SERVET-İ
FÜNUN EDEBİYATINDA ŞİİR
Servet-i
Fünuncular şiirin konusunu iyice genişletmişler; aşk, doğa, karamsarlık, düş
kırıklıkları, gerçeklerden kaçış, doğaya yönelme... gibi temaları
işlemişlerdir. Sadece Tevfik Fikret, sosyal konulu bir iki şiir yazmıştır.
Şiirde
"sanat için sanat" anlayışının gereği olarak "estetik
olgunlaşma" ya önem verilmiştir.
Hemen
hemen tüm Servet-i Fünun şiirinde aruz ölçüsü kullanılmış, hece ölçüsü küçümsenmiştir.
Sadece Tevfik Fikret şiirde hece ölçüsünü de denemiştir.
Aruz ölçüsü
Türkçeye başarıyla uygulanmış, bu ölçüye canlılık getirilmiştir.
Klasik
beyit anlayışı yıkılmış, şiirde anlam dizeden dizeye taşınmıştır. Bir başka
deyişle şiir (nazım), düzyazıya (nesre) yaklaştırılmış; cümlenin bir dize ya da
beyitte tamamlanması geleneği yıkılmıştır. Bunu, Tevfik Fikret'in
"Balıkçılar" adlı şiirinden alınmış şu parçada görmek mümkündür:
Şafak
sökerken o yalnız, eski bir tekneciğin
Düğümlü,
ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
İlerliyordu;
deniz aynı şiddetiyle şırak
Şırak dövüp
eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah
kaburgasını... Âh açlık âh ümidi"
Bu dizeleri
yan yana getirip okuduğumuzda ortaya bir düzyazı (nesir) çıktığını görebiliriz.
Divan
şiiri nazım biçimleri tamamen bırakılmış, müstezat serbestleştirilmiştir. Batı
şiirinden alınan sone ve terza-rima gibi biçimler ilk kez kullanılmıştır.
Şiirde
bütün güzelliğine (kompozisyona) önem verilmiştir.
Divan ve
Tanzimat şiirindeki "göz için kafiye" anlayışı yıkılmış; "kulak
için kafiye" görüşü benimsenmiştir.
Dil, çok
ağır ve sanatlıdır. Şiirlerde Arapça ve Farsçadan alınma birçok sözcük ve tamlama
kullanılmış; çok kimsenin anlamadığı bir dille şiirler yazılmıştır. Servet-i
Fünuncuların en büyük yanlışları dil konusunda olmuştur, denilebilir.
"Nahcir"
(av), "tiraje" (gökkuşağı), "saat-ı se-men-fâm" (yasemin
renkli saatler), "Lerziş-i bârid" (soğuk titreme)... Servet-i Fünun
şiirinde ilk kez kullanılan sözcük ve tamlamalara örnektir.
Edebiyatımızda
"mensur şiir" örnekleri ilk kez bu dönemde verilmiştir (Halit Ziya).
Servet-i
Fünun şiirinde Parnasizm ve Sembolizm akımları etkili olmuştur. Sanatçıların
eserlerinde yer yer Romantizmin etkileri de görülmektedir.
Sis (
Şiiri ve Tahlili ) |
01.01.1970,
10386 okunma, Ekleyen: |
Tahlili
:
Realiteden
nefret eden Servet-i Fünün'cular, ruhlarını tabiat,aşk ve hayal ile avutmaya
alışırlar. Fikret ''SİS'' adlı şiirini derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh
hali içerisinde kaleme almıştır. ''SİS'' şiirinde Fikret'in
kötümserliği,İstanbul'un maddi,manevi bütün varlığına karşı duyulmuş kuvvetli
bir nefret halinde kendini gösteriyor.Tük edebiyatında İstanbul ilk defa SİS
ile menfur ve mel'un bir şehir olarak ele alınmıştır.Eski Tük edebiyatında
Nedim ve Nabi İstanbul'u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvif
etmişlerdi. Fikret'in bu ''mel'un şehir'' görüşünü,batılı yazarlardan
almış olması çok muhtemeldir.Galatasaray ve Kolej muhitinde yabancılarla
yakın temasta bulunan Fikret'in onların umumiyetle Şarka,Osmanlı
İmparatorluğuna ve İstanbul'a bakış tarzını benimsemiş olması da
mümkündü.
|
Elhan-ı Şita
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
(Bir beyaz titreyiş, bir dumanlı uçuş,)
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar
(Eşini kaybeden bir kuş gibi kar)
Gibi kar
(Gibi kar)
Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar...
(Geçen ilkbahar günlerini arar)
Ey kulûbün sürûd-i şeydâsu,
(Ey kalplerin divane şarkısı)
Ey kebûterlerin neşideleri,
(Ey güvercinlerin şiirleri)
O baharın bu işte ferdâsı
(O baharın bu işte yarını)
Kapladı bir derin sükûta yeri
(Kapladı bir derin sessizliğe yeri)
Karlar
(Karlar)
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.
(Ki sessizce arasıra ağlar)
Ey uçarken düşüp ölen kelebek
(Ey uçarken düşüp ölen kelebek)
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek
(Bir melek kanadının beyaz püskülü)
Gibi kar
(Gibi kar)
Seni solgun hadîkalarda arar.
(Seni solgun bahçelerde arar.)
Sen açarken çiçekler üstünde
(Sen açarken çiçekler üstünde)
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
(Ufacık bir çiçekli yelpâze,)
Nâ'şun üstünde şimdi ey mürde
(Cansız bedenin üstünde şimdi ey ölü)
Başladı parça parça pervâze
(Başladı parça parça altın kırıntıları)
Karlar
(Karlar)
Ki semâdan düşer düşer ağlar!
(Ki gökyüzünden düşer düşer ağlar!)
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
(Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
(Küçücük, beyaz başlı baykuşlar)
Gibi kar
(Gibi kar)
Sizi dallarda, lânelerde arar.
(Sizi dallarda, yuvalarda arar.)
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
(Gittiniz, gittiniz siz ey kuşlar,)
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar;
(Şimdi boş kaldı baştan başa yuvalar
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgân! -
(Yuvalarda -feryat etmeyen yetîm-)
Son kalan mâi tüyleri kovalar
(Son kalan mavi tüyleri kovalar)
Karlar
(Karlar)
Ki havada uçar uçar ağlar.
(Ki havada uçar uçar ağlar.)
Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir
(Ey kış göğü, elinde yığın yığındır)
Berk-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter...
(Yasemin yaprağı, güvercin kanadı, ıslak bulut...)
Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-
(Dök ey gökyüzü -doğanın canlılığı uykudadır-)
Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!
(Siyah toprağın üstüne katışıksız çiçekler!)
Her şahsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! -
(Her ağaçlık yer şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! -)
Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümid...
(Bir gölge yığını ve siyah renkli ve ümitsiz)
Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek.
(Ey kış göğünün eli, durma, durma, çek.)
Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!
(Her ağaçlığın üstüne bir beyaz örtü!)
Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar
(Göklerden emeller gibi dökülüyor kar)
Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar
(Her mutlu hayalim gibi koşarak düşüyor kar)
Bir bâd-ı hamûşun Per-i sâfında uyuklar
(Sessiz bir rüzgar tüylü bir kanatta uyuklar)
Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar,
(Yolunda durur bir aralık sonra uçarlar,)
Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzân,
(Soldan sağa, sağdan sola titreyerek ve kaçışarak)
Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân
(Bazen uçmada tüyler gibi, bazen dökülmede)
Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun,
(Karlar, sessizliğin dualarının bütün nağmeleri)
Karlar, bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.
(Karlar, ruhların bahçelerinin çiçekleri)
Dök kâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök.
(Dök siyah toprak üstüne, ey göğün eli dök.)
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök:
(Ey göğün eli, izzetin eli, kışın eli, dök
Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi;
(Bahar çiçekleri yerine beyaz kar)
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi.
(Kuşların nağmeleri yerine ümidin suskunluğunu.)
Cenab
Şahabettin
Tahlili:
Mehmet Şamil - Elhân-ı Şitâ Üzerine Bir Tahlil Şiirde başlık, şiirin bütününe
şâmildir. Daha lise yıllarımızda bizi etkileyen bir ahenk şiiri olan Elhân-ı
Şitâ buna en güzel örneklerden biri. Hemen her kış pencereden seyrine
daldığımız karlı bir manzara ile bu şiiri hatırlarım. Şiirde heceleri müziksiz
düşünmeyen Cenab Şehabettin, muhtevâsı sade bir kış manzarasının tasviri gibi
görünen Elhân-ı Şitâ'da statik anlatımı değil hareketli ve sesli bir üslubu
sergiliyor. Sadece beyazlık ya da soğukluk imajlarında kalmayan şair, kar
yağışında bulduğu müzikal sesleri derinlemesine işliyor. Bundan dolayı şiiri,
'kış musikisi' diyebileceğimiz bir başlıkla anıyor ve onu şiirin içinde
uygulamaya çalışıyor. Kaybolan mutluluk arayışının hâkim olduğu şiirde bu
arayış neticesinin kar yağışı olduğunda karar kılıp dua ve sabırla şiiri
bitirmesiyle okurun zihninde bir resim motifi oluşturmaktadır ki kar
tanelerinin sürekli bahar unsurlarıyla karşılaştırılması buna bağlıdır.
İmgeler, baharın hüznü ile kar yağışını resmetmek arasında farklı seslerle
şiiri bütünleştirmeye çalışmaktadır. Bu, hem dış şekilde hem de iç şekilde
görülür.
Servet-i Fünun sanatçıları her veznin bir ruha tekabül ettiğini ileri
sürmüşlerdi. Cenab Şehabettin de şiirde vezni üç kere değiştirmiştir. Üç ana
kısma ve beş ayrı bölüme ayırabileceğimiz Elhân-ı Şitâ'da şiire hâkim kafiyeler,
bir düzene göre devam eder; kimi yerde çaprazlama kafiye kullanılır. Ana
kurguya sürekli bağlı kalan şair, imgeler arası geçişleriyle şiirin canlı
kalmasını sağlar. Ünlü ve ünsüzlerin sıralanışı ile oluşturulan ses, şiirin
sonlarına doğru sertleşmeye başlar ve aliterasyonlarla zenginleşir. Bazı
kelimeler hatta bazı mısralar tekrar kullanılır. Bütün bunlar şiiri
monotonluktan kurtarma adına yapılan çalışmalardır ki genel olarak bu, Cenab
Şehabettin'in şiirlerinde görülmektedir.
Şiirde anlam arayışı ve tahlilde şair gibi düşünemiyorsak bile şiirsel
derinliği anlamak için hele hele sembolist bir şairi anlamak için kelimelerin
çağrıştırdıklarından hareket etmek en doğru yollardan biri olsa gerek. Bu
nedenle ilk mısradaki 'beyaz titreyiş' ve 'dumanlı uçuş' tamlamaları üzerinde
durmak istiyorum: Bu mısra 'eşini kaybeden bir kuş'un özelliğini ifade etmesi
bakımından önemlidir. Görüleceği üzere tüm kış şiirlerinde olduğu gibi beyazlık
bu şiirde de aşırıya kaçmadan yer edinmiştir. Ancak 'beyaz titreyiş' ile başlayan
'dumanlı uçuş', nerede duracağını bilmeyen bir arayışın ve yön korkusuna
yenikliğin ifadesidir ki duman gri de olsa, beyaz titreyişle paralellik
arzeder. Bu titreyişin beyazlığı, sembol olarak ölüme kapı aralasa da salt
anlamda titreme nedeninin soğuk ve kar olduğuna da götürmektedir bizi. Tüm
bunlar, aslında 'eşini kaybeden bir kuş'un özelliğidir ve yağan kar bir kuş
gibidir. Böylelikle, şiirin yalnızlık mefhumu ile başladığını görürüz. 'Bir
beyaz lerze' ifadesini sadece kar için düşünmek de olağandır ki 'bir' kelimesi
ve ardısıra gelen 'eşini gâib eyleyen' ifadesi tüm kar yağışlarının tek bir kar
tanesi ile başlangıcına işarettir. Dumanlı uçuşun arayış amacı ise ilkbahardaki
huzur ve canlılıktır. Kışa tezat olacak olan yazdan önce gelen ilkbahara yapılan
arayış göndermesini başlıkla birlikte düşündüğümüzde bahara özgü olan kuşların
şakıması yerine kar yağışı musikisinin yer edindiğini görürüz. Bu, ilkbahardaki
kuş cıvıltıları yerine karların düşüş sesidir. Şüphesiz kışın yerini alacak
olan ve kuşların geri dönüp şakımalarına sebep olacak olan ilk mevsim
ilkbahardır. Karların uçuşunun tasvirinden sonra, şairin mevsimlerin birbiri
ardına gelecek olduğunu, bundan kaçınılamayacağını dile getirişi devreye girer:
'Ey kalplerin çılgın şarkıları, ey güvercinlerin güfteleri, işte baharın yarını
budur ki, karlar toprağı derin bir sessizlikle kapladı. Artık bahardan kalma ve
ona ait ne varsa sessizce ve sürekli ağlamaktalar.' Burada 'kebûterlerin
neşîdeleri'nden kasıt elbette güvercinlerin sesidir; ancak bu sadece bir ses
değil aynı zamanda bir manzume, bir şiir hatta bir güftedir. Sonraki bölümde
yine bahara ait bir unsur olarak kelebekle karşılaşır okuyucu. Kelebeğin
ömrünün kısalığı ile baharın geçici oluşu arasındaki ilişki 'o baharın bu işte
ferdâsı:' mısraını derinleştirmemize yardımcı olur.
Karın düşüşü, ikinci bölümde kelebeğin uçuşuna benzer. Bu benzetmenin şekilsel
olarak yapıldığını düşünebiliriz. Kelebek kısa bir ömre sahiptir ve uçarken
birden düşüp ölür. Bu kısa hayat hikâyesi aynı zamanda karda vardır. Yere düşen
her kar tanesinin eriyişi bir ölümdür. İlk bölümde olduğu üzere, bu şiirde 2.
mısralar 1. mısralardan daha genel ve 1. mısraı kapsayan bir anlamla örülmüştür
ki 'bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek' yani 'bir melek kanadının püskülü / saçağı'
ifadesi hem kelebeği anlatmaktadır hem de kelebeğe benzetilen karları ifade
etmektedir. Nihai olarak, bütün bu kelebek, melek ve kar öznelerinin gelen
kışla yeşilliğini kaybetmiş bu solgun bahçelerde baharı ve baharla birlikte
kuşların şakımalarını aradığını dile getirmekte ve bütün şiiri kapsayacak
kadar, kar motifinin hepsinin yerini tutabilecek ölçüde büyük bir işlev içinde
oluşuna anlam yüklemektedir şair ve kelebekten hareketle devam eder. Bu, şiirde
semboller üzerinde derinleşmenin neticesidir ki; kelebek bu defa 'ufacık bir
çiçekli yelpâze' olarak çiçekler üstünde açan bir çiçeğe benzer. Buradaki
'açmak' fiili hem kelebeğin kanatlarının açılışıdır hem de kelebeğin kozasından
çıkıp baharda çiçek gibi açması / uçmasıdır. İşte bütün bunlar olurken önceki bölümde
ifade edilen 'düşüp ölen bu kelebeğin' bedeni üzerinde parça parça karların
düşüşü başlamıştır. Kış kapıya dayanmış, kelebeğin uçuşu yerine kar taneleri
geçmiştir. Bu düşüşü 'pervâze' ile dile getiren şair, karların bu düşüşle
ağladığını, kelebeğin ölümü üzerine düşmenin bir gözyaşı ıslaklığı gibi
olduğuna değinir. Kar yine hüznü temsilen ordadır ve ağlamakta / yağmaktadır.
Üçüncü bölümde, kelebek sembolünün derinliğinden sonra ilk bölümdeki ana temaya
geçen şair, kelebek gibi ölmeyip göç eden / giden kuşlara yeni bölümde gönderme
yapar. 'Uçtunuz, gittiniz siz ey kuşlar / küçüçük, ser-sefîd baykuşlar'. Yine
ilk mısra 2. mısraın açıklayıcısı konumumdadır ve 2. mısradaki öğe 'beyaz başlı
baykuşlar' kara benzetilir. Kar, kuşları, beyaz başlı baykuşlar gibi
yuvalarında, dallarında ve hemen her yerde aramaya koyulmuştur. Devam eden
mısralardaki dil, hem karların dilinden hem de şairin dilinden söylenen hüzünlü
bir şarkı gibidir: 'Gittiniz, gittiniz ey kuşlar, şimdi yuvalar baştan başa boş
kaldı. Karlar, sessiz / figansız yetim olan yuvalarda son kalan ıslak tüyleri
kovalıyor ve havada ağlar gibi uçuşuyorlar.' Kuşların gidişine üzülen kar
taneleri hem uçuyor hem ağlıyor hem de onlardan geriye kalan yuvalardaki ıslak
tüyleri bir hatıra olarak bulmak istiyor. Bu bölümdeki 'mâi' kelimesi her ne
kadar mavi anlamına gelse bile kar, ıslaklık, ağlama gibi genel kurguya uygun
olan 'suya ait, sulu, ıslak' anlamıyla okunmalıdır.
Üç bölümden oluşan birinci kısımla birlikte şiirin birinci şekilsel yapısı sona
erer. Bu kısımda, karların yavaş yavaş, ağır ağır ve parça parça yağışını
resmedilir ve bahar hatıraları ile kar tanelerinin hareketliliği benzeşme
unsurlarıyla kendilerine yer edinir. Mısraların kısalığı araya giren 'gibi kar'
ve 'karlar' kelimeleri ile şiir monoton bir dilden kurtarılır. Şiirdeki ses
ahengi bakımından şairin, cömert vezin diye tanıdığı aruzun Servet-i Fünun
çağındaki özgür imkânlarından bu amaçla faydalandığı görülür. Arada bir
duraklar gibi olan kar yağışının tekrar harekete geçişine benzeyen küçük
mısralardan sonra uzayan mısraların şiirde yer edinişi bu sebebe bağlıdır. Her
bölüm sonunda hüzün ve melankoli 'ağlar!' ifadesiyle tekrarlanmaktadır. Buraya
kadar şiir 'geniş müstezad'la söylenmiştir ve sonrasında konu haricinde ses
ahengi, vezin ve söyleniş biçimi değişir. Kurguya dayalı kar benzetmeleri
azalır. Artık yoğun bir kar yağışına teslim olmuştur şiir. İşte bu, Elhân-ı
Şitâ'dır.
İkinci ana kısım iki bölümden oluşur ve bu kısımda hâkim olan kuvvetli bir kar
yağışıdır. Acıya teslim olan ve sonunda acıyı seven, onu kabul eden bir insan
gibi kar yağışıyla kaybolan bahar hatıralarına çok fazla değinilmediğini
görürüz. Bütün arzu kardır. Yine de içten içe kar, bahar çiçeklerine
benzetilerek ve gökyüzünün ayrıcalığında baharın hatırası canlı tutulur. İkinci
ana kısım kafiyeleniş açısından iki ayrı ahenge sahiptir. Bu, ilk ana kısımdaki
musikinin bu bölümdeki farklı işlenişidir: 'Ey kış günlerinin gökyüzü, yasemin
yaprağı, güvercin kanadı, ıslaklık bulutu senin elinde yığın yığın / küme
kümedir. Ey gökyüzü, tabiatın ruhu / canı uyuya kalmış haldedir, bu kara
toprağın üstüne tertemiz çiçekler dök.' anlamındaki kıta ile başlayan bir
benzetme devreye girer. Bu, eldir. Kar tanelerinin sanki bir el tarafından
serpildiği izlenimine götürür bizi. Bu el öyle bir eldir ki, çiçekleri, kuşları
ve bütün bulutları kendinde barındırır. 'Berk-i semen'le temsil edilen bütün
çiçekler; 'cenâh-ı kebûter'le temsil edilen bütün kuşlar ve onların şakımaları;
'sehâb-ı ter'le temsil edilen ise hayata canlılık veren ve merkezi ıslaklık
olan çiğ, kırağı, yağmur, nem, tazelik vb. unsurlardır. Şair, bütün bunların
kar yağışıyla baharda çiçekler ve kuşlarla geri döneceğine inanır. Bahardan
sonra kışın geleceğini birinci ana kısımda ifade eden şair, böylelikle kıştan
sonra da baharın geleceğini belirtmiş olur. Çünkü hazan mevsiminden sonra
tabiat kış uykusuna yatmış bir haldedir. Baharın canlılık belirtileri yerini
kışın donukluğuna bırakmış ve bu hâl üzere gökyüzü yapması gerekeni yapmalı ve
baharı karşılamak için kapkara toprağın üstüne o temiz ve bembeyaz kar
tanelerini çiçekler gibi dökmelidir. Şair bilmektedir ki, dökülen her bir kar
tanesi baharda bir çiçek olarak karşımıza çıkacaktır. Öyleyse hitap edilecek
olan, istekte bulunulacak olan gökyüzüdür. Bütün bereket oradadır. Her ne kadar
kar sahibi gökyüzü gibi görünse de tekrarlanan 'dest' kelimeleriyle birlikte
akla 'Allah'ın kudret eli' gelmekte ve anlam yerleşmektedir.
Dördüncü bölümün devam eden ikinci kıtasında şair: 'Her ağaçlıkta / korulukta
şimdi ne bir yaprak var ne bir çiçek. Her yer bir ümitsizlik, siyahlık ve
gölgelik yığınıdır. Ey kış semasının eli, durma, her ağaçlığın üstüne beyaz bir
örtü çek.' diyerek hitabına devam eder. Bu hitabın içinde ise yine bir tasvir
vardır. Bütün ağaçların sonbahardan çıkmış bir durumda yapraksız, kuru dallarla
ve çiçeksiz olarak çıplak bir insan gibi olduğunu düşünür. Bu nedenle birinci
bölümde olduğu gibi gökyüzünden böyle yavaş yavaş yağmamasını, aralıksız
yağmasını ve bu çıplaklığı örtmesini ister. Çünkü bu hâl bir ümitsizlik hâlidir.
Sadece siyah tonların egemen olduğu bir yerde ümitsizliğin ve gölgelik yerlerin
var olduğuna değinir. Burada aynı zamanda kar yağmazsa bahar çiçeklerinin
açılamayacağına ve şiirin sonunda var olan sabırdan ürpertiye bağlı bir korku
vardır.
Kendi aralarında kafiyelenmiş altı beyitten oluşan ve anlam açısından üç kıta
gibi de gözükebilen üçüncü kısımda şairin bahar korkusu kar yağışıyla bölünür
ve hitap bölümünden sonra yine kış manzarasını ve karların yağışını tasvire
koyulur: 'Gökten arzularımız gibi dökülüyor kar, her sevdâya hayalim gibi
koşuyor kar, sessiz bir rüzgârın saf kanadında uyuyor gibi bir vakit durup
tekrar uçmaya devam ediyor karlar.' Burada şiirin genelindeki kar yağışı
tasvirlerinin en büyüğünü görmekteyiz. Çünkü, 'uçmak' kelimesiyle kuşlar;
'emel', 'sûd', 'hayal' ve 'uyumak' kelimeleriyle insan; 'sessiz rüzgarın saf
kanadı'yla da tabiat benzetmeleriyle kar yağışı tasvir edilmektedir. Bu bölümde
'tarzında durur bir aralık' ifadesi şiirin genelinde olmayan bir yapıda önceki
mısraın devamı niteliğinde okunması gereken bir mısradır ki 'uyuklar' ifadesini
bir bakıma yalanlayan bir bakıma ise doğrulayan söyleme sahiptir. Hatta anlamı
derinleştirdiğimizde burada uyuklamaktan başka bir eylemin de var olduğunu
görürüz. 'Durmak' eylemi ile şair, kar tanelerinin tıpkı bir insan gibi
yolculukta ara verip dinlendiğini ve sonra yoluna devam ettiğini ve aynı
zamanda bütün hareketliliğin zamanla birlikte durduğunu ifade etmektedir. Kar
yağışının tasviri 'soldan sağa, sağdan sola titreyerek ve kaçarak, bazen tüyler
gibi uçuyor, bazen dökülüyorlar.' ifadesiyle devam eder. Yine 'titreme',
'kaçma' ve 'tüy' kelimeleri ile insan ve kuş unsurları devreye girer ki
şiirdeki ses unsurlarının en temel öğeleri bunlardır. Bu mısralarla birlikte
kar yağışının tasviri sonlanmış olur. Nitekim, şiiri bitirmeye doğru hazırlanış
ve tipi başlar. Tam bu noktada şairin 'Karlar, bütün sessizlik ilahilerinin
sesleri ve bütün melekler âleminin bahçelerinin çiçekleridir.' gibi karları
tanımlayan ifadesiyle karşılaşıyoruz. Şüphesiz bu tanım, içerdiği kelimeler
açısından farklı bir tanımdır ve sembolist bir şairin benzetmeleriyle
kurulmuştur. 'Melek' unsurunun burada yer alışı 'her bir kar ve yağmur tanesini
gökten bir meleğin indirdiği'ne olan inanıştır. Melekler, bahçelerinin çiçeklerini
baharda açmaları için toprağa indirmektedirler. Şair, ikinci bölümde de kar ve
kelebek motiflerini melek kanadına benzetmiş ve bu inanışı desteklemiştir.
'Sessizlik ilahilerinin sesleri / ezgileri' anlamındaki 'elhânı mezâmir-i
sükûtun' ifadesi ile şair şiirin başlığını destekler, anlamı ortaya koyar ve
şiirdeki tüm sesleri bir çatı altında toplar. Bahardan yansıyan tüm seslerle
kışın sessizlik sesi başlığı kesinleştirir burada: Elhân-ı Şitâ.
Bu hazırlanıştan sonra nihai olarak 'ey gökyüzünün eli, cömertlik eli, kışın
eli, bahar çiçekleri yerine beyaz kar; kuş seslerinin yerine kara toprağın
üstüne ümit suskunluğu dök.' diyerek yine kısa bir hitapla şiiri ve üçüncü
kısmı bitirir şair. Bu, Allah'a karşı yapılan bir duadır. Bu duanın içinde ümit
vardır. Çünkü kar yağmazsa / kış olmazsa bahar, bahar olmayacaktır. Bu duada,
'dök' emrinin üç kere ve mısra içinde farklı farklı düzende söylenişi
tekrarlarla yapılan bir ahenk ve aynı zamanda duanın kabulü için olması yanında
okuyucunun da bu beyitlerle kar yağışına dua etmesi ve sabretmesi içindir.
'Samt-ı ümîd' yani 'sabır' ile biter şiir. Bu, bir an önce kar yağışının
başlamasına ve bitmesine, dökülen her kar tanesi ile bahar çiçeklerinin ve kuş
cıvıltılarının gelecek olduğunun Allah'tan beklendiğine ve okur için de tüm
bunların müjdelendiğine işarettir. Dolayısı ile şiirin bitimiyle kış bahara;
şiire hâkim olan hüzün ve melankoli de yerini mutluluğa bırakmaktadır
diyebiliriz.
Sembolist bir şair olan Cenab Şehabettin Elhân-ı Şitâ şiiri boyunca sıfatlar,
benzetmeler ve mecazlarla karları ve kış unsurlarını şekilden şekle sokarak
ortaya koymaya çalıştığı manzarayı resmedip gözümüzde canlandırmış ve imgelerin
içinde hassas bireysel izlenimini gizlemiştir. Bu izlenim, bize baharın huzuru,
canlılığı ve hareketliliğinin tezadında kış mevsiminin hüznünü ve monotonluğunu
belirtmekle kalmıyor, bütün Servet-i Fünun edebiyatında hâkim bir duygu olan
melankolinin ve hüznün kış ile ortaya çıkışını temsil etmektedir. Mısraları
tesadüfle kurulmayıp muhtevâ ile birleştirilen ve kelimeleri özenle seçilen
Elhân-ı Şitâ şiiri 1897 yılından bugüne okunmaya devam ediyorsa, bundaki
başarıyı muhtevâda değil elbette şairin şiir işçiliğinde aramamız gerekiyor.
Mevsimlerin hazzını hissederek yaşamak insanlara özgüdür. Kış perdesi altında
saklı duran baharı ilk karşılayacak olan da insandır. Kar yağdıkça içimizdeki
bahar arzusu büyüyecek ve yerini buluncaya dek bu 'kış musikisi' devam
edecektir. Belki de yoğun çiçek yağışıdır her 'kar-a-kış' bahçemizde ağlayan.
Öyleyse: Baharı karşılamak için zamanıdır kar çiçeklerine bahar taneleri gibi
yağmanın.
EKLER:
Cenab Şehabettin
1870'te Manastır'da doğdu. Edebiyata yakın ilgi duyan bir ailenin çocuğuydu.
Sırasıyla Tophane'deki Fevziye Mektebi'ni, Gülhane Askeri Rüşdiyesi'ni, Tıbbiye
İdadisi'ni bitirdi. Sonra Askeri Tıbbiye'den mezun hekim yüzbaşı oldu.
1890-94'te Paris'te 4 yıl cilt hastalıkları ihtisası yaptı. Paris sonrası, bir
süre Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde çalıştı. Mersin ve Rodos'ta doktorluk,
Hicaz'da sıhhiye müfettişliği yaptı. 1914'te emekliye ayrılarak Darülfünun'da
müderrisliğe başladı; Batı Edebiyatı ve Fransız dili okuttu.
Edebiyat-ı Cedide'nin ileri gelen şairlerindendi. İlk şiirleri Saadet
gazetesinde yayımlandı. Yenilikçi bir şairdi. Servet-i Fünun'da Tevfik
Fikret'ten sonra en etkili şairdi. Çok süslü ve ağdalı bir dille, sonnet
biçiminde yazdığı aşk ve doğa şiirleriyle sembolizmin öncüsü sayıldı. Fransız
şiirinden etkilendi. 1908'den sonra düzyazıya ağırlık verdi. Tanin, Hürriyet,
Kalem ve Hak gazetelerinde çıkan makalelerinde Genç Kalemler'in 'sade dil'
anlayışına karşı Osmanlıcayı savundu. Heceleri müzik düzeyinde uyumlu
kullanmayı benimsedi. Karşıtlarını eleştirirken alaycı bir üslup kullandı. Bazı
kereler 'Râik Vecdî' ve 'Dahhâk-i Mazlûm' takma adlarını kullandı. Şiirlerini
'Evrâk-ı Leyâl' adı altında toplamayı düşünmüşse de bunu başaramadı.
Şiirleri: Tâmât (1887); seçme ve bütün şiirleri ise ölümünden sonra
kitaplaştırıldı. Cenab Şehabettin'in gezi, tiyatro ve diğer eserleri: Hac
Yolunda, Avrupa Mektupları, Suriye Mektupları, Afak-ı Irak, Evrak-ı Eyyam,
Tiryaki Sözleri, Nesr-i Harb ve Nesr-i Sulh, Yalan, Körebe, Küçük Beyler,
Merdut Aile, Derse Devam Edelim, Tuyugât-ı Kadı Burhaneddin veShakespeare'dir
13 Şubat 1934'te İstanbul'da beyin kanamasından öldü. 'Elhân-ı Şitâ' şiiri gibi
bir günde 14 Şubat 1934'te sade bir törenle Bakırköy Mezarlığı'nda, kızı
Destine Hanım'ın yanına defnedildi.
CENAB ŞEHABETTİN
*Güzel Yazılar, c.II, İst. 2336-1337, s. 47-49
Bu yazı Ay Vakti dergisinde [0cak 2006 - 64. sayı - KIŞ DOSYASInda]
yayımlanmıştır.
ayrıca bkz Düşle Edebiyat sayı 62. biyografi bölümü
Kayıp Bir
Nesilden Trajik Bir Hayat Hikayesi : Cenap Şahabettin
Yrd.Doç.Dr Fatih BAYRAKTAR
Servet-i Fünûn edebiyatının en
tanınmış isimlerinden biri olan Cenap Şahabettin, 1870 yılında Manastır'da
doğar. Babası Binbaşı Osman Şahabettin Bey, Plevne savaşlarında şehit düşer. Bu
olayın Cenap üzerinde derin tesirleri olur. O, babasının 1877 yılından savaşa
gittiği, kendisiyle ve annesiyle vedalaştığı günü hayatı boyunca unutamaz. O
günlerde yedi yaşında minnacık bir çocuktur. Daha sonra hatıralarında o hazin
günü şöyle anlatacaktır:
"⦠O yeşil yolun başında bütün subaylar birer kez haykırdılar. Büyük
tabur durdu, bütün kalabalık durdu, herkes durdu. O an ne olacağını
anlamışçasına hüzünlendimâ¦
â¦
O sırada bir şeyler oldu; taburla kalabalık birbirine karıştı. Abanî sarıklı,
kır sakallı, beyaz kuşaklı adamlar askerleri kollarının arasına alıyor,
sıkıyor, öpüyor, bir daha öpüyor, alınlarından, yanaklarından, çenelerinden,
yüzlerinin rastgele yerlerinden öpüyorlar, sonra beyaz kuşaklarından kırmızı
mendillerini çıkararak kendi gözlerini kuruluyorlardı.
â¦
Babam, zavallı babam beni kucağına aldı:
- Yaramazlık etme, anneni üzme⦠Bak, sonra darılırım, diyordu. Beni öpüyor,
okşuyordu. Ben gittikçe hüzünleniyor, hiç cevap veremiyor, önüme bakıyordumâ¦
â¦
Sonra herkes bir çember biçiminde toplandı. Ortada ak sakallı, yeşil sarıklı
bir efendi vardı. Efendi gözlerini kapadı, ellerini kaldırdı. Herkes 'âmin' diyordu.
Âmin sesi dağlara kadar gidiyor, sonra dağlardan geri döner gibi oluyordu. Ben
hiçbir şey anlamıyordum. Ama bu anlamazlık beni herkesle birlikte ââmin
demekten alıkoyamıyordu. Benim küçük ellerim de göğe doğru açılmıştı⦠Yalnız
ötede üçer çatılmış süngüler bizi dinliyor, ses çıkarmıyordu.
Birdenbire çember bozuldu, yine bir karışıklık oldu. O sırada babam beni bir
daha, bir daha, bir daha öptü. Sonra:
- Alın çocuğu, götürün, dedi.
O an içinde, tâ yüreğimin içinde bir şeyin kırıldığını duydum... Üzgün, pek
üzgündüm."1
Babasıyla bu vedalaşmadan sonra, koşarak evlerine gelen küçük Cenap, annesini
de hüzün dolu bir şekilde ağlıyor görmüştü:
"... sessizce ağlıyordu.
Bu benim annemdi.
Kardeşim o zaman üç yaşında her şeyden habersiz, koca bahçenin çamurlu bir
köşesinden yorgun bir halde gelmiş, şaşırmış, bakıyordu. Belki de gidenin her
akşamki dönüşünü bekliyordu. Kim bilir?
Öteki kız kardeşim, daha üç aylık, beşiğinde ilk gülümsemelerini kendi kendine
öğreniyordu.
Hizmetçi kız, aşçı kadın, hepsi orada idiler. Yalnız bir kişi eksikti. Bu
yumruk kadar aklımla bir dakika düşündüm. Giden babamdı. O benim için bir
dayanak, bir siper, bir koruyucuydu. Bir sepet gibi onun koluna asılır,
korktukça onun göğsüne saklanır, ona yakınır, hep ondan yardım isterdim. Şimdi
o gitmişti. Ben bunların hepsinden yoksun kalmıştım⦠Gitmişti, "Yine
gelecek." diyorlardı; ama ya gelmeyecek olursaâ¦
İşte o an içimde, tâ yüreğimde kırılan şeyin nazik bir oyuncaktan, güzel bir
bebekten daha sevgili bir şey olduğunu anladım. Göğsümde şişip duran şey,
birdenbire coştu ve taştı; bir hıçkırık tufanıyla düştüm, ağladım, çok ağladım,
öylesine çok ağladım ki, sessizce ağlayan annemi susturdum. Şimdi annem beni
kucağına almış, haykırıyordu:
-Ah Yarabbi, evlâdıma hastalık gelecek⦠Aman Yarabbi, hıçkırıklar evlâdımı
boğacak, su, su, çabuk biraz su getirin.
Ayrılmanın doğurduğu kendi yasını unutmuştu, yüzümü yıkıyor, beni avutmaya
çalışıyordu. Zavallı anneciğim."2
Plevne'ye giden Osman Şahabbettin Bey, bir daha geri gelmedi. Cenap iki kardeşiyle
babasız kalmıştı. Bu yüzden Manastır'dan İstanbul'a geldiler. Cenap, önce
Tophane'deki Mekteb-i Fevziye'de okudu; ardından Eyüp Askerî Rüşdiyesine
girdi. Daha sonra Kuleli'deki Tıbbiye İdadisi'nde iki yıl eğitim gören Cenap,
Askerî Tıp Fakültesi'ne geçti.
Cenap, zeki bir öğrenciydi. Bir taraftan tıp fakültesinde okuyor, diğer yandan
edebiyatla ilgileniyordu. Evleri Şâir Şeyh Vasfî'nin evine yakındı. Cenap
onunla tanıştı. Şeyh Vasfî onu devrin tanınmış şâiri Muallim Naci ile
tanıştırdı.
Bu yıllar (1885-1890) Türk edebiyatında eski-yeni mücadelesinin yaşandığı
yıllardı. Yeniliğin temsilcisi olarak görülen Recâizâde Mahmut Ekrem,
eserlerinde, eskinin temsilcisi olarak görülen Muallim Naci'ye hücum ediyor,
Naci bu hücumlara cevap vermekte gecikmiyordu. Edebiyat dünyamızda bu
tartışmaların yaşandığı günlerde genç Cenap, Muallim Naci'nin tesiri altında,
Divan edebiyatı tarzında şiirler yazıyordu. Fakat daha bu yıllarda Fransız
edebiyatına ilgi duyması, onu Recâizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmid'in şiirine
de yöneltmişti. Yeni şiirin güzelliklerinin farkına varan genç Cenap, Recâizâde
Ekrem ve Hâmid'i acemice taklit eden şiirler yazmakta da gecikmedi. Ve bu ilk
şiirlerini daha on yedi yaşında bir öğrenciyken 1887 yılında Tâmât adıyla
yayımladı. 1886'da ancak 12 sayı devam eden Sebat adlı bir dergi ile okuyucu
karşısına çıktı.
1889 yılında Askerî Tıp Fakültesi'ni birincilikle bitiren Cenap, doktor yüzbaşı
olarak dokuz ay kadar görev yaptıktan sonra 1890'da cilt hastalıkları üzerinde
ihtisas yapmak üzere Fransa'ya gönderildi. Bu olay, Cenap'ın hayatında bir
dönüm noktası teşkil etti.
Cenap, Fransa'da tıp ihtisası yapmanın yanında, Fransız ve dünya edebiyatını
inceledi. Dil ve şekil mükemmelliğinin önemini vurgulayan, şiiri kelimelerle
yapılan bir tablo haline getiren Parnasyenlere ve kelimelerin musikisine çok
önem veren, duygu ve düşüncelerin birtakım semboller vasıtasıyla anlatılmasını
ve bütün varlığa sert görünüşleriyle değil, yarı karanlık ve yarı gölgenin
ardından bakılmasını savunan Sembolistlere büyük bir ilgi duydu. Onların
şiirlerini nasıl yazdıklarını anlamaya çalıştı. Bu durum onu müzikal şiir
denemelerine yöneltti.
Gustave Flaubert, Paul Verlaine, Edmond de Goncourt, Mallarme, Charles
Baudelaire, Arthur Rimbaud'u okudu, ama özellikle Paul Verlain'den çok
etkilendi.
Cenap, dört yıl sonra 1894'te Fransa'dan döndükten sonra karantina doktoru
olarak önce Mersin'e sonra Rodos'a tayin edildi. 1896 yılında Cidde'ye sağlık
müfettişi olarak gönderildi. Cenap'ın Cidde'ye gidişi, Türk edebiyatına, en
güzel gezi hatıralarından biri olan 'Hac Yolunda' adlı eserini kazandırdı. 1898
yılında Cidde'den döndükten sonra, bir müddet İstanbul'da kaldı. Daha sonra
Suriye vilayeti Sağlık Başkanı olarak Suriye'ye gönderildi. 1908'de Büyük
Sağlık Meclisi üyesi ve Sağlık İşleri Dairesi Müfettişi olarak İstanbul'a
döndü.
O, bu yıllarda önce Malûmat, Maarif, Hazine-i Fünûn ve Mektep dergilerinde
şiirlerini yayımladı. Bu şiirler onun tanınmasını sağladı. Lehinde, aleyhinde
birçok yazı çıktı. Cenap'ın şiirleri hem şekil, hem öz olarak yeniydi. Meselâ
"İlk defa sone tarzında bir şiiri edebiyatımızda yazan Cenap
olmuştu."3 O Parnasyenlerden öğrendiği, şiiri kelimelerle yapılan bir
tablo olarak görmenin örneklerini veriyordu. Onun şiiri muhteva olarak da
yeniydi. Artık "kelimenin bütün anlamıyla orijinal bir şâir"4
olmuştu.
Cenap, o yılarda Servet-i Fünûn şâiri Tevfik Fikret'le tanıştı. Fikret'in ona
gösterdiği ilgi ve sevgi onu Servet-i Fünûn topluluğuna katmıştı. Artık
şiirleri Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanıyordu.
Cenap'ın, Mektep dergisinde çıkan âTerâne-i Mehtap adlı şiirinde geçen
âsaat-i semanfâm (yasemin renkli saatler) tamlaması çok tepki uyandırdı.
Ahmet Mithat Efendi'nin Sabah gazetesinde yayımladığı 'Dekadanlar' adlı
makalesinde, Fransa'da ortaya çıkan yeni edebiyat akımlarının, anlatacak açık
seçik bir şeyleri olmadığından kapalılığı tercih ettikleri ve mânâsızlığa
düştükleri görüşü yer alıyor ve Cenap Şahabettin de dekandanlıkla suçlanıyordu.
Bu yazı bir tartışma açtı. Edebiyatımızda dekadanlık münakaşası5 diye anılan bu
tartışmaya Şemsettin Sami, Samih Rifat, Süleyman Nesip, Ahmet Hikmet Müftüoğlu,
Hüseyin Cahit Yalçın, İsmail Safa katıldı. Tartışmanın yararı, Servet-i Fünûn
çevresinde toplananlar arasında bir dayanışmaya yol açması oldu. Bu tartışmada
en ilgi çeken yazılardan biri, Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun eski şairlerimizde,
özellikle Şeyh Galip'te dekadan tavsifine uygun sembolik ifadeleri tespit
etmesidir."6
Cenap da, 'Dekadanizm Nedir?' başlıklı bir yazı yayımlayarak, Fransızların son
devir eserlerine dekadan dediklerini, bu kelimenin "geriye gider"
anlamına geldiğini, fakat bu ifadedeki geriye gitmek tabiriyle anlatılmak
istenenin, eski büyük yazarların üsluplarını taklit ve ihya ederek yenilik
meydana getirmek olduğunu anlattı. Ayrıca yeni şairlerde görülen kötümser bakış
açısı ve manevi bir boşluk duygusu içinde kalarak duygularını anlatmaya
çalışmaları dolayısıyla kendilerine dekadan denildiğini, bu açıdan ilk
dekadanın Kötülük Çiçekleri (Fleurs de Mal) şâiri Charles Baudelaire olduğunu
ifade etti.
Cenap ayrıca eski büyük yazarları taklit ve ihya etmenin bir geriye dönüş
hareketi olmadığını, bunun bir yeniliğe sebep olabileceğini savundu.7
Edebiyatımızdaki bu 'Dekadanlar' tartışması, Ahmet Mithat Efendi'nin o kendine
has yumuşak üslubu ve karıştığı bütün tartışmaları tatlıya bağlıyan barışçı ve
uzlaşmacı yaklaşımının ürünü olan Dekadanları beğendiğini söyleyen bir
yazısıyla kapanmıştır.8
Cenap 1908 II. Meşrutiyet'e kadar, daha çok şiire ilgi duydu. Özellikle
Servet-i Fünûn dergisinde birçok şiir yayımladı. Dergide bazen makale ve
incelemeleri de çıktı. Ama o, bu yıllarda (1896-1901) Fikret'le birlikte
Servet-i Fünûn topluluğunun en büyük şâiri olarak tanındı. Mehmet Kaplan onun
tasviri şiirlerini; 1. Allegoriler, 2. Ev içi tasvirleri, 3. Tabiat manzaraları
olmak üzere üç grupta toplar.9
Cenap; Mürg-i Siyah, Benim Kalbim, Berg-i Hazan, Ümid ü İntizar, Hayal-i Mâder,
Yakazat-ı Leyliyye, Meşçere-i Saadet, Leyâl-i Zâhire, Âb u Ziya, Terâne-i
Mehtap, Temâşâ-yı Leyâl, Son Arzu, Elhân-ı Hazan, Temâşâ-yı Hazan, Elhân-ı Şitâ
diye adlandırdığı bu tanınmış şiirlerinde, muhteva açısından hiç de olumlu bir
tablo çizmez. O, bütün bu şiirlerinde kalbi kederle dolu, tabiatın bile
kendisine acıdığı, bütün umutlarını yitirmiş muzdarip insanları anlatır.
Sonbaharda dalından kopup başka bahçelere giden bir yaprağı bile kendi serseri
gönlüne benzetir. Kendisi de hayatta tıpkı rüzgârın önünde bir yaprak misali
savrulup gitmektedir. Şiirlerinde zaman olarak hiçbir şeyin tam olarak
görünmediği, bir bilinmezlik örtüsüne büründüğü ve insana hüzün veren karanlık
geceyi tercih eder. En güzel şiirlerinde bile saadet ve hüzün birbirine
karışır. Fakat onda hâkim olan duygu, "kaybolan bir saadet duygusu veya
melankolidir. Bu duygu hemen hemen bütün Servet-i Fünûn edebiyatına hâkimdir. Hayali
saadetler ve korkunç hakikat arasındaki çarpışma, onların başlıca
temidir."10 O, şiirlerinde mevsim olarak, daha çok hüzün verici sonbaharı,
bazen de her şeyin beyaz karlarla örtülüp âdeta öldüğü kışı tercih eder. Bu,
onun içinde bulunduğu ruh hâline tekabül eder. Cenap, tabiatı ve insanı çok
defa hasta ve kırgın bir şekilde hayal eder. Mesleği doktorluk olan Elhân-ı
Şitâ şâiri, şiirlerinde ve nesirlerinde tabiata ve insanlara bakarken hep
mesleğinden gelen kelimeleri kullanır. Tabiata ve insana âdeta meslekî bir
hassasiyetle bakar. Ona göre dallar ve ağaçlar bile hastadır. Tabiat öksürür,
veremlidir, tabiatın kalb atışlarını o, hep elinde tutar.11 En güzel
şiirlerinden biri sayılan Elhân-ı Şitâ (Kış Şarkıları)'da bile baştan sona
güzel günlerin geçip gitmesinden dolayı bir hüzün hâkimdir.
Şiirinin ve nesrinin muhtevası bu kadar menfî olan Cenap'ın dili de son derece
sun'îdir. Lûgatları karıştırarak sadece halkın değil, aydınların da bilmediği
birçok kelimeyi eserlerine taşır. O, "Herkesin anlayacağı bir lisan ile
şiir yazılamaz." görüşündedir. Bu yüzden dilde aşırılığa gider. Müzikal
bir dil meydana getirmek için hiç duyulmamış kelimeleri kullanır. Edebiyat
geleneğimizle bir bağlantı kuramaz. Onun şiiri bütün bu nitelikleriyle gayr-i
beşerî, içinde yaşadığı topluma son derece yabancı bir özellik taşır. O, bütün
bu özellikleriyle hem Servet-i Fünûn topluluğundaki arkadaşlarına, hem de
kendinden sonra gelen Ahmet Haşime önemli tesirler yapar.
Cenap II. Meşrutiyet'ten (1908) sonra, şiiri ikinci plâna itti. Politik hayata
atıldı. Tanin, Hürriyet, Aşiyan, Hak, İçtihat gibi çeşitli gazete ve dergilerde
yazdı. Kalem dergisinde Dahhâk-ı Mazlum takma adıyla mizahî yazılar yayımladı.
Genç Kalemler'de yazan milliyetçi yazarlarla şiddetli münakaşalara girişti. Yeni
Lisan hareketine cephe aldı. Bazı makalelerini 1915 yılında âEvrak-ı Eyyâm
adıyla kitaplaştırdı.
Yine aynı yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde, Fransızca ve
Batı Edebiyatı öğretim üyeliği yaptı. İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden
Cemal Paşanın himayesinde bazı ticari işlere bulaştı. I. Dünya Savaşı'nın son
yıllarında 1917'de Cemal Paşanın daveti üzerine Süleyman Nazif'le birlikte
Suriye'ye gitti. Suriye izlenimlerini Sabah gazetesinde 'Suriye Mektupları'
adıyla yayımladı. Bir yıl sonra (1918) âNesr-i Harp, Nesr-i Sulh, Tiryaki
Sözleri adlı eseri çıktı. Cenap bu yıllarda, âKörebe, âYalan, âKüçük
Beyler (Hüseyin Suat ile birlikte) adıyla üç tane tiyatro eseri de yazdı. 1918
yılında Süleyman Nazif'le Hâdisât gazetesini çıkardı, yine aynı yıl Tasvir-i
Efkâr gazetesi adına Avrupa'ya gitti. Önce gazeteye gönderdiği Avrupa
izlenimlerini daha sonra 1919 yılında 'Avrupa Mektupları' adıyla kitaplaştırdı.
1919 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı Edebiyatı Tarihi
öğretim üyeliğine tayin edildi. Bu arada çeşitli gazete ve dergilerde
yazıyordu. Bu yazılarında Anadolu'da başlayan Millî Mücadele'ye karşı menfî bir
tavır takındı. Bu tavır bir şehit subayı çocuğuna hiç yakışmıyordu. Onun Millî
Mücadeleye karşı takındığı bu menfî tavır, gençliği ve Türk milletini
kendisinden soğuttu. Ve 1921 yılında üniversitedeki görevine son verildi. Yakup
Kadri, Falih Rıfkı, Celâl Nuri tarafından yazılan yazılarla kendisine çok büyük
tepki gösterildi ve vatansızlıkla suçlandı.
Millî Mücadele'den sonra bir kenara çekilip hayatının geri kalan kısmını okumak
ve yazmakla geçirdi. Birçok dergi ve gazetede yazıları yayımlandı⦠1925
yılında Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı Shakespeare ile ilgili yazılarını
1931 yılında 'William Shakespeare' adıyla kitaplaştırdı. Bir Türkçe Sözlük
çalışmasına girişti.
Millî Mücadele'ye karşı menfî tavrını da uzun sürdürmedi. Daha 1921 yılından
itibaren Anadolu'yu Anadolu'daki Millî Mücadele'yi ve daha sonra Cumhuriyet
döneminde de Atatürk'ün büyüklüğünü ve inkı-lâplarını öven yazılar yayımladı.12
Fakat "Bir sanatkârın yazdıklarını behemehal hissetmesi lâzım değil,
hissetmiş gibi hissettirmesi matluptur." gibi sözleri, politika, vatan,
millet gibi çok hassas konulardaki yazılarında birbirine ters duygu ve
düşüncelerle birleştirilince, Cenap'ın yazılarının hangisinde samimi,
hangisinde sahte olduğunu anlamak güçleşti.13 Hiç kimse onun samimiyetine
inanmadı. O, hep tereddütle bakılan bir insan oldu.
Halbuki o, kıvrak zekâsı, canlı ve müzikal uslûbu, fevkalâde dikkati ve
tecessüsüyle Türk edebiyatına ne kadar da güzel, ne kadar da kalıcı
diyebileceğimiz şiirler bırakabilir, milletin gönlünde taht kurabilirdi. 1916
yılında yayımladığı 'Tevhîd' başlıklı şiiri, onun bu konuda isterse ne kadar da
başarılı olabileceğini gösterir:
Varsın, Sen İlâhî, yine varsın, yine varsın
Aklımda, hayâlimde ve hissimde yaşarsın!
Her yer dolu zâtınla, sıfatınla ilâhî
Zâtın da, sıfatın da Senin nâ-mütenâhîâ¦
Kalbimde birer katredir eb'âd ile evkât;
Titrer nabazânınla şerâyin-i mesâfât.
Kuvvet bir elinde ve anâsır bir elinde
Mimarı elindir, ebedin de, ezelin de!
Şi'rin dü-câhındır, kelimâtın bütün ecrâm;
Her jâle-i sun'un bana kulzüm-ı ilhâm!
Rûhumda, dimağımda ve kalbimde yaşarsın;
Varsın Sen ilâhî, yine varsın, yine varsın.14
Fakat yazık ki, o, milletiyle, milletinin değerleriyle, bir türlü buluşamadı.
Hayata ve olaylara hep bir belki penceresinden baktı. Hayat felsefesini âdeta
bu belki kelimesinin üzerine kurdu. Kendi ifadesiyle "her evetine ve her
hayır'ına gizli veya kapalı bir belki" karıştı.15 Her şeye şüpheyle
yaklaştı. Bu şüpheci anlayış ve yaklaşım okuduğu tıp fakültesi kütüphanesindeki
sayısız pozitivist ve materyalist eserlerle16 beslenince, din ve inanç konularına
da hep bu şüpheci yaklaşım hâkim oldu. Bazen insanların inanma ihtiyacından
dolayı inandıklarını savundu, bazen dini "bir hurâfât kütüphanesi"
olarak gördü. Hayatı bir muamma olarak değerlendirdi. Bazen "Allah gibi
bir hakikat-i diniyye hissolunur, anlaşılmaz. Vardır, fakat bilemeyiz. Çünkü
azameti kendisini örter."17 noktasına geldi. Bazen, "Bütün tabiatta
gördüğümüz, işittiğimiz Odur." diyerek Monizm'e kaydı. Bazen kendi
varlığından bile şüphe etti. Kimi zaman dindar bir arkadaşına imrendi, onun
dindarlığının kendisinin çok hoşuna gittiğini, dinin belki bir hakikat
olduğunu, insanın ona muhtaç olduğunu, bu yüzden hiçbir kuvvetin bizim
yüreklerimizden dini duygularımızı bütün bütün söküp atamayacağı gerçeğini
vurguladı. Ona göre, en koyu materyalistin vicdanını yoklasak, orada bile din
duygularını bulacağımızı ve o yaraya dokununca bir din hasreti acısını
duyacağımızı yazdı. Bilimin hayatı ve insanı açıklayamadığını, bu konuda bilime
bağlanıp kalamayacağımızı, hayatın acı gerçekleri karşısında hepimize biraz ümit
lâzım olduğunu ve bu ümidi de bizim ancak dinin müşfik sinesine başımızı
dayamakla bulabileceğimizi savundu.18
Bütün bu görüş ve düşünceler, sadece Cenap Şahabettin'de görülen görüş ve
düşünceler değildir. Bu tür anlayış ve yaklaşımlara, bir medeniyet buhranının
kurbanları olan birçok Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devri aydınında da
rastlarız. Aslında onların büyük bir kısmının maalesef trajik bir hayat
mâcerası vardır. Türk edebiyatına belki de karla ilgili en güzel şiiri hediye
eden zavallı Cenap, bütün bu 'belki'ler içinde, bir karlı günde 13 Şubat
1934'te beyin kanamasından öldü. Geride bir yığın anlaşılmayan, yapmacık,
samimiyetsiz unsurlarla dolu, içi boş, bir hiçten ibaret eserler bıraktı.
Halbuki bu keskin zekâ, bu okuduğu okulları birincilikle bitiren kabiliyet, çok
takdir ettiği ve "tarihimizin en büyük destanî şâiri"19 olarak
gördüğü Mehmet Akif gibi olabilseydi, unutulup gitmeyecek, bugün tıpkı İstiklâl
Marşı şâiri gibi milyonlarca insan tarafından okunuyor, anlaşılıyor, seviliyor
ve onların gönlünde yaşıyor olacaktı.
Kaynaklar
1- Mehmet Nuri Yardım, Tanzimat'tan Günümüze Edebiyatçılarımızın Çocukluk
Hatıraları, 3. b., İstanbul, 1998, ss. 83-84.
2- a.g.e., ss. 85-86.
3- İnci Enginün, Cenap Şahabettin, Ankara, 1989, s. 7.
4- a.g.e., s. 7.
5- Bu konuda geniş bilgi için bk. Birol Emil, Servet-i Fünûncular ve Dekadanlık
Meselesi, (Lisans Tezi) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü, Tez No: 524, 1958-1959.
6- Enginün, Cenap Şahabettin, s. 8.
7- Cenap Şahabettin, Dekadanizm Nedir?, Servet-i Fünûn, c. 14, nr. 344, 2
Teşrinievvel 1313/15 Ekim 1897.
8- Ahmet Mithat Efendi, Teslim-i Hakikât, Tarîk, 21 Teşrinisani 1314/4 Aralık
1898.
9- Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar I, "Cenap
Şahabettin'in Şiirlerinde Pitoresk", İstanbul, 1976, s. 396.
10- Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri I, "Elhân-ı Şitâ", 5. b. İstanbul,
1975, s. 101.
11- Enginün, Cenap Şahabettin, s. 15.
12- a.g.e., ss. 3-5.
13- a.g.e., s. 4.
14- Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, Necat Birinci, Abdullah Uçman,
Cenap Şahabettin'in Bütün Şiirleri, İstanbul, 1984, s. 296.
15- Enginün, Cenap Şahabettin, s. 37.
16- Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul, 1978, s. 228.
17- Bedi N. Şehsuvaroğlu, Cenap Şahabettin Bey'den Bir Mektup, Hisar, nr. 126,
Haziran 1974, ss. 12-13.
18- Bedi N. Şehsuvaroğlu, Cenap Şahabettin'in Yayımlanmamış Mektupları, Hisar,
nr. 129, Eylül 1974, s. 16-17.
19- Cenap Şahabettin, Safahat Mübdii: Mehmet Akif, Servet-i Fünûn, c. 57, nr.
1479, 18 Kanun-ı evvel 1340/1 Aralık 1924.
Tevfik fikretin şiir
anlayışı
İlk gruptaki şiirlerinde işlediği konular aşk,
doğa ve günlük yaşamdaki bazı olaylardır. Bu şiirlerinde "sanat için
sanat" düşüncesine bağlıdır. Servet-i Fünûn dışındaki şiirlerinde toplumcu
bir anlayışa yönelir. Bu şiirlerde ana temalar hürriyet ve medeniyettir.
Toplumu saran hürriyetsizliğe karşı yazdığı "Sis" şiiri büyük yankı
uyandırır. Fikret, sanatının ikinci döneminde tarihe, dine, bütün ulusal
değerlere karşıdır. Ülkenin ilerlemesini, gelişmesini ister. Fikret, aruz
ölçüsünü Türkçeye başarıyla uygular. Şiirde beyit bütünlüğünü kırmış, anlamın
beyitte tamamlanması geleneğini sona erdirmiştir. Nazmı (şiiri) nesre
(düzyazıya) yaklaştırmıştır. Şiirlerinde sonenin ya-nında serbest müstezatı
sıklıkla kullanmıştır. Fikret'in özellikle ilk dönemindeki şiirlerinde dili
oldukça ağırdır. Arapça, Farsça sözcük ve tamlamaları yoğun biçimde kullanır.
Fikret'in şiirlerinde biçim yönünden parnasizmin etkisi vardır. Fikret, manzum
hikâyelerinde de toplumsal konuları ve sorunları ele almıştır. Balıkçılar,
Nesrin, Ramazan Sadakası manzum hikâyelerindendir. Şiirlerini Rübab-ı Şikeste
ve Haluk'un Defterî adlı kitaplarda toplamıştır. Çocuklar için hece ölçüsüyle
yazdığı şiirleri Şermin adlı bir kitaptadır; bu şiirlerde dil oldukça yalındır.
CENAB ŞEHABETTİN
Manzumeler yazmış sonraları Parnasyenlerin özellikle sembolizm akımının etkisine kapılmıştır.. Bu akımların şiir anlayışına uyarak, değişik ritm ve hayaller yaratabilmek için, dili zorlamış; Arapça ve Farsçadan yeni kelimeler alarak, yabancı kelimelerle yeni tamlamalar kurmuş; aşk ve tabiat konularını işlemiş; «sanat için sanat» görüşünü benimsemiştir. Cenap'ta sembolist şiir anlayışı; genel olarak yoktur. Ancak, istiare, dil ve ahenk özellikleri bakımından sembolizme yaklaşır. Muhayyilesi, kâinatta cansız hiçbir şey bırakmamanın, cansız bilinen her şeyi canlandırmağa çalışmanın, her şeyde bir hayatın varlığını kabul etmenin peşindedir. Dokunduğu her şeye yeni yeni renkler, derinlikler, istediği tonda ışıklar, alıştığımızdan bambaşka biçimler, aydınlıklar veren şaşırtıcı, gür bir imgelem gücü vardır. 1897 tarihli 329 sayılı Servet-i Fünûn'da, edebiyattan beklenen faydaları anlatırken «Edebiyattan amaç yalnız edebiyattır» sonucuna varır:
Cenap Sahabettin; doğada, insan ruhunu andıran bir ruhu, «ruh-i kâinat»ı arar; gerçeklerden kaçar, hülyaya dalar. Cenap'a göre şiir «kelimelerle yapıl1mış bir resim» dir. Ekremle Hâmit'ten ve sembolistlerin görüşünden gelen etkilerle şiirin, herkesin konuştuğu dilden ayrı tilcikleri bulunması gerektiğine inanır. O güne kadar pek az duyulmuş, hiç duyulmamış tilcikleri bol bol kullanması bu anlayıştan doğmaktadır. Bu yüzdendir ki, sâât-ı semeh-fâm (yasemin renkli saatler), berf-i zerrin (altın kar), lerze-i ruşen (parlak titreyiş) gibi söyleyişleri zamanında çetin tartışmalara yol açmıştır.
Şiirlerinde; duygu, görgü, bilgi öğeleri ustalıkla
birleşmiş mecazlarla teşbihler, istiarelerle tamlamalar birbirine karışmış
«nazım=nesir+ müzik anlayışı
üzerinde önemle durulmuş; aruz heceden üstün görülmüş; tema «tabiat-kadın-aşk»
üçgeni üzerine oturtulmuş; görünümlerinden hepsi duygu: bir açıdan, hepsi de
aruz ölçüsü ile yazılmıştır. Cenap Sahabettin «güzellik için sanat» kendi
deyimiyle «hüsn-i mücerred» in arayıcısıdır. Onun görüşü göre; Edebiyattan gaye
ancak edebiyattır.
Derleyen:Halil AKPINAR