi birbirinden
ayırdılar mı hemen?
30’ar 40’ar kişilik gruplara ayırdılar.
İnsanları 3’er 4’er kişilik hücrelere koydular ama birbirimizle
konuşabiliyorduk. Gardiyanlara taleplerimizi söyledim. “Birincisi
hücrelere sadece uyumak için gireceğiz.” Büyük bir alan vardı “Burada
kalacağız” dedim. “Namazlarımızı burada kılacağız, ezanlarımızı
okuyacağız.” Kafamda 5-6 sene düşüncesi var ya baştan tavrımızı koyalım
nasıl başlarsa öyle gider diye düşündüm. “Olmaz” dediler. Hatta TV de
istedim. Adamlar önce kabul etmediler. Ama biz bastırdık. “Germeyin
ortamı, problem istemiyoruz, bunları istiyoruz.” dedim. “Namaz kılmak
için bize battaniye getireceksiniz Toplu namaz kılmak için” dedim.
Gardiyan müdürle falan konuştu, kabul etti. TV dışında her şeyi kabul
ettirdik. Bir arada olmamız, sürekli konuşmamız rahatlattı bizi. Ondan
sonra Bülent Yıldırım’ı aldılar, sorgu başladı. Çok uzun sorguladılar
onu. Ama biz görüyoruz onu karşıda camlı bir yer var.
Bazı
isimleri daha uzun sorguladılar?
Tabi tabi. Ben, Bülent
Yıldırım ve Hüseyin Oruç sorguda çok kaldık. Üçümüz özellikle uzun
sorgulandık. Bülent abiyi aldılar, konuşmaya başladılar. Ben baktım
sorgulayanlar masonlar değil de Bülent abiydi sanki. Mimiklerinden, el
hareketlerinden onu fark ediyorduk. Sonra gece saat 12 gibi beni
hücreden aldılar. Okumaya başladım. Teslim aldıkları görüntüleri
gördüğüm için “Benim de kesin kafama sıkacaklar” şimdi dedim. Oradan
oraya götürüyorlar beni. Bir adam alıyor, öbürüne teslim ediyor. Kesin
infaz edecekler dedim.
Götürürken bir yandan da psikolojik
işkence yapıyorlar.
Ondan sonra beni başka bir hücreye
aldılar. Hücrede hiçbir şey yok. Kapıya vurdum, “Yastıksız uyuyamam,
bana yastık getirin” dedim. Yastık getirmediler. Tek kişilik hücreydi.
Tuvaleti çalışmıyordu. Ranzanın yukarısındaki yatağı, çarşaf, yastık
yaptım yattım. Osman Atalay vardı yan tarafta. Geç yattım gece 4-5 gibi
kapı vuruldu.3-4 tane adam “Adem Özköse” diye bağırıyorlar. Bunlar
aldılar beni. Asıl sorgu fasılları ondan sonra başladı. Genç bir kız
vardı. Ona “Türkçen berbat, nasıl tercümanlık için aldılar seni” dedim.
Acayip morali bozuldu. Aslında Türkçesi fena değildi ama moralini bozmak
için yaptım. Sorguya başladılar. Oradaki biriyle Arapça konuştum, kızı
hep aşağıladım. Ona, “Biz seninle konuşalım, kıza gerek yok” dedim. Kız
da onunla tartıştı “Beni tercüman olarak kullanmayacaksanız niye
getirdiniz” dedi. Morali bozulmuştu. Adama “Bizde bir adam zekiyse
Yahudi derler. Bir de bir adam kötüyse kalbin Yahudi mahallesi gibi
derler. Sizin Theodor Hertz gibi liderleriniz zeki adamlardı. Ama şu an
–Başbakanı kastettim- Yahudilerden daha Yahudi olan, yani zeki olan- bir
adamla mücadele ediyorsunuz” dedim. “Bu adam satrancı çok güzel oynuyor
ve siz hep kaybediyorsunuz” dedim.
Şurayı baştan alalım.
Gece saat 4’e doğru seni aldılar. Hiçbir gerekçe sunmadılar mı?
Önce
görüntüleri sordular. Sonra “Direniş emrini sen verdin, elimizde
görüntülerin var” dediler. “Kimden aldın emri” diye sordular. Bülent
Yıldırım’ı kötülediler. “O sizi sattı” dediler. Bir de Hüseyin Oruç.
Arapça sorgulamışlar onu. Bana ilk önce teknik sorular yönelttiler.
Mesela “Direnişi önceden tasarladınız mı?” Ben de hep “Ben gazeteciyim,
olaylar için geldim, direnişle ilgim yok” dedim. Bir- bir buçuk saat bu
meseleler üzerine konuştuk. Zaman zaman gerginleşti ortam. Sonra Arpça
konuşan bir ajan girdi, bana “Sen hayvansın” dedi. Beni Arap sandı. Ben
de ona ”Hayvan sensin” dedim. Öbür adamlarla bir şekilde konuşuyorduk. 2
saatten sonra siyasi tahliller yapmaya başladık. O bana “Hayvan”
deyince ben de “Sensin hayvan, ben bir gazeteciyim, böyle bir şeye
hakkın yok ” dedim. Bu beni Arap zannetmiş. “Biz insanlarla iki şekilde
konuşuruz” dedi: “Bir iyilikle, bir de zor kullanarak. Seni işkenceye
alacağız” dedi. “Alın” dedim. 10 dakika sonra içeriye 2-3 tane iriyarı
adam girdi. Biri uzak duruyor, diğeri yakın, beni korkutmak için. Beni
tehdit eden adam ve diğerleri dışarı çıktı. Bunlar kendi aralarında
10-15 dakika konuştular. Sonra normal konuştuğumuz adam “Seni Arap
zannetmiş o yüzden hayvan demiş, kusura bakma” dedi. Orada şunu düşündüm
”Biz iki günde bunları yaşadık, Filistinlilere bunlar neler
yaşatıyorlar?” Ben bir de muziplik yapıyorum “Bana kahve getirin, çay
getirin yoksa konuşmam” diyorum. Kahvemi yaptırdım, çayımı yaptırdım,
yemek bile söylettim kendime. 3-4 çeşit sandviç istedim mesela. Biraz
şenlik yaptım yani. Görüntülerde insanlar genelde oturuyor, ben
ayaktayım. Bir o tarafa bir bu tarafa gidiyorum, ‘sakin olun’ diyorum.
Bu adamların dikkatini çekmiş. Belki işi organize ettiğimi düşündüler ya
da biz İsrail ile ilgili yazılar yazıyoruz belki onu takip ettiler. Tam
bilmiyorum, niye beni seçtiler. Bülent abi başından beri tavır almamdan
onların çok rahatsız olduklarını, ondan dolayı benim üzerime çok
geldiklerini söyledi. İlk sorgudan sonra başka bir hücreye aldılar beni.
Sonra yine sorguya aldılar. Ama şunu fark ettim artık benimle bir
gazeteci gibi konuşmaya başladılar. Mesela Başbakanı sordular,
Başbakanla ilgili konuştuk. Ben “Başbakan Erbakan’ın öğrencisidir”
dedim. Komik bir şey oldu. Biz onu tanımıyoruz dediler. O ona soruyor, o
ona. “Onu tanımıyor musunuz?” dedim. “Hayır” dediler. Ben de o zaman
“İstihbaratçı olarak sizi ciddiye almıyorum, siz kötü
istihbaratçılarsınız” dedim. “Nasıl Erbakan’ı tanımazsınız?” sonra bir
tanesi “A, ben hatırladım” dedi ama, belli ki numara yapıyor. Bu adamlar
Başbakan ne yapmaya çalışıyor diye anlamaya uğraşıyorlar. Benden bunu
öğrenmeye çalışıyorlar. Ben de “İsrail sayesinde Başbakan İslam
dünyasının lideri. Bunu siz sağlıyorsunuz, yaptığınız hatalar buna yol
açıyor” dedim. 1-1,5 saat sadece Başbakan hakkında konuştuk. İHH’nın
hakkında “Bu parayı nereden buldu İHH?” “Bu organizasyonun arkasında kim
var?” “Başbakan mı? Gemileri o mu aldı?” gibi sorular sordular. Ben de
“Başbakan’ın sizden nefret ettiğine inanıyorum. Çünkü bu adam bir
gelenekten gelme. İslâmî Hareket’in içinden geliyor ve anti-siyonist
olarak bilindiler. Bu adam Erbakan’ın öğrencisi, onun iki konuşmasından
biri siyonizmle ilgilidir. Sizden çok çok daha zeki. Onun için sürekli
yeniliyorsunuz, hata yapıyorsunuz” dedim. Gerçek Hayat hakkında
konuştuk. Nasıl bir dergi diye. Bizim derginin ilk kapağı “Filistin’de
şafak sökecek”, bu kadar Filistin taraftarı bir dergi dedim. Neden? Kim
veriyor maddi desteğini falan gibi sorular sordular. 2,5-3 saat falan
sorgu devam etti. Bir de süreci hissediyorum, neler olduğunu anlamaya
başladım. Ondan sonra bizi ring arabalarına bindirdiler. Onlarla gittik
havaalanına. Benim elbiseler falan kaldı başka hücrelerde.
Havaalanına
gidinceye kadar sorguda mı kaldın?
Tabi tabi. Hep sorguyla
geçti zaten. Sonra elçilikten geldiler. Dilek Hanım gece geldi.
Herkesle
görüştüler mi?
Tabi. Kadının cep telefonunu da almışlar,
yasak bu. Elçi beyle de görüştüm daha sonra “Biz telaşlandık” dedi.
Baştan sona suç yani. Bir elçilik görevlisinin cep telefonun alamazsın.
Kadın kim yaşıyor, kim yaşamıyor bildirecek. Kadın geldi, bize müthiş
bir moral oldu. “Sahipsiz değiliz, bize sahip çıkan insanlar var.”
dedik.
Ne konuşmalar geçti aranızda?
Biz tabi
dışarıda ne oluyor diye merak ediyoruz. Hemen onu sorudum; millet biz
kızıyor mu, ne diyor? “Bütün dünya ayağa kalkmış şu anda. Sabredin.”
dedi, moral verdi. “Herkes ilgileniyor, devlet olarak her türlü imkân
seferber edilecek, merak etmeyin” dedi. Başbakanın, Davutoğlu’nun
konuşmasını, birkaç ifadesini söyledi. Tabi çok moral oldu bize. Bir
devletinin olması, bir ülkenin vatandaşı olma duygusunu yaşıyorsun,
sahipsiz olmadığını hissediyorsun. Aramızda belki hükümete çok muhalif
kimseler de vardı. Ama orada herkes bir devlet sahibi olma duygusunu
yaşadı.
Dilek hanım sizinle görüştü…
Ben hep
sorgudayım. 4-5 saat onlarla kaldım gece yattıktan sonra bir daha
arkadaşları göremedim. Tek kişilik hücreye attılar beni. Ondan sonra
sürekli sorgu faslı. Bir grup geliyor, bir grup gidiyor. Daha sonra ring
arabasına bindik. Arabayı kullanan sarışın bir bayan asker. Disko
müziği açtı. Aramızda cam gibi bir şey var. Yanımızda zenci bir Yahudi
var. Bir yandan araba kullanıyor, bir yandan da dans ediyor kadın.
Yanımızdaki Yunan “Hey Maykıl Ceksın” diye bağırdı ona dalga geçmek
için. Kadın dans edip bizimle dalga geçiyor. Ben de ona tükürdüm. Arada
cam var, camın önünde de teller. Havalandırmayı kapatıyor sonra da
gülüyor. Yanımdaki zenci Türkçe biliyor. Kadın “Eşek, eşşoğlueşek” falan
diyor. Adam ona öğretiyor, “Seni seviyorum” diyor kadın, öpücük falan
atıyor dalga geçmek için. Bu hareketleri kimlerin yapacağını belirtecek
birtakım sözcükler kullandım ben de ona karşı. Karşılıklı sataşmaya
başladık. Bir yandan arabayı kullanıyor. Arabada iki yunanlı var
yanımda. Chav bellayı Yunanca birlikte söylemeye başladık. Yunanlı da
birtakım Türkçe sözler biliyor. Ama moraller acayip. İngilizce “ÖZGÜR
GAZZE” FALAN DİYORUZ. YUNALILARLA ÇOK EĞLENDİK. Çok eğlenceli, muhabbet
adamlardı. Onlar ikisi komünistti. Çok güzel muhabbet oldu.
O
sırada havaalanına gittiğinizi biliyor musunuz?
Nereye
gittiğimizi bilmiyoruz. Bizi misafir ettiler şimdi asıl kalacağımız
cezaevine götürüyorlar diyoruz. Kadın bana iki de bir hareketler
yapıyor. Orada bir çakmak vardı, camın orada, onu arıyordu, bir de
dalmış. Ben cama bir tane vurdum “Allahu Ekber” diye. Bu kendini bir
attı o korkuyla, korktum kaza yapacağız diye. Acayip korktu, ona bir
hafta gider o korku. Havaalanına yaklaşırken free gazze diye slogan
atıyordu bu Yunanlı arkadaşlar. Bir arkadaşın tutumunu çok beğendim.
Orada bir arkadaş ”Haydar…?” dedi, arkadaş dedi ki bu sloganı atmayalım
arabadaki bir arkadaşımız Yahudi, bizimle birlikte gemide olan İsveçli
bir Yahudi müzisyen vardı. Onun için Yahudilere yönelik bir şey
yapmayalım dedi arkadaş.
Sonra nasıl devam etti yolculuğunuz?
Kadın bize zulmetmek için ring arabasının gazına 10-15 kere
basıyor, birden fren yapıyor bir de gülüyor üstüne. Bizim kafamız ring
arabasının önüne çarptıkça bize bakıp gülüyor. Tam bir aşağılık
hayvandı. Havaalanına geldik, indik, etrafımızı sardılar. Bir tanesi
bana vurdu, omuz attı. Ben de refleksle göğsüne bir tane çaktım. O da
karşılık vermek istedi, bizi ayırdılar. Alıp başka bir yere götürdüler
beni. “Niye sürekli problem çıkarıyorsun?” dediler. Ben şunun kavgasını
veriyordum oysa: “Bana insan gibi davransınlar.”
Bu konuşmalar
Türkçe konuşan tercümanlar aracılığıyla mı çevriliyor?
Tabi.
Ayrı ayrı tercümanlar var. Hep Türkiye’de eğitim görmüş Yahudiler.
Sürekli izzeti nefsimi kırıyorlardı. Gayr-i insani tavırlarına tepkimi
gösteriyordum. “Bana insan gibi davranın” dedim. Ondan sonra kağıt
getirdiler; “İsrail’den kendi rızamla ayrılıyorum” diye yazmak için.
“İsrail askerleri tarafından korsanca kaçırıldım ve Filistin
topraklarına getirildim” diye dilekçenin altına bir not yazıp imzaladım.
O şekilde verdim askerlere. Ondan sonra havaalanında 9-10 tane
bodyguard tipli adam geldi beni sorgulamaya. Bizim arkadaşlar “Adem’i
geri götürüyorlar” diye düşünmüş kaygılanmışlar. Bülent Yıldırım’ı da
aldılar.
Bülent Yıldırım’ı neden aldılar?
Onu zaten
sürekli sorguluyorlar. Beni aldılar hafif karanlık bir yere gittik.
Kablolar falan sarkıyor. “Şimdi beni işkenceye alacaklar”dedim.
Havaalanında?
Tabi,
havaalanında. Yine konuşmaya başladık. Bu sefer artık sorular şu: “Bu
sorunu nasıl çözebiliriz? Türkiye bundan sonra bize ne yapar? Türkiye’de
Yahudi vatandaşlarımızın başına herhangi bir şey gelir mi?” Ben şunu
anladım. Dedim ki tamam bu iş kopmuş artık. Beni kameraya da
çekiyorlardı. Kameraya döndüm “İsrail yetkilileri size mesajım var”
falan diye konuşmaya başladım. Gizli kamera gibiydi ama ben anladım
tabi. Orada baya konuştuk. Çay falan içiyoruz da karnım acıktı baya.
“Bana yemek getirmezseniz konuşmam” dedim. Yemek yedim. Oradaki konuşma
sürekli “Türkiye bize ne yapar tavrı ne olur? Türkiye’deki Yahudi
vatandaşların başına bir şey gelir mi?” şeklinde . Dedim ki “Siz en
büyük kötülüğü dışarıdaki insanlara, Yahudilere yapıyorsunuz. Türkiye’de
artık şöyle bir duygu var İsrail ile Türkiye arasına artık kan girdi.
Siz insan öldürdünüz. Ve bunun hesabını sormak isteyen insanlar
çıkabilir.” “Ama” dedim, “Size İspanya’da zulüm yapılırken sizi aldık
getirdik, sahiplendik ama siz Türkiye’deki Yahudilere kötülük
yapıyorsunuz. Benim öldürüldüğümü duyduğu an benim babamı kimse kontrol
edemez. Biz intikamcı bir milletiz onu da söyleyeyim. Bunun hesabını bir
şekilde alırız. Nasıl olacağını bilmiyorum ama Başbakan bu 9 şehidin
hesabını size soracak bire şekilde.” Benim için en önemli nokta şuydu:
Herkes dışarı çıktı. Biri vardı o daha yaşlıydı ve çok zekiydi.
Diğerleri sorularından belli oluyordu Yahudi hissiyatıyla
düşünüyorlardı, o farklıydı. Bana dedi ki “İsrail mahvoldu, İsrail
bitti!”. O zaman müthiş bir mutluluk kapladı içimi. “Bir şeyler var, bir
şeyler olmuş.” dedim.
Yani Türkiye’nin bu işi çözdüğünü
anladınız…
Tabi orada fark ettim.
Sorgudan sonra
seni uçağa mı getirdiler?
Hayır. Bülent abi nerde dedim? “Onu
sorguluyorlar” dediler. Ayhan abi, Gülden hanım, Ümit abi vardı.
“Bülent abiyi almadan gitmeyelim” dedik. Çünkü O’nun hakkında bana da
çok soru sordular. “Bu adam bizi bırakmadı hiçbir zaman, biz de onu
bırakmayalım” dedik ve sonuna kadar bekledik aşağı yukarı 10 kişi.
Herkes uçakta.
Hayranlık uyandıracak bir tek yürek olma
durumu yani…
Zaten bu bir destandır ve bütün Araplar hüngür
hüngür ağladılar. Biz İsraillilere dedik ki “Bir tane Arap’ı, yabancıyı
Yunanlıyı bırakmayacağız” Önce onları gönderdik. Türkler bir de birkaç
tane Yunanlı en sona kaldı. Önce Arapları cezaevinden çıkardık
gönderdik, uçakla. Ama adamlar hüngür hüngür, çocuk gibi ağladılar,
elimizi öpmeye çalışıyor. O manzarayı görseydiniz. Sürekli “Ümmetin
gerçek erkekleri sizlersiniz, ümmetin lideri sizsiniz, her zaman
sizlerle olacağız, siz Abdülhamit’in torunlarısınız.” Çatışmada falan da
öyleydi. Türkler şehit verdi. Tabi bu bir grup çalışmasıdır ama ben
gözlemledim bütün safhalarda bu milletin farklılığını. Filistinlilere,
Araplara bir şey yaparlar bizi en fazla içerde tutarlar diye düşündük,
onları gönderdik önce. Kadınları da. Herkesi gönderdikten sonra biz
çıkmaya başladık. Uçakta mürettebat bastırıyor “Biz kaptanı almadan
Türkiye’ye dönmeyiz” diye. Kaptan “Gemimi almadan gitmem” diye bekliyor
salonda. Biz de “Bülent Yıldırım’ı almadan gitmeyiz” diyoruz. Bülent
Yıldırım’ı çok bekledik. Ben çok beklemedim. Çünkü hep sorgudaydım.
Sorgudan çıktım 10 dakika sonra Bülent ağabey sorgudan çıktı. Elçi
Çelikkol bizi kucakladı. “Bunlar bize bile böyle davranıyorlar” dedi.
İki milletvekili vardı. o bize çok moral oldu. Bizi kucakladılar.
“Gazanız mübarek olsun, Allah mübarek etsin” dediler.” Dünyayı
değiştirdiniz”. Şunu ekleyeyim, bu önemli. İsrail’de yaşayan Filistinli
iki avukat geldi içeri. Bir tanesi ağlaya ağlaya dedi ki “Filistin’in
hürriyet mücadelesinde yepyeni bir sayfa açıldı ve bunu dedi siz
açtınız. Şu an bütün Kudüs’te Filistinliler Türk bayrakları
dalgalandırıyorlar. Türk elçiliğinin önünde Filistinliler Türk
bayraklarıyla gösteri yapıyorlar. Türk bayrağı direnişin bayrağı oldu”
dedi ve ağladı. Ben o zaman ağladım.
Size avukatlık için mi
geldiler cezaevine?
Yok. Arapların avukatlık görevini almak
için. Bizim elçilik görevlimiz gelmişti zaten.
Aranızdaki
Arap kökenli İsrailli bir kadın milletvekili de vardı…
O
kadın destan yazdı. Hiç korkmuyor, yiğit bir kadın. Hani aslan aslandır
erkeği dişisi olmaz derler ya. Makinistin eşi de öyle, destan yazdı.
Ondan sonra uçağa bindik. Milletvekilleri gelip bizi kucakladılar.
İstanbul’a geldiğimde baktık kimse bize kızacak mı? Yok öyle bir şey,
kimse bize kızmıyor. Bütün dünya, yer yerinden oynuyor bizim haberimiz
yok.
Memleketimize acaba bir zarar mı verdik duygusu?
Evet
bu duygu da var. Bir de arkadaşlarımız öldü yanımızda. Bunun hesabını
verememek, sahip çıkamadınız bunlara denildiğinde ne deriz, işte böyle
şeyler. Ama baktık herkes bize “Aslanlarım, yiğitlerim dünyayı
değiştirdiniz” diyor. Uçağa bindik uçakta da çok enteresan şeyler
yaşadık.
Şehitlerin cenazesini siz mi koydunuz uçağa?
Biz
değil, onlar koydular. Yurtdışında yaşayan bir Filistinli çocuk var. En
son o kalmıştı şehitlerin başında. Ben en son çıkan 10 kişiden
birisiydim gemiden. Köpekler de şehitlerin başına gelmişler Usame o
şehitlerin önlerinde durmuş. Köpekleri dokundurtmamış şehitlere. Ve
demiş ki “Sakın köpekleri dokundurtmayın şehitlere, Türkler bunun
hesabını çok kötü sorarlar sizden” Sonra Usame’yi de aldılar. Şehitler
başka bir uçaktaydı. Milletin bize kızmayacağını da anladık, neşelenmeye
başladık uçakta. Şehidin eşi geldi Bülent Yıldırım’a “Yeni konvoy ne
zaman? İlk önce beni yaz” dedi. Uçaktaki herkes “Yeni konvoy ne zaman?”
diye Bülent Yıldırım’dan söz almaya çalışıyor. Biz de olalım diye.
Neşeli bir yolculuk oldu, herkes gülüyor oynuyor, anılarını anlatıyor.
Bir sürü anı var herkesin yaşadığı. Bir de milletvekilleriyle konuştukça
şeyi fark ettik; dünya değişmiş, dünyada acayip olaylar olmuş.
Türkiye’nin ne kadar ağırlığını koyduğunu, ondan sonra bu olayın nasıl
vicdanları harekete geçirdiğini öğrendik.
Böyle bir şey
beklemiyor muydunuz Türkiye’den?
Yok, hayır, hiç bu kadar…
Türkiye’nin elçisini çektiğini duyunca cezaevinde tekbir çekildi.
Yunanistan elçisini çekmiş. Her aşamada Türkiye’ye biraz daha
yaklaştığımızda ne yaptığımızı fark ettik. O zamana kadar ne yaptığımızı
bilmiyorduk.
Uçakta gazetelerden mi öğrendiniz olanları ?
Yok.
Milletvekilleriyle, bir de mürettebatla konuşuyoruz. Bir tanesi dedi ki
“Dünya Gazze olaylarından daha fazla harekete geçti şu anda” Ondan
sonra indik Türkiye’ye. Baktık her taraf dolu. Bir sürü insan
karşılamalar. Şaşırdık tabi. Anlatıyorlar sabah kaçtan beri millet sizi
bekliyor diye. Acayip bir duygu. Anlatılmaz, ağladık milletin bize olan
sevgisini, muhabbetini görünce. “Bülent Arınç geldi” dediler, çok
duygulandık.
70 milyonun, hatta tüm dünyanın
temsilcisiydiniz…
Tabi. Filistinli, Britanya’da yaşayan, El
Cezire’nin İngilizce bölümünün kameramanı, bizimle geldi. O da o
kalabalığı gördü. “Adem” dedi “Ben Türkiye’nin niçin hilafetin merkezi
olduğunu şimdi anladım.” İngiltere’de yaşayan Pakistanlı bir Müslüman,
millete baktı baktı bana elini uzattı, milleti gösterdi, kucaklaştık 5
dakika ağladık. Milletin o heyecanını görünce hüngür hüngür ağladık.
Dedik bu iş bitmiş Allah’ın izniyle. Tahlil yaptırmak için hastaneye
geldik. Çantalar geldi dediler. O ana kadar hiç aklımda yoktu benim
elimde görüntüler olduğu. Çantayı açtım önce Gazzeli çocukların emaneti
olan şekerlere baktım, bulamadım. Sonra görüntüler aklıma geldi.
Görüntüleri bulunca çocuk gibi sevindim bağırdım ”Salih, Salih” diye.
İHH’daki basın sorumlusu arkadaşım yoktu. İlk Metin Mutanoğlu’nu gördüm,
ona verdim. “Bu görüntüleri bütün dünyaya geçin, dünya, Türkiye bu
görüntüleri görsün.” dedim. Planlı bir şey değildi, o çıktı karşıma, ona
verdim. Bu görüntülerle yaşadığımız mağduriyetleri gösterdik. 50-60
milyara rahat elimizden çıkarabilirdik. Hatta TV Net bana para teklif
etti. “Bana böyle bir şey demeyin” dedim. Benim için her şey para değil.
İnsanlar ders çıkarsın istiyorum. Benim için burda önemli olan o
arkadaşlarıma karşı vicdan görevimi yerine getirmem.”
9
şehitle geldiniz…
Hislerim karıştı. Bir seviniyorum. Ondan
sonra biraz zaman geçiyor aklıma arkadaşlar geliyor ağlıyorum. Her şeyim
birbirine karıştı. Annem geliyor aklıma “Mahvolmuştur şimdi” diyorum.
Babam kriz geçirmiş zaten “Bizimki kesin ölmüştür” diye çocuk gibi
oturmuş ağlamış. Bir de beni ölülerin arasında gördüklerine dair bir
söylenti çıkmış memlekette. Bir gün boyunca o duyguyu yaşamışlar. Hatta
amcam gelmiş eve “Her şeye hazır olun Adem’in cesedi gelebilir” demiş.
Allaha şükür indim ben, iner inmez bizimkileri aradım. Annem konuşamadı
zaten, ağlıyordu sürekli. Babamla konuştuk, “Biz seni öldü sandık” dedi.
Hatta yaşayanlar arasında ismimi gördükleri halde inanmamışlar. “Bu
kesin dayanamamıştır, İsraillilerle arasında şey olmuştur” Türkiye’ye
geldik. Tarih yazılmış. Ayağa kalkmış dünya. 9 tane şehit verdik ama
inşallah bu gemideki herkes şehit sevabı almıştır. O görüntüleri
görseydiniz. İnsanlar kurşunlardan korkmadı. O fedakarlıkları,
yardımlaşmaları, gemide acayip bir şey yaşandı…
Küçük bir
insanlık sahnesi ortaya çıktı.
Evet. Herkes kardeş oldu.
Sen
Gerçek Hayat’ın Orta doğu muhabirisin. Hayatının büyük bölümü Şam’da
geçiyor. Arap, İslam alemi de bu hadiseleri takip etti, Türkiye kadar
olmasa da. Sonradan sana, Filistin’den, Gazze’den ne tür tepkiler geldi?
Sürekli
canlı yayınlara katılıyorum. Dün akşam da bir Arap kanalına konuştum.
“Kusura bakmayın, sizden özür diliyoruz çocuklar. Size gönderilen
yardımları, şekerleri getiremedik. Özür diliyoruz, sizden utanıyoruz.
Ama size arkadaşlarımızın kanlarını, kalplerimizi gönderdik, sevgimizi,
yalnız olmadığınız mesajını gönderdik, bu mesajları hissedin. En yakın
zamanda yine geleceğiz. En yakın zamanda Gazze’de buluşmak ümidiyle”
diye konuştum.
Tepkiler nasıl?
Babamı söyleyeyim.
Babam olması hasebiyle tedirgin oluyorlar. Başıma bir şeyler gelecek
diye. Babam aradı “Oğlum seninle gurur duyuyorum. Allah cihadınız
müberek etsin” dedi. Babam, annem, amcam beni ziyarete geliyor. “Ben
gelirim siz gelmeyin” dediğim halde “Yok, sen hak ettin, biz senin
yanına geleceğiz “dedi babam.
Arap dünyasından gelen mesajlar.
Gazze’deki
arkadaşlardan tebrik mesajları geliyor. Siz Abdülhamid’in
torunlarısınız diyorlar. Ebu Asım diye biriyle konuştum “Siz İslam
dünyasını yöneteceksiniz, İslam dünyasının lideri olmayı halk
ediyorsunuz” diyor. Araplar onlarla röportaj yapıldığında “Türklerle
konuşun, destanı onlar yazdı” diyorlar.
Gemi hadisesi
muhtemelen Gazzeliler için çok tarihi bir olay…
Tabi, tabi.
Onlar için müthiş bir moral oldu. Şu an Gazze Türkiye gibiymiş. Her
tarafta Türk bayrağı varmış. Bunun tarihi bir arkaplanı da var.
İnsanlara bir şeyleri hatırlatıyor. Türkler bunu yaptığı için bu kadar
tesir uyandırıyor. Milliyetçi falan değiliz, ümmetçi olduğumuz için
Gazze’yi savunuyoruz. Ama dünya halkları ve özellikle Müslümanlar
tarafından şu millete yüklenen tarihi bir misyon var.
Türkiye
gibi büyük bir devlet gemi aracılığıyla bu işe daha fazla müdahil oldu.
İsrail’in işi bundan sonra daha zor!
Tabi “Bundan sonra
hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedi Başbakan. Ben de öyle
düşünüyorum. Olursa zaten Allah çarpar 9 tane şehit verdikten sonra.
Haberleri okuyorsunuz insanların metanetini görüyorsunuz. Bir çocuk
döviz taşıyordu “Babacığım seninle gurur duyuyorum. Sen Gazzeli çocuklar
için öldün”. Çok tarihi günler yaşıyoruz.
9 şehidin
ailesinden de hiçbirinden bir sızlanma görmedim. Hepsi gurur duyuyor.
Evet.
Furkan’ın babasıyla konuştum. 17 yaşında oğullarını kaybetmişler.
Anne-baba ikisi de ağlamıyordu. Furkan’ın günlüğünü bulmuşlar. En son
sayfasında “Şehadeti annem kadar çok seviyorum” yazıyormuş. En son
cümlesi buymuş. Bir önceki sayfada da şehit tahtında marşını yazmış.
GERÇEK
HAYAT