• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/halilakpinar
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=05056611119
  • https://www.twitter.com/halilakpinar
  • https://www.instagram.com/halilakpinar1453
  • https://www.youtube.com/channel/UCz-evvQhDvbJLw5bg_A8P1Q
Üyelik Girişi
MUHTEVA
Site Haritası

Custom Search

SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATINDA ŞİİR ve TAHLİL ÖRNEKLERİ

SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATINDA ŞİİR

Servet-i Fünuncular şiirin konusunu iyice ge­nişletmişler; aşk, doğa, karamsarlık, düş kı­rıklıkları, gerçeklerden kaçış, doğaya yönel­me... gibi temaları işlemişlerdir. Sadece Tevfik Fikret, sosyal konulu bir iki şiir yazmıştır.

Şiirde "sanat için sanat" anlayışının gereği olarak "estetik olgunlaşma" ya önem veril­miştir.

Hemen hemen tüm Servet-i Fünun şiirinde aruz ölçüsü kullanılmış, hece ölçüsü küçüm­senmiştir. Sadece Tevfik Fikret şiirde hece ölçüsünü de denemiştir.

Aruz ölçüsü Türkçeye başarıyla uygulanmış, bu ölçüye canlılık getirilmiştir.

Klasik beyit anlayışı yıkılmış, şiirde anlam di­zeden dizeye taşınmıştır. Bir başka deyişle şiir (nazım), düzyazıya (nesre) yaklaştırılmış; cümlenin bir dize ya da beyitte tamamlan­ması geleneği yıkılmıştır. Bunu, Tevfik Fik­ret'in "Balıkçılar" adlı şiirinden alınmış şu parçada görmek mümkündür:

Şafak sökerken o yalnız, eski bir tekneciğin

Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak

İlerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak

Şırak dövüp eziyor köhne teknenin şişkin

Siyah kaburgasını... Âh açlık âh ümidi"

Bu dizeleri yan yana getirip okuduğumuzda ortaya bir düzyazı (nesir) çıktığını görebiliriz.

Divan şiiri nazım biçimleri tamamen bırakıl­mış, müstezat serbestleştirilmiştir. Batı şi­irinden alınan sone ve terza-rima gibi biçim­ler ilk kez kullanılmıştır.

Şiirde bütün güzelliğine (kompozisyona) önem verilmiştir.

Divan ve Tanzimat şiirindeki "göz için kafi­ye" anlayışı yıkılmış; "kulak için kafiye" görü­şü benimsenmiştir.

Dil, çok ağır ve sanatlıdır. Şiirlerde Arapça ve Farsçadan alınma birçok sözcük ve tam­lama kullanılmış; çok kimsenin anlamadığı bir dille şiirler yazılmıştır. Servet-i Fünuncuların en büyük yanlışları dil konusunda ol­muştur, denilebilir.

"Nahcir" (av), "tiraje" (gökkuşağı), "saat-ı se-men-fâm" (yasemin renkli saatler), "Lerziş-i bârid" (soğuk titreme)... Servet-i Fünun şi­irinde ilk kez kullanılan sözcük ve tamlama­lara örnektir.

Edebiyatımızda "mensur şiir" örnekleri ilk kez bu dönemde verilmiştir (Halit Ziya).

Servet-i Fünun şiirinde Parnasizm ve Sem­bolizm akımları etkili olmuştur. Sanatçıların eserlerinde yer yer Romantizmin etkileri de görülmektedir.

 

Sis ( Şiiri ve Tahlili )

Pdf oku

Sayfayı öner

Sayfayı 
yazdır

 

01.01.1970, 10386 okunma, Ekleyen:



Satrmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid,
Tazyikının altında silinmiş gibi eşbâh;
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar.
Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim,
Lâyık bu tesettü sana, ey sahn-ı mezâlim;
Ey sahn-ı mezâlim... Evet, ey sahn-ı garrâ,
Ey sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pirâ!
Ey şâ'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;
Şarkın ezeli hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sine-i meshûf-i sefâhet;
Ey Marmara'nın mâi deragüşu içinde
Ölmüş  gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ;
Hâlâ titirer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâricden, uzakdan açılan gözlere süzgün,
Çeşmân-ı kebudunla ne mûnis görünüsün.
Mûnis, fakat eıı kirli kadınlar gibi mûnîs;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bi-his.
Te'sis olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet.
Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffü
Yalnız bu... ve yalnız bunun ümmîd-i tereffü'.
Milyonla barındırdığın ecdâd arasından,
Kaç nasiye vardır çıkacak pâk ü dırahşan;
Örtün, evet, ey hâile.. örtün evet ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Katil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-ı havâtır, ulu mâbed;
Ey gırra sütunlar ki birer dîv-i mukayyed.
Mâzîleri âtilere nakl etmeğe me'mur,
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmîl-i ezkârı minârât;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te'min edebilmiş nice bin sâil-i sâbir,
Geçmişlere rahmet,. diyen elvâh-ı mekabir;
Ey tübeler, ey her biri pü-velvele bir yâd,
İkaz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey mâ'reke-i tıyn u gubâr eski sokaklar,
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar;
Virâneler, ey mekmen-i pü hâb-ı eşirrâ;
Ey kapkara damlarla. birer mâtem-i ber-pâ
Temsil eden âsüde ve fersûde mesâkin,
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dide ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri tütmek ne... unutmuş,
Ey mîdelerin zehr-i tekazâsı önünde
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadide,
Ey fazl-ı tabiatle en âmâde ve mün'im
Bir fıtrata makrün iken aç, âtıl u âkım,
Her nîmeti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki... müâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtaz,
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz,
Ey girye-i bi-fâide, ey hande-i zehrin,
Ey nâtıka-i acz ü elem; nazra-i nefrîn:
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra; nâmus,
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâbûs,
Ey havf-ı müsellâh, ki hasârâtına râci'
Öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli';
Ey şahsa -masüniyet ü hürîyete makrun
­Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kanun,
Ey vâ'd-ı muhâl, ey ebedi kizb-i muhakkak ,
Ey mahkemelerden mütemâd süülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bîtâb-ı tahassüs
Vicdanlara temdid edilen gûş-ı tecessüs,
Ey bim-i tecessüsle kilitlenrniş ağızlar,
Ey şöhret-i milliye ki, mebguz u nıııhahkar;
Ey seyf ü kalam, ey iki mahıkum-ı siyâsi,
Ey behre-i fazl u edeb, ey çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeğe me’luf;
Eşrâf u tevabi' koca bir unsur-ı mâ’ruf;
Ey re's-i füübüde ki ak hak, fakat iğrenç;
Ey tâze kadın, ey onu tdkîbe koşan genç;
Ey mâder-i hicrân-zede, ey hemser-i muğber,
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar... hele sizler!..
Hele sizler!
Örtün, evet ey hâile... örtün, evet ey şehr
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..


Tahlili : 



 

 

 Realiteden nefret eden Servet-i Fünün'cular, ruhlarını tabiat,aşk ve hayal ile avutmaya alışırlar. Fikret ''SİS'' adlı şiirini derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde kaleme almıştır. ''SİS'' şiirinde Fikret'in kötümserliği,İstanbul'un maddi,manevi bütün varlığına karşı duyulmuş kuvvetli bir nefret halinde kendini gösteriyor.Tük edebiyatında İstanbul ilk defa SİS ile menfur ve mel'un bir şehir olarak ele alınmıştır.Eski Tük edebiyatında Nedim ve Nabi İstanbul'u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvif etmişlerdi.  Fikret'in bu ''mel'un şehir'' görüşünü,batılı yazarlardan almış olması çok muhtemeldir.Galatasaray ve Kolej muhitinde yabancılarla yakın temasta bulunan Fikret'in onların umumiyetle Şarka,Osmanlı İmparatorluğuna ve İstanbul'a bakış tarzını benimsemiş olması da mümkündü.                                           
Fikret'in İstanbul'a bakış tarzı,kendisinden sonra,Meşrutiyet ve ilk Cumhuriyet devirlerinde Tük edebiyatına çok tesir etmiştir.                                  
''SİS'' şiirinin kuvvetli,sadece Fikret'in nefret duygusunun şiddetinden değil,aynı zamanda sanatının hususiyetinden ileri gelir.Fikret'in şiiri de resmin tesiri altındadır.Servet-i Fünün'cular gibi o da bir manzarayı,bütün teferruatına kadar tasvir etmekten ve ona bir ruh hali vermekten hoşlanıyor.      
''SİS'',Servet-i Fünün edebiyatının başlıca ifade mekanizmasını teşkil eden şu esasa dayanıyor: dış dünya ile ruh hallerini birleştirmek;başka bir deyişle maddiyi manevi maneviyi d maddi kılmak.Fikret ''SİS'' te İstanbul'un maddi unsurlarını şehrin ruhunun dış görünüşü olarak tefsir ediyor.Başta sis ve arkasından hayal meyal seçilen şehir tasvir olunmuştur.Daha sonra şehrin şairde bıraktığı umumi intiba,maddi güzellik ile ''ahlak çöküşünü'' birleştiren ''güzel fahişe'' imajıyla anlatılıyor.Bunu şehrin mimarisinin tasvir ve tesfiri takip ediyor.Nihayet, onun bozulmuş ruhundan ve insanlarından bahsolunuyor.Bu geniş, kasvetli,karanlık,köhne,kokuşmuş manzaranın üzerinde sis tekrar edilen ''örtün...'' beyti ile nefret ve lanet dolu bulutlar gibi dolaşır.Gözlerimiz bu korkunç tabloyu izlerken kulaklarımız şairin nefret ve merhamet dolu ''ey'' nidalarıyla doluyor.Fantastik bir maceraya ağır ve boğucu bir musiki refakat ediyor.   ''SİS'' şiiri,bir tek hakim duygunun tesiri altında kaynaşan ve aynı duyguya iştirak eden bir süü teferruattan müekkeptir.Şairin teferruatı şiirde nasıl işlediğini inceleyelim;
1 Şiirin başında sisin anlatıldığını söylemiştik.Fikret burada sisin maddi görünüşü ile manevi tesirlerini tasvir ediyor.
2 İkinci kısımda konu şehrin bıraktığı genel intibadır.Şehir onüç mısra devam eden ''güzel fahişe'' imajı ile tasvir ediliyor.Servet-i fünün'cularda güzellik ve ahlak kavramlarından güzellik ön plana çıkarken,Fikret'te ahlak kavramı önplanda yer almaktadır.Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de Fikret'in İstanbul’un kendisinden değil,içerisindeki ahlaki çöküşten nefret ettiği gerçeğidir.
3 Üçüncü kısımda, her mısrada şehrin mimarisini oluşturan unsurlardan biri ele alınıyor.Fikret'in bu noktada tasvir tarzı korkunçtur.ona göre kuleler kanlı, surlar dişleri düşmüş sırıtan kafile gibidir
İstanbul'u bu yönleriyle ele alan Fikret'i tarihe ve dine büyük bir sevgi beslememesine bağlayabiliriz.
4 Bu şehri sukut ettiren amiller nelerdir?''SİS''in son kısmında şair bu soruya cevap vermiştir.Bu şehri dolduran insanların ruh çüümüş,ahlakı bozulmuştur.Bu şehirde açlık korkusu ile her alçaklığı yutan insanlar yaşar.Onları bu yaşayışa iten ''tevekkül'' anlayışlarıdır.Allah'a inanan ve güvenen insan fikrine karşı,kendine ve tabiata inanan ve güvenen insan fikrini ortaya koydu.Ona göre istikbali yaratacak olan Haluk böyle bir tip olacaktı.                           
Fikret'e göre Abdülhamit korktuğu için milleti sindirmiş,anayasayı ortadan kaldırmış,ordu ve memur sınıfı siyasi mahkum derecesine düşmüştü.Memleket meselelerine kayıtsız olan gençlik ise kadın peşinde koşmaktadır.Baştan sona kadar nefret hissi içinde olan ''SİS'' hicranlı annelere,kimsesiz ve avare çocuklara karşı olan merhamet hissi ile sona erer.     ''SİS'' şiirinde Fikret, Meşrutiyet'ten önceki sanatının doruk noktasına erişir.''SİS'' in üslubu Servet-i Fünun'cuların ''pitoresk ve müzikal üslup'' ideallerine tamamıyla uygundur.Onların yabancı kelime ve terkiplere düşkünlükleri bundandır.Varlıkları ayrı ayrı tas ve tasvir endişesi,,onları sıfat ve isim tamlamalarına götüüyor.Farsça terkip mekanizması,küçük imajlara bir bütünlük veriyordu.Dil musikisi de onlara yabancı kelimeleri sevdirmiştir.''SİS''in mısraları ayrı ayrı incelenirse, burada bir süü fonetik oyunları görülü. Namık Kemal ve Ziya Paşa'da , mücerret fikirlerin vezin ve kafiyeye sokulmasından ibaret olan sosyal şiir,Fikret'te çok sanatkarane bir şekil alır.Onda bahis konusu olan artık 'prensipler' ve 'hikmetler' değil, hayattan alınma sahneler ve manzaralardır.Sonuç olarak Fikret düşünce ve duygularını Canlı tablolar haline koydu ve onlara hitabete elverişli,heyecanlı bir sentaks ve musiki verdi.

Elhan-ı Şita
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
(Bir beyaz titreyiş, bir dumanlı uçuş,)
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar
(Eşini kaybeden bir kuş gibi kar)
Gibi kar
(Gibi kar)
Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar...
(Geçen ilkbahar günlerini arar)
Ey kulûbün sürûd-i şeydâsu,
(Ey kalplerin divane şarkısı)
Ey kebûterlerin neşideleri,
(Ey güvercinlerin şiirleri)
O baharın bu işte ferdâsı
(O baharın bu işte yarını)
Kapladı bir derin sükûta yeri
(Kapladı bir derin sessizliğe yeri)
Karlar
(Karlar)
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.
(Ki sessizce arasıra ağlar)
Ey uçarken düşüp ölen kelebek
(Ey uçarken düşüp ölen kelebek)
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek
(Bir melek kanadının beyaz püskülü)
Gibi kar
(Gibi kar)
Seni solgun hadîkalarda arar.
(Seni solgun bahçelerde arar.)
Sen açarken çiçekler üstünde
(Sen açarken çiçekler üstünde)
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
(Ufacık bir çiçekli yelpâze,)
Nâ'şun üstünde şimdi ey mürde
(Cansız bedenin üstünde şimdi ey ölü)
Başladı parça parça pervâze
(Başladı parça parça altın kırıntıları)
Karlar
(Karlar)
Ki semâdan düşer düşer ağlar!
(Ki gökyüzünden düşer düşer ağlar!)
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
(Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar http://www.bakterim.net/images/smilies/wink.gif
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
(Küçücük, beyaz başlı baykuşlar)
Gibi kar
(Gibi kar)
Sizi dallarda, lânelerde arar.
(Sizi dallarda, yuvalarda arar.)
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
(Gittiniz, gittiniz siz ey kuşlar,)
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar;
(Şimdi boş kaldı baştan başa yuvalar http://www.bakterim.net/images/smilies/wink.gif
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgân! -
(Yuvalarda -feryat etmeyen yetîm-)
Son kalan mâi tüyleri kovalar
(Son kalan mavi tüyleri kovalar)
Karlar
(Karlar)
Ki havada uçar uçar ağlar.
(Ki havada uçar uçar ağlar.)
Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir
(Ey kış göğü, elinde yığın yığındır)
Berk-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter...
(Yasemin yaprağı, güvercin kanadı, ıslak bulut...)
Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-
(Dök ey gökyüzü -doğanın canlılığı uykudadır-)
Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!
(Siyah toprağın üstüne katışıksız çiçekler!)
Her şahsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! -
(Her ağaçlık yer şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! -)
Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümid...
(Bir gölge yığını ve siyah renkli ve ümitsiz)
Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek.
(Ey kış göğünün eli, durma, durma, çek.)
Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!
(Her ağaçlığın üstüne bir beyaz örtü!)
Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar
(Göklerden emeller gibi dökülüyor kar)
Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar
(Her mutlu hayalim gibi koşarak düşüyor kar)
Bir bâd-ı hamûşun Per-i sâfında uyuklar
(Sessiz bir rüzgar tüylü bir kanatta uyuklar)
Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar,
(Yolunda durur bir aralık sonra uçarlar,)

Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzân,
(Soldan sağa, sağdan sola titreyerek ve kaçışarak)
Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân
(Bazen uçmada tüyler gibi, bazen dökülmede)
Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun,
(Karlar, sessizliğin dualarının bütün nağmeleri)
Karlar, bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.
(Karlar, ruhların bahçelerinin çiçekleri)
Dök kâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök.
(Dök siyah toprak üstüne, ey göğün eli dök.)
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök:
(Ey göğün eli, izzetin eli, kışın eli, dök http://www.bakterim.net/images/smilies/smile.gif
Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi;
(Bahar çiçekleri yerine beyaz kar)
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi.
(Kuşların nağmeleri yerine ümidin suskunluğunu.)

Cenab Şahabettin

Tahlili:
Mehmet Şamil - Elhân-ı Şitâ Üzerine Bir Tahlil Şiirde başlık, şiirin bütününe şâmildir. Daha lise yıllarımızda bizi etkileyen bir ahenk şiiri olan Elhân-ı Şitâ buna en güzel örneklerden biri. Hemen her kış pencereden seyrine daldığımız karlı bir manzara ile bu şiiri hatırlarım. Şiirde heceleri müziksiz düşünmeyen Cenab Şehabettin, muhtevâsı sade bir kış manzarasının tasviri gibi görünen Elhân-ı Şitâ'da statik anlatımı değil hareketli ve sesli bir üslubu sergiliyor. Sadece beyazlık ya da soğukluk imajlarında kalmayan şair, kar yağışında bulduğu müzikal sesleri derinlemesine işliyor. Bundan dolayı şiiri, 'kış musikisi' diyebileceğimiz bir başlıkla anıyor ve onu şiirin içinde uygulamaya çalışıyor. Kaybolan mutluluk arayışının hâkim olduğu şiirde bu arayış neticesinin kar yağışı olduğunda karar kılıp dua ve sabırla şiiri bitirmesiyle okurun zihninde bir resim motifi oluşturmaktadır ki kar tanelerinin sürekli bahar unsurlarıyla karşılaştırılması buna bağlıdır. İmgeler, baharın hüznü ile kar yağışını resmetmek arasında farklı seslerle şiiri bütünleştirmeye çalışmaktadır. Bu, hem dış şekilde hem de iç şekilde görülür.

Servet-i Fünun sanatçıları her veznin bir ruha tekabül ettiğini ileri sürmüşlerdi. Cenab Şehabettin de şiirde vezni üç kere değiştirmiştir. Üç ana kısma ve beş ayrı bölüme ayırabileceğimiz Elhân-ı Şitâ'da şiire hâkim kafiyeler, bir düzene göre devam eder; kimi yerde çaprazlama kafiye kullanılır. Ana kurguya sürekli bağlı kalan şair, imgeler arası geçişleriyle şiirin canlı kalmasını sağlar. Ünlü ve ünsüzlerin sıralanışı ile oluşturulan ses, şiirin sonlarına doğru sertleşmeye başlar ve aliterasyonlarla zenginleşir. Bazı kelimeler hatta bazı mısralar tekrar kullanılır. Bütün bunlar şiiri monotonluktan kurtarma adına yapılan çalışmalardır ki genel olarak bu, Cenab Şehabettin'in şiirlerinde görülmektedir.

Şiirde anlam arayışı ve tahlilde şair gibi düşünemiyorsak bile şiirsel derinliği anlamak için hele hele sembolist bir şairi anlamak için kelimelerin çağrıştırdıklarından hareket etmek en doğru yollardan biri olsa gerek. Bu nedenle ilk mısradaki 'beyaz titreyiş' ve 'dumanlı uçuş' tamlamaları üzerinde durmak istiyorum: Bu mısra 'eşini kaybeden bir kuş'un özelliğini ifade etmesi bakımından önemlidir. Görüleceği üzere tüm kış şiirlerinde olduğu gibi beyazlık bu şiirde de aşırıya kaçmadan yer edinmiştir. Ancak 'beyaz titreyiş' ile başlayan 'dumanlı uçuş', nerede duracağını bilmeyen bir arayışın ve yön korkusuna yenikliğin ifadesidir ki duman gri de olsa, beyaz titreyişle paralellik arzeder. Bu titreyişin beyazlığı, sembol olarak ölüme kapı aralasa da salt anlamda titreme nedeninin soğuk ve kar olduğuna da götürmektedir bizi. Tüm bunlar, aslında 'eşini kaybeden bir kuş'un özelliğidir ve yağan kar bir kuş gibidir. Böylelikle, şiirin yalnızlık mefhumu ile başladığını görürüz. 'Bir beyaz lerze' ifadesini sadece kar için düşünmek de olağandır ki 'bir' kelimesi ve ardısıra gelen 'eşini gâib eyleyen' ifadesi tüm kar yağışlarının tek bir kar tanesi ile başlangıcına işarettir. Dumanlı uçuşun arayış amacı ise ilkbahardaki huzur ve canlılıktır. Kışa tezat olacak olan yazdan önce gelen ilkbahara yapılan arayış göndermesini başlıkla birlikte düşündüğümüzde bahara özgü olan kuşların şakıması yerine kar yağışı musikisinin yer edindiğini görürüz. Bu, ilkbahardaki kuş cıvıltıları yerine karların düşüş sesidir. Şüphesiz kışın yerini alacak olan ve kuşların geri dönüp şakımalarına sebep olacak olan ilk mevsim ilkbahardır. Karların uçuşunun tasvirinden sonra, şairin mevsimlerin birbiri ardına gelecek olduğunu, bundan kaçınılamayacağını dile getirişi devreye girer: 'Ey kalplerin çılgın şarkıları, ey güvercinlerin güfteleri, işte baharın yarını budur ki, karlar toprağı derin bir sessizlikle kapladı. Artık bahardan kalma ve ona ait ne varsa sessizce ve sürekli ağlamaktalar.' Burada 'kebûterlerin neşîdeleri'nden kasıt elbette güvercinlerin sesidir; ancak bu sadece bir ses değil aynı zamanda bir manzume, bir şiir hatta bir güftedir. Sonraki bölümde yine bahara ait bir unsur olarak kelebekle karşılaşır okuyucu. Kelebeğin ömrünün kısalığı ile baharın geçici oluşu arasındaki ilişki 'o baharın bu işte ferdâsı:' mısraını derinleştirmemize yardımcı olur.

Karın düşüşü, ikinci bölümde kelebeğin uçuşuna benzer. Bu benzetmenin şekilsel olarak yapıldığını düşünebiliriz. Kelebek kısa bir ömre sahiptir ve uçarken birden düşüp ölür. Bu kısa hayat hikâyesi aynı zamanda karda vardır. Yere düşen her kar tanesinin eriyişi bir ölümdür. İlk bölümde olduğu üzere, bu şiirde 2. mısralar 1. mısralardan daha genel ve 1. mısraı kapsayan bir anlamla örülmüştür ki 'bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek' yani 'bir melek kanadının püskülü / saçağı' ifadesi hem kelebeği anlatmaktadır hem de kelebeğe benzetilen karları ifade etmektedir. Nihai olarak, bütün bu kelebek, melek ve kar öznelerinin gelen kışla yeşilliğini kaybetmiş bu solgun bahçelerde baharı ve baharla birlikte kuşların şakımalarını aradığını dile getirmekte ve bütün şiiri kapsayacak kadar, kar motifinin hepsinin yerini tutabilecek ölçüde büyük bir işlev içinde oluşuna anlam yüklemektedir şair ve kelebekten hareketle devam eder. Bu, şiirde semboller üzerinde derinleşmenin neticesidir ki; kelebek bu defa 'ufacık bir çiçekli yelpâze' olarak çiçekler üstünde açan bir çiçeğe benzer. Buradaki 'açmak' fiili hem kelebeğin kanatlarının açılışıdır hem de kelebeğin kozasından çıkıp baharda çiçek gibi açması / uçmasıdır. İşte bütün bunlar olurken önceki bölümde ifade edilen 'düşüp ölen bu kelebeğin' bedeni üzerinde parça parça karların düşüşü başlamıştır. Kış kapıya dayanmış, kelebeğin uçuşu yerine kar taneleri geçmiştir. Bu düşüşü 'pervâze' ile dile getiren şair, karların bu düşüşle ağladığını, kelebeğin ölümü üzerine düşmenin bir gözyaşı ıslaklığı gibi olduğuna değinir. Kar yine hüznü temsilen ordadır ve ağlamakta / yağmaktadır.

Üçüncü bölümde, kelebek sembolünün derinliğinden sonra ilk bölümdeki ana temaya geçen şair, kelebek gibi ölmeyip göç eden / giden kuşlara yeni bölümde gönderme yapar. 'Uçtunuz, gittiniz siz ey kuşlar / küçüçük, ser-sefîd baykuşlar'. Yine ilk mısra 2. mısraın açıklayıcısı konumumdadır ve 2. mısradaki öğe 'beyaz başlı baykuşlar' kara benzetilir. Kar, kuşları, beyaz başlı baykuşlar gibi yuvalarında, dallarında ve hemen her yerde aramaya koyulmuştur. Devam eden mısralardaki dil, hem karların dilinden hem de şairin dilinden söylenen hüzünlü bir şarkı gibidir: 'Gittiniz, gittiniz ey kuşlar, şimdi yuvalar baştan başa boş kaldı. Karlar, sessiz / figansız yetim olan yuvalarda son kalan ıslak tüyleri kovalıyor ve havada ağlar gibi uçuşuyorlar.' Kuşların gidişine üzülen kar taneleri hem uçuyor hem ağlıyor hem de onlardan geriye kalan yuvalardaki ıslak tüyleri bir hatıra olarak bulmak istiyor. Bu bölümdeki 'mâi' kelimesi her ne kadar mavi anlamına gelse bile kar, ıslaklık, ağlama gibi genel kurguya uygun olan 'suya ait, sulu, ıslak' anlamıyla okunmalıdır.

Üç bölümden oluşan birinci kısımla birlikte şiirin birinci şekilsel yapısı sona erer. Bu kısımda, karların yavaş yavaş, ağır ağır ve parça parça yağışını resmedilir ve bahar hatıraları ile kar tanelerinin hareketliliği benzeşme unsurlarıyla kendilerine yer edinir. Mısraların kısalığı araya giren 'gibi kar' ve 'karlar' kelimeleri ile şiir monoton bir dilden kurtarılır. Şiirdeki ses ahengi bakımından şairin, cömert vezin diye tanıdığı aruzun Servet-i Fünun çağındaki özgür imkânlarından bu amaçla faydalandığı görülür. Arada bir duraklar gibi olan kar yağışının tekrar harekete geçişine benzeyen küçük mısralardan sonra uzayan mısraların şiirde yer edinişi bu sebebe bağlıdır. Her bölüm sonunda hüzün ve melankoli 'ağlar!' ifadesiyle tekrarlanmaktadır. Buraya kadar şiir 'geniş müstezad'la söylenmiştir ve sonrasında konu haricinde ses ahengi, vezin ve söyleniş biçimi değişir. Kurguya dayalı kar benzetmeleri azalır. Artık yoğun bir kar yağışına teslim olmuştur şiir. İşte bu, Elhân-ı Şitâ'dır.

İkinci ana kısım iki bölümden oluşur ve bu kısımda hâkim olan kuvvetli bir kar yağışıdır. Acıya teslim olan ve sonunda acıyı seven, onu kabul eden bir insan gibi kar yağışıyla kaybolan bahar hatıralarına çok fazla değinilmediğini görürüz. Bütün arzu kardır. Yine de içten içe kar, bahar çiçeklerine benzetilerek ve gökyüzünün ayrıcalığında baharın hatırası canlı tutulur. İkinci ana kısım kafiyeleniş açısından iki ayrı ahenge sahiptir. Bu, ilk ana kısımdaki musikinin bu bölümdeki farklı işlenişidir: 'Ey kış günlerinin gökyüzü, yasemin yaprağı, güvercin kanadı, ıslaklık bulutu senin elinde yığın yığın / küme kümedir. Ey gökyüzü, tabiatın ruhu / canı uyuya kalmış haldedir, bu kara toprağın üstüne tertemiz çiçekler dök.' anlamındaki kıta ile başlayan bir benzetme devreye girer. Bu, eldir. Kar tanelerinin sanki bir el tarafından serpildiği izlenimine götürür bizi. Bu el öyle bir eldir ki, çiçekleri, kuşları ve bütün bulutları kendinde barındırır. 'Berk-i semen'le temsil edilen bütün çiçekler; 'cenâh-ı kebûter'le temsil edilen bütün kuşlar ve onların şakımaları; 'sehâb-ı ter'le temsil edilen ise hayata canlılık veren ve merkezi ıslaklık olan çiğ, kırağı, yağmur, nem, tazelik vb. unsurlardır. Şair, bütün bunların kar yağışıyla baharda çiçekler ve kuşlarla geri döneceğine inanır. Bahardan sonra kışın geleceğini birinci ana kısımda ifade eden şair, böylelikle kıştan sonra da baharın geleceğini belirtmiş olur. Çünkü hazan mevsiminden sonra tabiat kış uykusuna yatmış bir haldedir. Baharın canlılık belirtileri yerini kışın donukluğuna bırakmış ve bu hâl üzere gökyüzü yapması gerekeni yapmalı ve baharı karşılamak için kapkara toprağın üstüne o temiz ve bembeyaz kar tanelerini çiçekler gibi dökmelidir. Şair bilmektedir ki, dökülen her bir kar tanesi baharda bir çiçek olarak karşımıza çıkacaktır. Öyleyse hitap edilecek olan, istekte bulunulacak olan gökyüzüdür. Bütün bereket oradadır. Her ne kadar kar sahibi gökyüzü gibi görünse de tekrarlanan 'dest' kelimeleriyle birlikte akla 'Allah'ın kudret eli' gelmekte ve anlam yerleşmektedir.

Dördüncü bölümün devam eden ikinci kıtasında şair: 'Her ağaçlıkta / korulukta şimdi ne bir yaprak var ne bir çiçek. Her yer bir ümitsizlik, siyahlık ve gölgelik yığınıdır. Ey kış semasının eli, durma, her ağaçlığın üstüne beyaz bir örtü çek.' diyerek hitabına devam eder. Bu hitabın içinde ise yine bir tasvir vardır. Bütün ağaçların sonbahardan çıkmış bir durumda yapraksız, kuru dallarla ve çiçeksiz olarak çıplak bir insan gibi olduğunu düşünür. Bu nedenle birinci bölümde olduğu gibi gökyüzünden böyle yavaş yavaş yağmamasını, aralıksız yağmasını ve bu çıplaklığı örtmesini ister. Çünkü bu hâl bir ümitsizlik hâlidir. Sadece siyah tonların egemen olduğu bir yerde ümitsizliğin ve gölgelik yerlerin var olduğuna değinir. Burada aynı zamanda kar yağmazsa bahar çiçeklerinin açılamayacağına ve şiirin sonunda var olan sabırdan ürpertiye bağlı bir korku vardır.

Kendi aralarında kafiyelenmiş altı beyitten oluşan ve anlam açısından üç kıta gibi de gözükebilen üçüncü kısımda şairin bahar korkusu kar yağışıyla bölünür ve hitap bölümünden sonra yine kış manzarasını ve karların yağışını tasvire koyulur: 'Gökten arzularımız gibi dökülüyor kar, her sevdâya hayalim gibi koşuyor kar, sessiz bir rüzgârın saf kanadında uyuyor gibi bir vakit durup tekrar uçmaya devam ediyor karlar.' Burada şiirin genelindeki kar yağışı tasvirlerinin en büyüğünü görmekteyiz. Çünkü, 'uçmak' kelimesiyle kuşlar; 'emel', 'sûd', 'hayal' ve 'uyumak' kelimeleriyle insan; 'sessiz rüzgarın saf kanadı'yla da tabiat benzetmeleriyle kar yağışı tasvir edilmektedir. Bu bölümde 'tarzında durur bir aralık' ifadesi şiirin genelinde olmayan bir yapıda önceki mısraın devamı niteliğinde okunması gereken bir mısradır ki 'uyuklar' ifadesini bir bakıma yalanlayan bir bakıma ise doğrulayan söyleme sahiptir. Hatta anlamı derinleştirdiğimizde burada uyuklamaktan başka bir eylemin de var olduğunu görürüz. 'Durmak' eylemi ile şair, kar tanelerinin tıpkı bir insan gibi yolculukta ara verip dinlendiğini ve sonra yoluna devam ettiğini ve aynı zamanda bütün hareketliliğin zamanla birlikte durduğunu ifade etmektedir. Kar yağışının tasviri 'soldan sağa, sağdan sola titreyerek ve kaçarak, bazen tüyler gibi uçuyor, bazen dökülüyorlar.' ifadesiyle devam eder. Yine 'titreme', 'kaçma' ve 'tüy' kelimeleri ile insan ve kuş unsurları devreye girer ki şiirdeki ses unsurlarının en temel öğeleri bunlardır. Bu mısralarla birlikte kar yağışının tasviri sonlanmış olur. Nitekim, şiiri bitirmeye doğru hazırlanış ve tipi başlar. Tam bu noktada şairin 'Karlar, bütün sessizlik ilahilerinin sesleri ve bütün melekler âleminin bahçelerinin çiçekleridir.' gibi karları tanımlayan ifadesiyle karşılaşıyoruz. Şüphesiz bu tanım, içerdiği kelimeler açısından farklı bir tanımdır ve sembolist bir şairin benzetmeleriyle kurulmuştur. 'Melek' unsurunun burada yer alışı 'her bir kar ve yağmur tanesini gökten bir meleğin indirdiği'ne olan inanıştır. Melekler, bahçelerinin çiçeklerini baharda açmaları için toprağa indirmektedirler. Şair, ikinci bölümde de kar ve kelebek motiflerini melek kanadına benzetmiş ve bu inanışı desteklemiştir. 'Sessizlik ilahilerinin sesleri / ezgileri' anlamındaki 'elhânı mezâmir-i sükûtun' ifadesi ile şair şiirin başlığını destekler, anlamı ortaya koyar ve şiirdeki tüm sesleri bir çatı altında toplar. Bahardan yansıyan tüm seslerle kışın sessizlik sesi başlığı kesinleştirir burada: Elhân-ı Şitâ.

Bu hazırlanıştan sonra nihai olarak 'ey gökyüzünün eli, cömertlik eli, kışın eli, bahar çiçekleri yerine beyaz kar; kuş seslerinin yerine kara toprağın üstüne ümit suskunluğu dök.' diyerek yine kısa bir hitapla şiiri ve üçüncü kısmı bitirir şair. Bu, Allah'a karşı yapılan bir duadır. Bu duanın içinde ümit vardır. Çünkü kar yağmazsa / kış olmazsa bahar, bahar olmayacaktır. Bu duada, 'dök' emrinin üç kere ve mısra içinde farklı farklı düzende söylenişi tekrarlarla yapılan bir ahenk ve aynı zamanda duanın kabulü için olması yanında okuyucunun da bu beyitlerle kar yağışına dua etmesi ve sabretmesi içindir. 'Samt-ı ümîd' yani 'sabır' ile biter şiir. Bu, bir an önce kar yağışının başlamasına ve bitmesine, dökülen her kar tanesi ile bahar çiçeklerinin ve kuş cıvıltılarının gelecek olduğunun Allah'tan beklendiğine ve okur için de tüm bunların müjdelendiğine işarettir. Dolayısı ile şiirin bitimiyle kış bahara; şiire hâkim olan hüzün ve melankoli de yerini mutluluğa bırakmaktadır diyebiliriz.

Sembolist bir şair olan Cenab Şehabettin Elhân-ı Şitâ şiiri boyunca sıfatlar, benzetmeler ve mecazlarla karları ve kış unsurlarını şekilden şekle sokarak ortaya koymaya çalıştığı manzarayı resmedip gözümüzde canlandırmış ve imgelerin içinde hassas bireysel izlenimini gizlemiştir. Bu izlenim, bize baharın huzuru, canlılığı ve hareketliliğinin tezadında kış mevsiminin hüznünü ve monotonluğunu belirtmekle kalmıyor, bütün Servet-i Fünun edebiyatında hâkim bir duygu olan melankolinin ve hüznün kış ile ortaya çıkışını temsil etmektedir. Mısraları tesadüfle kurulmayıp muhtevâ ile birleştirilen ve kelimeleri özenle seçilen Elhân-ı Şitâ şiiri 1897 yılından bugüne okunmaya devam ediyorsa, bundaki başarıyı muhtevâda değil elbette şairin şiir işçiliğinde aramamız gerekiyor.

Mevsimlerin hazzını hissederek yaşamak insanlara özgüdür. Kış perdesi altında saklı duran baharı ilk karşılayacak olan da insandır. Kar yağdıkça içimizdeki bahar arzusu büyüyecek ve yerini buluncaya dek bu 'kış musikisi' devam edecektir. Belki de yoğun çiçek yağışıdır her 'kar-a-kış' bahçemizde ağlayan. Öyleyse: Baharı karşılamak için zamanıdır kar çiçeklerine bahar taneleri gibi yağmanın.

EKLER:

Cenab Şehabettin
1870'te Manastır'da doğdu. Edebiyata yakın ilgi duyan bir ailenin çocuğuydu. Sırasıyla Tophane'deki Fevziye Mektebi'ni, Gülhane Askeri Rüşdiyesi'ni, Tıbbiye İdadisi'ni bitirdi. Sonra Askeri Tıbbiye'den mezun hekim yüzbaşı oldu. 1890-94'te Paris'te 4 yıl cilt hastalıkları ihtisası yaptı. Paris sonrası, bir süre Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde çalıştı. Mersin ve Rodos'ta doktorluk, Hicaz'da sıhhiye müfettişliği yaptı. 1914'te emekliye ayrılarak Darülfünun'da müderrisliğe başladı; Batı Edebiyatı ve Fransız dili okuttu.
Edebiyat-ı Cedide'nin ileri gelen şairlerindendi. İlk şiirleri Saadet gazetesinde yayımlandı. Yenilikçi bir şairdi. Servet-i Fünun'da Tevfik Fikret'ten sonra en etkili şairdi. Çok süslü ve ağdalı bir dille, sonnet biçiminde yazdığı aşk ve doğa şiirleriyle sembolizmin öncüsü sayıldı. Fransız şiirinden etkilendi. 1908'den sonra düzyazıya ağırlık verdi. Tanin, Hürriyet, Kalem ve Hak gazetelerinde çıkan makalelerinde Genç Kalemler'in 'sade dil' anlayışına karşı Osmanlıcayı savundu. Heceleri müzik düzeyinde uyumlu kullanmayı benimsedi. Karşıtlarını eleştirirken alaycı bir üslup kullandı. Bazı kereler 'Râik Vecdî' ve 'Dahhâk-i Mazlûm' takma adlarını kullandı. Şiirlerini 'Evrâk-ı Leyâl' adı altında toplamayı düşünmüşse de bunu başaramadı.
Şiirleri: Tâmât (1887); seçme ve bütün şiirleri ise ölümünden sonra kitaplaştırıldı. Cenab Şehabettin'in gezi, tiyatro ve diğer eserleri: Hac Yolunda, Avrupa Mektupları, Suriye Mektupları, Afak-ı Irak, Evrak-ı Eyyam, Tiryaki Sözleri, Nesr-i Harb ve Nesr-i Sulh, Yalan, Körebe, Küçük Beyler, Merdut Aile, Derse Devam Edelim, Tuyugât-ı Kadı Burhaneddin veShakespeare'dir
13 Şubat 1934'te İstanbul'da beyin kanamasından öldü. 'Elhân-ı Şitâ' şiiri gibi bir günde 14 Şubat 1934'te sade bir törenle Bakırköy Mezarlığı'nda, kızı Destine Hanım'ın yanına defnedildi.
CENAB ŞEHABETTİN

*Güzel Yazılar, c.II, İst. 2336-1337, s. 47-49

Bu yazı Ay Vakti dergisinde [0cak 2006 - 64. sayı - KIŞ DOSYASInda] yayımlanmıştır.
ayrıca bkz Düşle Edebiyat sayı 62. biyografi bölümü

Kayıp Bir Nesilden Trajik Bir Hayat Hikayesi : Cenap Şahabettin
Yrd.Doç.Dr Fatih BAYRAKTAR


http://www.sizinti.com.tr/images/konular/301/19.jpgServet-i Fünûn edebiyatının en tanınmış isimlerinden biri olan Cenap Şahabettin, 1870 yılında Manastır'da doğar. Babası Binbaşı Osman Şahabettin Bey, Plevne savaşlarında şehit düşer. Bu olayın Cenap üzerinde derin tesirleri olur. O, babasının 1877 yılından savaşa gittiği, kendisiyle ve annesiyle vedalaştığı günü hayatı boyunca unutamaz. O günlerde yedi yaşında minnacık bir çocuktur. Daha sonra hatıralarında o hazin günü şöyle anlatacaktır:
"… O yeşil yolun başında bütün subaylar birer kez haykırdılar. Büyük tabur durdu, bütün kalabalık durdu, herkes durdu. O an ne olacağını anlamışçasına hüzünlendim…

…

O sırada bir şeyler oldu; taburla kalabalık birbirine karıştı. Abanî sarıklı, kır sakallı, beyaz kuşaklı adamlar askerleri kollarının arasına alıyor, sıkıyor, öpüyor, bir daha öpüyor, alınlarından, yanaklarından, çenelerinden, yüzlerinin rastgele yerlerinden öpüyorlar, sonra beyaz kuşaklarından kırmızı mendillerini çıkararak kendi gözlerini kuruluyorlardı.

…

Babam, zavallı babam beni kucağına aldı:
- Yaramazlık etme, anneni üzme… Bak, sonra darılırım, diyordu. Beni öpüyor, okşuyordu. Ben gittikçe hüzünleniyor, hiç cevap veremiyor, önüme bakıyordum…

…

Sonra herkes bir çember biçiminde toplandı. Ortada ak sakallı, yeşil sarıklı bir efendi vardı. Efendi gözlerini kapadı, ellerini kaldırdı. Herkes 'âmin' diyordu. Âmin sesi dağlara kadar gidiyor, sonra dağlardan geri döner gibi oluyordu. Ben hiçbir şey anlamıyordum. Ama bu anlamazlık beni herkesle birlikte ‘âmin’ demekten alıkoyamıyordu. Benim küçük ellerim de göğe doğru açılmıştı… Yalnız ötede üçer çatılmış süngüler bizi dinliyor, ses çıkarmıyordu.
Birdenbire çember bozuldu, yine bir karışıklık oldu. O sırada babam beni bir daha, bir daha, bir daha öptü. Sonra:
- Alın çocuğu, götürün, dedi.
O an içinde, tâ yüreğimin içinde bir şeyin kırıldığını duydum... Üzgün, pek üzgündüm."1
Babasıyla bu vedalaşmadan sonra, koşarak evlerine gelen küçük Cenap, annesini de hüzün dolu bir şekilde ağlıyor görmüştü:
"... sessizce ağlıyordu.

Bu benim annemdi.

Kardeşim o zaman üç yaşında her şeyden habersiz, koca bahçenin çamurlu bir köşesinden yorgun bir halde gelmiş, şaşırmış, bakıyordu. Belki de gidenin her akşamki dönüşünü bekliyordu. Kim bilir?
Öteki kız kardeşim, daha üç aylık, beşiğinde ilk gülümsemelerini kendi kendine öğreniyordu.
Hizmetçi kız, aşçı kadın, hepsi orada idiler. Yalnız bir kişi eksikti. Bu yumruk kadar aklımla bir dakika düşündüm. Giden babamdı. O benim için bir dayanak, bir siper, bir koruyucuydu. Bir sepet gibi onun koluna asılır, korktukça onun göğsüne saklanır, ona yakınır, hep ondan yardım isterdim. Şimdi o gitmişti. Ben bunların hepsinden yoksun kalmıştım… Gitmişti, "Yine gelecek." diyorlardı; ama ya gelmeyecek olursa…
İşte o an içimde, tâ yüreğimde kırılan şeyin nazik bir oyuncaktan, güzel bir bebekten daha sevgili bir şey olduğunu anladım. Göğsümde şişip duran şey, birdenbire coştu ve taştı; bir hıçkırık tufanıyla düştüm, ağladım, çok ağladım, öylesine çok ağladım ki, sessizce ağlayan annemi susturdum. Şimdi annem beni kucağına almış, haykırıyordu:

-Ah Yarabbi, evlâdıma hastalık gelecek… Aman Yarabbi, hıçkırıklar evlâdımı boğacak, su, su, çabuk biraz su getirin.

Ayrılmanın doğurduğu kendi yasını unutmuştu, yüzümü yıkıyor, beni avutmaya çalışıyordu. Zavallı anneciğim."2
Plevne'ye giden Osman Şahabbettin Bey, bir daha geri gelmedi. Cenap iki kardeşiyle babasız kalmıştı. Bu yüzden Manastır'dan İstanbul'a geldiler. Cenap, önce Tophane'deki Mekteb-i Fevziye'de okudu; ardından Eyüp Askerî Rüşdiyesi’ne girdi. Daha sonra Kuleli'deki Tıbbiye İdadisi'nde iki yıl eğitim gören Cenap,
Askerî Tıp Fakültesi'ne geçti.

Cenap, zeki bir öğrenciydi. Bir taraftan tıp fakültesinde okuyor, diğer yandan edebiyatla ilgileniyordu. Evleri Şâir Şeyh Vasfî'nin evine yakındı. Cenap onunla tanıştı. Şeyh Vasfî onu devrin tanınmış şâiri Muallim Naci ile tanıştırdı.
Bu yıllar (1885-1890) Türk edebiyatında eski-yeni mücadelesinin yaşandığı yıllardı. Yeniliğin temsilcisi olarak görülen Recâizâde Mahmut Ekrem, eserlerinde, eskinin temsilcisi olarak görülen Muallim Naci'ye hücum ediyor, Naci bu hücumlara cevap vermekte gecikmiyordu. Edebiyat dünyamızda bu tartışmaların yaşandığı günlerde genç Cenap, Muallim Naci'nin tesiri altında, Divan edebiyatı tarzında şiirler yazıyordu. Fakat daha bu yıllarda Fransız edebiyatına ilgi duyması, onu Recâizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmid'in şiirine de yöneltmişti. Yeni şiirin güzelliklerinin farkına varan genç Cenap, Recâizâde Ekrem ve Hâmid'i acemice taklit eden şiirler yazmakta da gecikmedi. Ve bu ilk şiirlerini daha on yedi yaşında bir öğrenciyken 1887 yılında Tâmât adıyla yayımladı. 1886'da ancak 12 sayı devam eden Sebat adlı bir dergi ile okuyucu karşısına çıktı.

1889 yılında Askerî Tıp Fakültesi'ni birincilikle bitiren Cenap, doktor yüzbaşı olarak dokuz ay kadar görev yaptıktan sonra 1890'da cilt hastalıkları üzerinde ihtisas yapmak üzere Fransa'ya gönderildi. Bu olay, Cenap'ın hayatında bir dönüm noktası teşkil etti.
Cenap, Fransa'da tıp ihtisası yapmanın yanında, Fransız ve dünya edebiyatını inceledi. Dil ve şekil mükemmelliğinin önemini vurgulayan, şiiri kelimelerle yapılan bir tablo haline getiren Parnasyenlere ve kelimelerin musikisine çok önem veren, duygu ve düşüncelerin birtakım semboller vasıtasıyla anlatılmasını ve bütün varlığa sert görünüşleriyle değil, yarı karanlık ve yarı gölgenin ardından bakılmasını savunan Sembolistlere büyük bir ilgi duydu. Onların şiirlerini nasıl yazdıklarını anlamaya çalıştı. Bu durum onu müzikal şiir denemelerine yöneltti.

Gustave Flaubert, Paul Verlaine, Edmond de Goncourt, Mallarme, Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud'u okudu, ama özellikle Paul Verlain'den çok etkilendi.
Cenap, dört yıl sonra 1894'te Fransa'dan döndükten sonra karantina doktoru olarak önce Mersin'e sonra Rodos'a tayin edildi. 1896 yılında Cidde'ye sağlık müfettişi olarak gönderildi. Cenap'ın Cidde'ye gidişi, Türk edebiyatına, en güzel gezi hatıralarından biri olan 'Hac Yolunda' adlı eserini kazandırdı. 1898 yılında Cidde'den döndükten sonra, bir müddet İstanbul'da kaldı. Daha sonra Suriye vilayeti Sağlık Başkanı olarak Suriye'ye gönderildi. 1908'de Büyük Sağlık Meclisi üyesi ve Sağlık İşleri Dairesi Müfettişi olarak İstanbul'a döndü.

O, bu yıllarda önce Malûmat, Maarif, Hazine-i Fünûn ve Mektep dergilerinde şiirlerini yayımladı. Bu şiirler onun tanınmasını sağladı. Lehinde, aleyhinde birçok yazı çıktı. Cenap'ın şiirleri hem şekil, hem öz olarak yeniydi. Meselâ "İlk defa sone tarzında bir şiiri edebiyatımızda yazan Cenap olmuştu."3 O Parnasyenlerden öğrendiği, şiiri kelimelerle yapılan bir tablo olarak görmenin örneklerini veriyordu. Onun şiiri muhteva olarak da yeniydi. Artık "kelimenin bütün anlamıyla orijinal bir şâir"4 olmuştu.

Cenap, o yılarda Servet-i Fünûn şâiri Tevfik Fikret'le tanıştı. Fikret'in ona gösterdiği ilgi ve sevgi onu Servet-i Fünûn topluluğuna katmıştı. Artık
şiirleri Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanıyordu.

Cenap'ın, Mektep dergisinde çıkan ‘Terâne-i Mehtap’ adlı şiirinde geçen ‘saat-i semanfâm’ (yasemin renkli saatler) tamlaması çok tepki uyandırdı. Ahmet Mithat Efendi'nin Sabah gazetesinde yayımladığı 'Dekadanlar' adlı makalesinde, Fransa'da ortaya çıkan yeni edebiyat akımlarının, anlatacak açık seçik bir şeyleri olmadığından kapalılığı tercih ettikleri ve mânâsızlığa düştükleri görüşü yer alıyor ve Cenap Şahabettin de dekandanlıkla suçlanıyordu. Bu yazı bir tartışma açtı. Edebiyatımızda dekadanlık münakaşası5 diye anılan bu tartışmaya Şemsettin Sami, Samih Rifat, Süleyman Nesip, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Hüseyin Cahit Yalçın, İsmail Safa katıldı. Tartışmanın yararı, Servet-i Fünûn çevresinde toplananlar arasında bir dayanışmaya yol açması oldu. Bu tartışmada en ilgi çeken yazılardan biri, Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun eski şairlerimizde, özellikle Şeyh Galip'te dekadan tavsifine uygun sembolik ifadeleri tespit etmesidir."6
Cenap da, 'Dekadanizm Nedir?' başlıklı bir yazı yayımlayarak, Fransızların son devir eserlerine dekadan dediklerini, bu kelimenin "geriye gider" anlamına geldiğini, fakat bu ifadedeki geriye gitmek tabiriyle anlatılmak istenenin, eski büyük yazarların üsluplarını taklit ve ihya ederek yenilik meydana getirmek olduğunu anlattı. Ayrıca yeni şairlerde görülen kötümser bakış açısı ve manevi bir boşluk duygusu içinde kalarak duygularını anlatmaya çalışmaları dolayısıyla kendilerine dekadan denildiğini, bu açıdan ilk dekadanın Kötülük Çiçekleri (Fleurs de Mal) şâiri Charles Baudelaire olduğunu ifade etti.
Cenap ayrıca eski büyük yazarları taklit ve ihya etmenin bir geriye dönüş hareketi olmadığını, bunun bir yeniliğe sebep olabileceğini savundu.7
Edebiyatımızdaki bu 'Dekadanlar' tartışması, Ahmet Mithat Efendi'nin o kendine has yumuşak üslubu ve karıştığı bütün tartışmaları tatlıya bağlıyan barışçı ve uzlaşmacı yaklaşımının ürünü olan Dekadanları beğendiğini söyleyen bir yazısıyla kapanmıştır.8

Cenap 1908 II. Meşrutiyet'e kadar, daha çok şiire ilgi duydu. Özellikle Servet-i Fünûn dergisinde birçok şiir yayımladı. Dergide bazen makale ve incelemeleri de çıktı. Ama o, bu yıllarda (1896-1901) Fikret'le birlikte Servet-i Fünûn topluluğunun en büyük şâiri olarak tanındı. Mehmet Kaplan onun tasviri şiirlerini; 1. Allegoriler, 2. Ev içi tasvirleri, 3. Tabiat manzaraları olmak üzere üç grupta toplar.9

Cenap; Mürg-i Siyah, Benim Kalbim, Berg-i Hazan, Ümid ü İntizar, Hayal-i Mâder, Yakazat-ı Leyliyye, Meşçere-i Saadet, Leyâl-i Zâhire, Âb u Ziya, Terâne-i Mehtap, Temâşâ-yı Leyâl, Son Arzu, Elhân-ı Hazan, Temâşâ-yı Hazan, Elhân-ı Şitâ diye adlandırdığı bu tanınmış şiirlerinde, muhteva açısından hiç de olumlu bir tablo çizmez. O, bütün bu şiirlerinde kalbi kederle dolu, tabiatın bile kendisine acıdığı, bütün umutlarını yitirmiş muzdarip insanları anlatır. Sonbaharda dalından kopup başka bahçelere giden bir yaprağı bile kendi serseri gönlüne benzetir. Kendisi de hayatta tıpkı rüzgârın önünde bir yaprak misali savrulup gitmektedir. Şiirlerinde zaman olarak hiçbir şeyin tam olarak görünmediği, bir bilinmezlik örtüsüne büründüğü ve insana hüzün veren karanlık geceyi tercih eder. En güzel şiirlerinde bile saadet ve hüzün birbirine karışır. Fakat onda hâkim olan duygu, "kaybolan bir saadet duygusu veya melankolidir. Bu duygu hemen hemen bütün Servet-i Fünûn edebiyatına hâkimdir. Hayali saadetler ve korkunç hakikat arasındaki çarpışma, onların başlıca temidir."10 O, şiirlerinde mevsim olarak, daha çok hüzün verici sonbaharı, bazen de her şeyin beyaz karlarla örtülüp âdeta öldüğü kışı tercih eder. Bu, onun içinde bulunduğu ruh hâline tekabül eder. Cenap, tabiatı ve insanı çok defa hasta ve kırgın bir şekilde hayal eder. Mesleği doktorluk olan Elhân-ı Şitâ şâiri, şiirlerinde ve nesirlerinde tabiata ve insanlara bakarken hep mesleğinden gelen kelimeleri kullanır. Tabiata ve insana âdeta meslekî bir hassasiyetle bakar. Ona göre dallar ve ağaçlar bile hastadır. Tabiat öksürür, veremlidir, tabiatın kalb atışlarını o, hep elinde tutar.11 En güzel şiirlerinden biri sayılan Elhân-ı Şitâ (Kış Şarkıları)'da bile baştan sona güzel günlerin geçip gitmesinden dolayı bir hüzün hâkimdir.

Şiirinin ve nesrinin muhtevası bu kadar menfî olan Cenap'ın dili de son derece sun'îdir. Lûgatları karıştırarak sadece halkın değil, aydınların da bilmediği birçok kelimeyi eserlerine taşır. O, "Herkesin anlayacağı bir lisan ile şiir yazılamaz." görüşündedir. Bu yüzden dilde aşırılığa gider. Müzikal bir dil meydana getirmek için hiç duyulmamış kelimeleri kullanır. Edebiyat geleneğimizle bir bağlantı kuramaz. Onun şiiri bütün bu nitelikleriyle gayr-i beşerî, içinde yaşadığı topluma son derece yabancı bir özellik taşır. O, bütün bu özellikleriyle hem Servet-i Fünûn topluluğundaki arkadaşlarına, hem de kendinden sonra gelen Ahmet Haşim’e önemli tesirler yapar.

Cenap II. Meşrutiyet'ten (1908) sonra, şiiri ikinci plâna itti. Politik hayata atıldı. Tanin, Hürriyet, Aşiyan, Hak, İçtihat gibi çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Kalem dergisinde Dahhâk-ı Mazlum takma adıyla mizahî yazılar yayımladı. Genç Kalemler'de yazan milliyetçi yazarlarla şiddetli münakaşalara girişti. Yeni Lisan hareketine cephe aldı. Bazı makalelerini 1915 yılında ‘Evrak-ı Eyyâm’ adıyla kitaplaştırdı.
Yine aynı yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde, Fransızca ve Batı Edebiyatı öğretim üyeliği yaptı. İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden Cemal Paşanın himayesinde bazı ticari işlere bulaştı. I. Dünya Savaşı'nın son yıllarında 1917'de Cemal Paşanın daveti üzerine Süleyman Nazif'le birlikte Suriye'ye gitti. Suriye izlenimlerini Sabah gazetesinde 'Suriye Mektupları' adıyla yayımladı. Bir yıl sonra (1918) ‘Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh, Tiryaki Sözleri’ adlı eseri çıktı. Cenap bu yıllarda, ‘Körebe’, ‘Yalan’, ‘Küçük Beyler’ (Hüseyin Suat ile birlikte) adıyla üç tane tiyatro eseri de yazdı. 1918 yılında Süleyman Nazif'le Hâdisât gazetesini çıkardı, yine aynı yıl Tasvir-i Efkâr gazetesi adına Avrupa'ya gitti. Önce gazeteye gönderdiği Avrupa izlenimlerini daha sonra 1919 yılında 'Avrupa Mektupları' adıyla kitaplaştırdı.
1919 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı Edebiyatı Tarihi öğretim üyeliğine tayin edildi. Bu arada çeşitli gazete ve dergilerde yazıyordu. Bu yazılarında Anadolu'da başlayan Millî Mücadele'ye karşı menfî bir tavır takındı. Bu tavır bir şehit subayı çocuğuna hiç yakışmıyordu. Onun Millî Mücadele’ye karşı takındığı bu menfî tavır, gençliği ve Türk milletini kendisinden soğuttu. Ve 1921 yılında üniversitedeki görevine son verildi. Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Celâl Nuri tarafından yazılan yazılarla kendisine çok büyük tepki gösterildi ve vatansızlıkla suçlandı.
Millî Mücadele'den sonra bir kenara çekilip hayatının geri kalan kısmını okumak ve yazmakla geçirdi. Birçok dergi ve gazetede yazıları yayımlandı… 1925 yılında Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı Shakespeare ile ilgili yazılarını 1931 yılında 'William Shakespeare' adıyla kitaplaştırdı. Bir Türkçe Sözlük çalışmasına girişti.

Millî Mücadele'ye karşı menfî tavrını da uzun sürdürmedi. Daha 1921 yılından itibaren Anadolu'yu Anadolu'daki Millî Mücadele'yi ve daha sonra Cumhuriyet döneminde de Atatürk'ün büyüklüğünü ve inkı-lâplarını öven yazılar yayımladı.12 Fakat "Bir sanatkârın yazdıklarını behemehal hissetmesi lâzım değil, hissetmiş gibi hissettirmesi matluptur." gibi sözleri, politika, vatan, millet gibi çok hassas konulardaki yazılarında birbirine ters duygu ve düşüncelerle birleştirilince, Cenap'ın yazılarının hangisinde samimi, hangisinde sahte olduğunu anlamak güçleşti.13 Hiç kimse onun samimiyetine inanmadı. O, hep tereddütle bakılan bir insan oldu.

Halbuki o, kıvrak zekâsı, canlı ve müzikal uslûbu, fevkalâde dikkati ve tecessüsüyle Türk edebiyatına ne kadar da güzel, ne kadar da kalıcı diyebileceğimiz şiirler bırakabilir, milletin gönlünde taht kurabilirdi. 1916 yılında yayımladığı 'Tevhîd' başlıklı şiiri, onun bu konuda isterse ne kadar da başarılı olabileceğini gösterir:

Varsın, Sen İlâhî, yine varsın, yine varsın
Aklımda, hayâlimde ve hissimde yaşarsın!

Her yer dolu zâtınla, sıfatınla ilâhî
Zâtın da, sıfatın da Senin nâ-mütenâhî…

Kalbimde birer katredir eb'âd ile evkât;
Titrer nabazânınla şerâyin-i mesâfât.

Kuvvet bir elinde ve anâsır bir elinde
Mimarı elindir, ebedin de, ezelin de!

Şi'rin dü-câhındır, kelimâtın bütün ecrâm;
Her jâle-i sun'un bana kulzüm-ı ilhâm!

Rûhumda, dimağımda ve kalbimde yaşarsın;
Varsın Sen ilâhî, yine varsın, yine varsın.14

Fakat yazık ki, o, milletiyle, milletinin değerleriyle, bir türlü buluşamadı. Hayata ve olaylara hep bir belki penceresinden baktı. Hayat felsefesini âdeta bu belki kelimesinin üzerine kurdu. Kendi ifadesiyle "her evetine ve her hayır'ına gizli veya kapalı bir belki" karıştı.15 Her şeye şüpheyle yaklaştı. Bu şüpheci anlayış ve yaklaşım okuduğu tıp fakültesi kütüphanesindeki sayısız pozitivist ve materyalist eserlerle16 beslenince, din ve inanç konularına da hep bu şüpheci yaklaşım hâkim oldu. Bazen insanların inanma ihtiyacından dolayı inandıklarını savundu, bazen dini "bir hurâfât kütüphanesi" olarak gördü. Hayatı bir muamma olarak değerlendirdi. Bazen "Allah gibi bir hakikat-i diniyye hissolunur, anlaşılmaz. Vardır, fakat bilemeyiz. Çünkü azameti kendisini örter."17 noktasına geldi. Bazen, "Bütün tabiatta gördüğümüz, işittiğimiz O’dur." diyerek Monizm'e kaydı. Bazen kendi varlığından bile şüphe etti. Kimi zaman dindar bir arkadaşına imrendi, onun dindarlığının kendisinin çok hoşuna gittiğini, dinin belki bir hakikat olduğunu, insanın ona muhtaç olduğunu, bu yüzden hiçbir kuvvetin bizim yüreklerimizden dini duygularımızı bütün bütün söküp atamayacağı gerçeğini vurguladı. Ona göre, en koyu materyalistin vicdanını yoklasak, orada bile din duygularını bulacağımızı ve o yaraya dokununca bir din hasreti acısını duyacağımızı yazdı. Bilimin hayatı ve insanı açıklayamadığını, bu konuda bilime bağlanıp kalamayacağımızı, hayatın acı gerçekleri karşısında hepimize biraz ümit lâzım olduğunu ve bu ümidi de bizim ancak dinin müşfik sinesine başımızı dayamakla bulabileceğimizi savundu.18

Bütün bu görüş ve düşünceler, sadece Cenap Şahabettin'de görülen görüş ve düşünceler değildir. Bu tür anlayış ve yaklaşımlara, bir medeniyet buhranının kurbanları olan birçok Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devri aydınında da rastlarız. Aslında onların büyük bir kısmının maalesef trajik bir hayat mâcerası vardır. Türk edebiyatına belki de karla ilgili en güzel şiiri hediye eden zavallı Cenap, bütün bu 'belki'ler içinde, bir karlı günde 13 Şubat 1934'te beyin kanamasından öldü. Geride bir yığın anlaşılmayan, yapmacık, samimiyetsiz unsurlarla dolu, içi boş, bir hiçten ibaret eserler bıraktı. Halbuki bu keskin zekâ, bu okuduğu okulları birincilikle bitiren kabiliyet, çok takdir ettiği ve "tarihimizin en büyük destanî şâiri"19 olarak gördüğü Mehmet Akif gibi olabilseydi, unutulup gitmeyecek, bugün tıpkı İstiklâl Marşı şâiri gibi milyonlarca insan tarafından okunuyor, anlaşılıyor, seviliyor ve onların gönlünde yaşıyor olacaktı.
Kaynaklar
1- Mehmet Nuri Yardım, Tanzimat'tan Günümüze Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları, 3. b., İstanbul, 1998, ss. 83-84.
2- a.g.e., ss. 85-86.
3- İnci Enginün, Cenap Şahabettin, Ankara, 1989, s. 7.
4- a.g.e., s. 7.
5- Bu konuda geniş bilgi için bk. Birol Emil, Servet-i Fünûncular ve Dekadanlık Meselesi, (Lisans Tezi) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Tez No: 524, 1958-1959.
6- Enginün, Cenap Şahabettin, s. 8.
7- Cenap Şahabettin, Dekadanizm Nedir?, Servet-i Fünûn, c. 14, nr. 344, 2 Teşrinievvel 1313/15 Ekim 1897.
8- Ahmet Mithat Efendi, Teslim-i Hakikât, Tarîk, 21 Teşrinisani 1314/4 Aralık 1898.
9- Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar I, "Cenap Şahabettin'in Şiirlerinde Pitoresk", İstanbul, 1976, s. 396.
10- Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri I, "Elhân-ı Şitâ", 5. b. İstanbul, 1975, s. 101.
11- Enginün, Cenap Şahabettin, s. 15.
12- a.g.e., ss. 3-5.
13- a.g.e., s. 4.
14- Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, Necat Birinci, Abdullah Uçman, Cenap Şahabettin'in Bütün Şiirleri, İstanbul, 1984, s. 296.
15- Enginün, Cenap Şahabettin, s. 37.
16- Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul, 1978, s. 228.
17- Bedi N. Şehsuvaroğlu, Cenap Şahabettin Bey'den Bir Mektup, Hisar, nr. 126, Haziran 1974, ss. 12-13.
18- Bedi N. Şehsuvaroğlu, Cenap Şahabettin'in Yayımlanmamış Mektupları, Hisar, nr. 129, Eylül 1974, s. 16-17.
19- Cenap Şahabettin, Safahat Mübdii: Mehmet Akif, Servet-i Fünûn, c. 57, nr. 1479, 18 Kanun-ı evvel 1340/1 Aralık 1924.

Tevfik fikretin şiir anlayışı
İlk gruptaki şiirlerinde işlediği konular aşk, doğa ve günlük yaşamdaki bazı olaylardır. Bu şiirlerinde "sanat için sanat" düşüncesine bağlıdır. Servet-i Fünûn dışındaki şiirlerinde toplumcu bir anlayışa yönelir. Bu şiirlerde ana temalar hürriyet ve medeniyettir. Toplumu saran hürriyetsizliğe karşı yazdığı "Sis" şiiri büyük yankı uyandırır. Fikret, sanatının ikinci döneminde tarihe, dine, bütün ulusal değerlere karşıdır. Ülkenin ilerlemesini, gelişmesini ister. Fikret, aruz ölçüsünü Türkçeye başarıyla uygular. Şiirde beyit bütünlüğünü kırmış, anlamın beyitte tamamlanması geleneğini sona erdirmiştir. Nazmı (şiiri) nesre (düzyazıya) yaklaştırmıştır. Şiirlerinde sonenin ya-nında serbest müstezatı sıklıkla kullanmıştır. Fikret'in özellikle ilk dönemindeki şiirlerinde dili oldukça ağırdır. Arapça, Farsça sözcük ve tamlamaları yoğun biçimde kullanır. Fikret'in şiirlerinde biçim yönünden parnasizmin etkisi vardır. Fikret, manzum hikâyelerinde de toplumsal konuları ve sorunları ele almıştır. Balıkçılar, Nesrin, Ramazan Sadakası manzum hikâyelerindendir. Şiirlerini Rübab-ı Şikeste ve Haluk'un Defterî adlı kitaplarda toplamıştır. Çocuklar için hece ölçüsüyle yazdığı şiirleri Şermin adlı bir kitaptadır; bu şiirlerde dil oldukça yalındır.

CENAB ŞEHABETTİN

Manzumeler yazmış sonraları Parnasyenlerin özellikle sembolizm akımının etkisine kapılmıştır.. Bu akımların şiir anlayışına uyarak, değişik ritm ve hayaller yaratabilmek için, dili zorlamış; Arapça ve Farsçadan yeni kelimeler alarak, yabancı kelimelerle yeni tamlamalar kurmuş; aşk ve tabiat konularını iş­lemiş; «sanat için sanat» görüşünü benimsemiştir. Cenap'ta sembolist şiir anlayışı; genel olarak yoktur. Ancak, istiare, dil ve ahenk özellikleri bakımından sembolizme yaklaşır. Muhayyilesi, kâinatta cansız hiçbir şey bırakmamanın, cansız bilinen her şeyi canlandırmağa çalışmanın, her şeyde bir hayatın varlığını kabul etmenin peşindedir. Dokunduğu her şeye yeni yeni renkler, derin­likler, istediği tonda ışıklar, alıştığımızdan bambaşka biçimler, aydınlıklar ve­ren şaşırtıcı, gür bir imgelem gücü vardır. 1897 tarihli 329 sayılı Servet-i Fünûn'da, edebiyattan beklenen faydaları anlatırken «Edebiyattan amaç yalnız edebiyattır» sonucuna varır:  

Cenap Sahabettin; doğada, insan ruhunu andıran bir ruhu, «ruh-i kâinat»ı arar; gerçeklerden kaçar, hülyaya dalar. Cenap'a göre şiir «kelimelerle yapıl1mış bir resim» dir. Ekremle Hâmit'ten ve sembolistlerin görüşünden gelen etkilerle şiirin, herkesin konuştuğu dilden ayrı tilcikleri bulunması gerektiği­ne inanır. O güne kadar pek az duyulmuş, hiç duyulmamış tilcikleri bol bol kullanması bu anlayıştan doğmaktadır. Bu yüzdendir ki, sâât-ı semeh-fâm (yasemin renkli saatler), berf-i zerrin (altın kar), lerze-i ruşen (parlak titreyiş) gibi söyleyişleri zamanında çetin tartışmalara yol açmıştır. 

Şiirlerinde; duygu, görgü, bilgi öğeleri ustalıkla birleşmiş mecazlarla teşbihler, istiarelerle tamlamalar birbirine karışmış «nazım=nesir+ müzik anlayışı üzerinde önemle durulmuş; aruz heceden üstün görülmüş; tema «tabiat-kadın-aşk» üçgeni üzerine oturtulmuş; görünümlerinden hepsi duygu: bir açıdan, hepsi de aruz ölçüsü ile yazılmıştır. Cenap Sahabettin «güzellik için sanat» kendi deyimiyle «hüsn-i mücerred» in arayıcısıdır. Onun görüşü göre; Edebiyattan gaye ancak edebiyattır. 

Derleyen:Halil AKPINAR

 


Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi45
Bugün Toplam239
Toplam Ziyaret3773604
VİDEOLAR
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.413134.5510
Euro36.357136.5028
Takvim