Hayır ile şer, hak ile batıl, helal ile haram arasında “orta yol” bulmaya çalışmak itidal değildir. Böyle yapmak hayrı, hakkı ve helali; şer, batıl ve haramla denkleştirmek demektir ki, bu büyük adaletsizliktir.
Adalete, hakka, hakikate rağmen doğru bir denge kurulamadığı için de bu hal, itidal olmak bir yana, tam bir aşırılık örneğidir.
İslâm’ın sınırları vardır. Sınırların ötesi aşırılıktır. İfrat ve tefrittir. Çokluğun ve azlığın olmadığı, her şeyin yerli yerinde olma durumu ise itidaldir. Yani denge, sağlam bir duruş ve kararlılık... İşte bu istikamettir.
Tehlikeyi Nasıl Bilirsiniz?
Hicret’ten yarım asır sonrası. Emeviler devridir. Halid b. Velid r.a.’ın oğlu Abdurrahman komutasındaki İslâm ordusu Bizans önlerindedir. Müslümanların Konstantiniyye’yi yani İstanbul’u ilk kuşatmasıdır bu. Vahiy kâtiplerinden, mihmandâr-ı Nebî olma şerefini kazanmış, büyük sahabi Ebu Eyyub el-Ensarî r.a. da hayli ilerlemiş yaşına rağmen mücahitler arasındadır. Sırtını müstahkem surlara dayamış kalabalık Bizans savunmacıları kuşatmayı kırmak için hamle yapmamakta, fakat müslümanların bulundukları siperlerden çıkmasına da müsaade etmemektedirler. Bir sinir harbi yapılmaktadır adeta. Siperdeki genç müslümanlardan biri artık daha fazla tahammül edemez; yerinden fırlar, yalın kılıç hücuma kalkar Bizans ordusunun üzerine doğru. Arkadaki mücahitlerin “Geri dön!” çağrılarına, “Ne yapıyorsun sen?” itirazlarına rağmen ilerler ve kısa bir müddet sonra şehit olur.
Siperdeki müslümanların bir kısmı bu davranışı yanlış bulur. Gencin heyecana kapılarak aşırı gittiğini, bile bile kendini ateşe attığını düşünürler. Bakara suresinin 195. ayetindeki “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” ibaresini birbirlerine hatırlatarak, haklılıklarını Kur’an’a dayandırmak isterler.
Bu kuşatmanın sonlarına doğru şehadet mertebesine ulaşacak olan Ebu Eyyub el-Ensarî r.a. müdahale eder ve “Durun bakalım” der; “Bu ayet Ensar’dan müslümanlar için indi. Allah bu dini kuvvetlendirip yardımcılarını çoğaltınca, biz, ‘artık mallarımızla ve onların ıslahıyla meşgul olarak eksilenleri telafi etsek’ demiştik. Bunun üzerine, ‘Allah yolunda infak edin; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun, zira Allah ihsan edip güzel davrananları sever.’ mealindeki ayet nazil oldu. İnsanın kendini tehlikeye atması, Allah yolundaki bir azimetten geri durmasındadır. Asıl tehlike şu veya bu gerekçe ile cihadı terk etmektir.”
Bazen ölüm de dahil her türlü dünyevî riski göze almak gerekebilir. Böyle kahramanlıklar, ilâhi ölçü ve maksat gözetilmek kaydıyla, kendimizi tehlikeye atmak değildir. Dünyayı gereğinden fazla ciddiye alıp ahireti hesaba katmayan insanların emniyet zannettikleri çoğu tutumda tehlike; aşırılık veya tehlike gibi gördükleri tutumlarda da emniyet vardır.
Bugün “Kendimizi tehlikeye atmak” deyince hâlâ bu dünyaya, dünyadaki varlığımıza veya dünya hayatımıza zarar veren bir davranışı anlıyoruz. Oysa bu durum Türkçe’de “kendini ateşe atmak” deyimiyle karşılanıyor ve ateş kelimesi, mecazen herhangi bir dünyevî tehlikeyi değil, doğrudan doğruya cehennemi, ahiretteki azabı ifade ediyor. Kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye yahut ateşe atmak, geçici bir dünya uğruna ilâhi sorumluluklarımızı ihmal ederek, Allah’ın koyduğu sınırları dikkate almayarak, ahiret saadetinden mahrum kalmaktır.
İslâm, böyle tehlikelerden korunmamız için belli davranış ölçüleri koymuş; bu ölçüleri aşıp ileri giderek ifrattan, ölçüleri zayıflatıp kısarak da tefritten sakınmamızı istemiştir. Her ikisi de hadde riayetsizlik olduğu için ifrat ve tefrit birer aşırılıktır, insanın kendisini tehlikeye yahut ateşe atması demektir. Bir dengesizlik hali olduğundan sapmaya, kaymaya, düşmeye sebeptir. Ölçülü hareket etmek ise Allah’ın koyduğu sınır çerçevesinde kalmak, olması gerektiği gibi olmak, dolayısıyla dik, dengeli, kararlı ve sağlam durmaktır ki, bu hâle itidal derler.
Düşkünlüğümüz dengesizliğimizden
Dünya imtihanımızın belki en zor tarafı, ifrat ile tefrit arasında itidali muhafaza edebilmektir. Ölçüyü iyi bilmeyi, bunlara riayeti ve sürekliliği gerektiren zor bir tavırdır itidal. Fakat aşırılık veya itidal kavramları, sadece dünya gözetilerek, zamana, kültürlere, hatta tek tek insanların kendi anlayışlarına göre tarif edilince denge adına tam bir dengesizlik çıkıyor ortaya. Böyle olunca da mesela infiale, aşırı öfkeye sebebiyet veren bir hadise karşısında itidale davet eden telkinlerle aslında bizden ne istendiğini tam da kestiremiyoruz. Mutedil, yani ılımlı olmanın bir tepkisizlik, hatta zaman zaman bir ölçüsüzlük ve ilkesizlik zilletine kılıf yapıldığını görüp şaşırıyoruz. “Ilımlı İslâm” projeleri kafamızı karıştırıyor. Dininin gereğini yerine getirme hususunda belirgin bir hassasiyeti olan müslümanların aşırılıkla, radikallikle itham edilmesine çok da anlaşılır cevaplar bulamıyoruz.
Hülasa, “itidal” yahut “denge”yi bilmeyince, müslümanlar olarak genelde “dengesini kaybetmiş” bir topluluk görüntüsü veriyor, ifrat ile tefrit, yani aşırılıklar arasında fazlaca yalpalıyor, dünya imtihanımızda zorlanıyoruz. Başkalarının dengelerini gözetelim derken sabit ayağımız kayıyor, birbirimizi tanıyamayacak yahut göremeyecek şekilde savruluyoruz.
Müslüman mutedil olmakla yükümlü
İtidal, “adl” kökünden türetilmiş bir kelimedir ve “adalete uygun olma hâli” demektir. Adalet ise hakka ve hakkaniyete riayettir. Hakka, yani doğruya, gerçeğe, fıtrata, Cenab-ı Hakk’ın rızasına ve kanununa dayanmayan bir tutum “adil” olmadığı için “mutedil” de olamamaktadır.
Dinimizce bir varlık, inanç, fikir, kavram, eylem veya davranışın “hak” sayılması, bunların bâtıl olmadığına, doğruluğuna, kabul gördüğü anlamına geldiği için “itidal” meşru, ifrat ve tefrit ise gayri meşrudur. Hakkı, daha çok “hukuk” şeklindeki çoğul haliyle, “dinin tanıdığı yetki, güç ve imtiyazlar”ı ifade için kullandığımızda ise kulluk sorumluluklarımızı kastediyoruz demektir. Özellikle tasavvufta “hukuk”, nefsin ve şeytanın insanı yönlendirdiği “huzûz”un (hazların, zevklerin) zıddıdır; “Allah’ın insandan istedikleri” şeyleri içine alır. Bu anlamda da itidal hukukun, ifrat ve tefrit ise huzûzun, zevklerin işaretidir.
Tartıyı bozmadan
Kâinat ve insan hak ve adalet üzere mutedil, ölçülü, uyumlu yaratılmıştır. Maddi ve manevi bu genel denge kanununa “mizan” denir. İnsanın Allah’ın koyduğu mizana uygun hareket etmesi, davranışlarını bu mizana vurarak belirlemesi, onun itidalidir. Mizan kelimesini biz bugün de hem tartı, hem terazi anlamına kullanırız. Tartıda bir muadele, yani denkleşme esas olduğundan mizan aynı zamanda “adalet” ve adaletin ölçüsü olan “dinimizin emir ve yasakları”dır. Demek ki mizana uymak, davranışlarımızı hak olan ölçülerle, iman ve tasdik edilmiş kriterlerle eşitleyip denkleştirmek, böylece bir muvazeneyi, dengeyi sağlamaktır. Her tartı veya denkleştirmede olduğu gibi sadece tarttığımız davranışlarımıza müdahale hakkımız vardır. Ölçüleri davranışlarımıza değil, davranışlarımızı ölçülere denk düşürmekle yükümlüyüz. Tutumumuzu meşrulaştırmak için terazinin öbür kefesindeki ölçülerle oynamak aşırılıktır, haksızlıktır, zulümdür. Allah zalimleri sevmez.
Müfessirler, “Göğü yükseltti ve mizanı koydu.” (Rahman, 7) ayetindeki “mizan”ın “Allah’ın takdir ettiği uyum, orantı, ölçü gibi ilâhi kanunlar” olduğu; insanların, tabiatla ve birbirleriyle münasebetlerinde de bu “genel denge kanunu”na uygun biçimde, yani itidal ile davranması gerektiği sonucuna ulaşmışlardır. Nitekim bundan sonraki iki ayette, meşruiyet ölçüsü olarak bu tartıyı yahut denkleştirmeyi yaparken hakka riayete, yani fiilin, tutumun, davranışın itikada uygunluğuna özen gösterilmesi, ifrat ve tefritten sakınılması emredilmiştir. Rahman suresinin “Sakın tartıda bir taşkınlık yapmayın!” mealindeki 8. ayeti “ifrat”ı, yani dengenin, kararın, kıvamın çok üstüne çıkmayı; “Tartıda bir eksiklik yapmayın!” mealindeki 9. ayeti de “tefrit”i, yani olması gerekenin çok altında kalmayı yasaklamaktadır. İtidal adına tartıda hile yapıp ölçüleri keyfimize göre artırıp eksilterek davranışlarımızı ilâhi ölçülere uygun göstermek, sadece kendimizi kandırmak olur.
Tefriti itidal gibi anlamak
Mutedil olmak, Cenab-ı Hakk’ın istediği gibi olmaktır kısaca. Dolayısıyla müslümanın itidal ile hareket etmesi gerektiği hususunda şüphe yok. Problem, herhangi bir meselede itidalimizi belirlerken bilerek veya bilmeyerek nefsin, dünyanın, zamanenin ölçülerini esas almamızda ve aşırılığımızı “itidal” sanmamızda. İtidal kavramının Türkçe’deki “ılımlılık, yumuşaklık, herhangi iki şeyin ortası, aşağıdan alma” gibi karşılıklarının çağrışımları da dengemizin bozulmasına, gerçek anlamda mutedil insanlar olamayışımıza sebebiyet vermektedir. Öte yandan bizi itidale davet eden bütün tekliflerin gerekçesinde hep ifrat yönündeki aşırılıklar vardır. Tefrit tarafı ihmal edilmiş ve bu yüzden neredeyse itidal “tefrite çağrı” halini almıştır.
İnançla, akaitle ilgili konularda ılımlı, uzlaşmacı ve tavizkâr bir tavır, ucu küfre kadar varan bir zulümdür. Hayır ile şer, hak ile batıl, helal ile haram arasında “orta bir yol” bulmaya çalışmak itidal değildir. Böyle yapmak hayrı, hakkı ve helali; şer, batıl ve haramla denkleştirmek demektir ki büyük adaletsizliktir. Adalete, hakka, hakikate rağmen doğru bir denge kurulamadığı için de bu hal, itidal olmak bir yana, tam bir aşırılık örneğidir.
Hz. Peygamber s.a.v. “Allah bir kısım farzlar koymuştur, siz bunları daraltmayın; bir kısım da yasaklar (sınırlar) koydu, bunları da aşmayın.” buyuruyor. Allah’ın koyduğu sınırları aşmak “ifrat”, mükellefiyetleri, sorumlulukları daraltmak ise “tefrit”tir. Şu halde itidal, Allah’ın hükümlerine tam bir teslimiyet ve bunda ısrardır. “İman edenler”, Nisa suresinin 135. ayetindeki ifadelerle, kendilerinin, ana babalarının, en yakınlarının aleyhine bile olsa adaletten ayrılmayacak, zengin fakir ayırımı yapmadan davranacak, nefsinin arzularına uyarak hakikatten yüz çevirmeyecek, doğruyu ifade ederken dilini eğip bükmeyecek, kısaca “tefrit”e sapmayacaktır.
Tefritin başka bir sebebi, müslüman olmayanlara şirin görünmek, onların kınamasından korkmaktır. Rasulullah s.a.v., İslâm ceza hukukundaki “had”lerin uygulanması ile ilgili bir hadislerinde, “Allah’ın hükmünü uygulamaktan sizi hiçbir ayıplayıcının ayıplaması alıkoymasın.” buyurmaktadır.
Yine tefrit karşısında itidalin en güzel örneği, Hud suresinin 112. veya Şura suresinin 15. ayet-i celilelerindeki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” hükmü mucibince, Efendimiz s.a.v.’in “Güneşi bir elime, ay’ı diğer elime verseniz, yine davamdan vazgeçmem!” tavrıdır.
Sözümüz savaşa benzemesin
Fakat itikatta tavizsizlik, -bu sıralar çokça yaygınlaşan- sert bir üslubu ve özellikle de kabalığı gerektirmez. Üstümüze çok gelinmesi, canımızın yakılması, aşağılanmamız, ortada bir savaş yokken de zaman zaman inançlarımızı öfkeli naralara dönüştürüyor. Halbuki bize saldırmadığı müddetçe kâfire dahi “rıfk” ile muamele esastır. İnsanların gönlünü fethetmek gibi bir yükümlülüğümüz vardır. Gönüllerin fethi rıfk ile, yani mülayemetle, yumuşaklıkla, letafetle, tatlılıkla olur.
İtidaldeki hassas denge biraz böyle inceliklerden kaynaklanıyor. Üslubumuzda olması gereken yumuşaklığı, birileri yanlış anlar, korkaklık yahut riyakârlık gibi yorumlar endişesiyle feda ediyorsak, Allah’ın ölçüsünü değil, insanların tepkisini hesaba katıyoruz demektir. Yok, sesimizi yükseltip hırçınlaşarak imanımızın sağlamlığını ispata çalışıyorsak, bu da ahiret hesabında önemsenecek bir tutum değildir. Her iki durumda da aslında kendimizden emin olamama gibi bir problem yaşanmaktadır. Bunlar nefsimizle ilgili kişisel değerlendirmelerdir. Bizim dışımızdaki müslüman fert veya cemaatlerin aynı hadise karşısında gösterdiği farklı tepkilerin, üslup, metod, meşrep ve meslek farklılıklarından kaynaklandığını düşünerek, hüsn-i zanla hareket etmek daha hayırlıdır.
Dinî vecibelerini gereğince yerine getiren, iyilik, doğruluk ve istikamet üzere olan müminlere, bizim kaynaklarımızda “salih” sıfatı verilir. Salih kulların itikadından da takvasından da şüphe etmeyiz. Ama “salih”ler aynı zamanda kibar, mülayim ve sulhu tesis eden insanlardır. “Barış” anlamındaki “sulh” ile “salih” aynı kökten gelir ve salih “kendisiyle barışık” olduğu için toplumu ıslah eder, sulha götürür.
Öte yandan, gerekmediği halde sertlik, kıyıcılık ve nefret, bir aşksızlığın işaretidir. Gerçek aşk, Mutlak Sevgili’nin emaneti olmakla bütün mahlukatı kapsar. Onun içindir ki Yunus’un deyimiyle, gönlünde aşk olmayanların “sözü savaşa benzer”.
Ancak adl ile dik durabiliriz
Dikkat edilirse, sertliği yererken, “gerekmediği halde” diye hep bir ihtiyat payı bıraktık. Elbette saldırgan inkârcılara karşı sert, heybetli ve onurlu olmak emredilmiştir. İşte, saldırıya uğradığımızda itidal bunu gerektirir, yahut bu defa “sertlik” itidal olur. Üslup çerçevesindeki itidalin şartlara göre değişiyor olması, bir karışıklık değil, bir inceliktir. İtidali standart ve değişmez bir sabit tavır, bir şablon gibi anlarsak eğer, bu inceliği ıskalar, karmaşaya düşeriz.
İtidal için “ölçülü olmak” demiştik. Ölçülü olmak, biraz da “ölçüye sahip olmak” anlamındadır. Şablon, bir olayın şartlarını dikkate almayan maddi bir kalıbı ifade eder. Ölçüler ise failin ölçme fiiline yön ve imkan veren, kavram özelliği ağır basan sabit kriterlerdir. Nitekim ölçüleri sabittir ama adalet, görülmekte olan davanın özelliğine göre tecelli eder. Ölçü, yani muadeleyi, denkliği sağlayan adalet kriterleri iyi bilinir ve doğru uygulanırsa tereddüt yaşanmayacaktır. Zira “adl” kelimesinde “düzeltmek, doğrultmak” anlamı da vardır. Bazı hadislerde rükû veya secdeden kalkma, doğrulma anlamında “itidal” kelimesi geçer. Adalet, ravide aranan “kişilikli olma” özelliğini de ifade eden bir hadis ilmi terimidir aynı zamanda. Demek ki adalet ölçüsüne sahip olmakla dik durabilen kişilikli bir müslümanın, itidalle ilgili problemler yaşaması, böylece itidalini kaybetmesi söz konusu değildir. Yahut şöyle de diyebiliriz: İfrat ve tefrit istikametindeki her aşırılık, her ölçüsüzlük, bir düşkünlük veya kimliksizlik alametidir aslında.
Mutedil olmak, her halükârda yumuşak davranmak, ısrarla iki zıt kutbun ortasında durmak anlamına gelmiyor. Eğer ölçü, sert ve kararlı olmayı gerektiriyorsa, itidal sertlik ve kararlılıktır. Ama ölçü “gerektiriyorsa” veya ölçünün gerektirdiği kadarıyla. Sertliği ve direnmeyi gerektiren itidalin ifrata kayma ihtimaline karşı dikkatli olmak gerekir. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de daha ziyade böyle bir ifrata dikkat çekilmiş, maruz kalınan bir saldırı veya kötülüğe en fazla “misliyle mukabelede” bulunulması, daha ileri gidilmemesi emredilmiştir. Çünkü İslâm’da saldırıya karşılık verme veya cezalandırma, kin duygusuyla zarara uğratarak, kötülük ederek, nefsanî bir teskin maksadı taşımaz. Caydırma, tedip etme, ibret oluşturma, bir zararı karşılama, neticede “insanı kazanma” amaçlıdır. Mağdura ferdî bir yetki olarak tanınan af, bu yüzden teşvik edilmiştir.
“Orta yol” sentez değildir
Nassla belirlenmiş hususlarda Allah’ın takdiri, muradı ve rızasına uygun olan bütün tutumlar mutedildir. Bunlar bir fedakârlığı, dünyevî bir riski, sertliği, uzlaşmazlığı ve ısrarı gerektirse bile böyledir. İslâm alimleri müslümanların bu boyutta bir şahsiyet kaybına uğrayarak hak ile batılı dengelemeye tevessül edeceğini, buna da “itidal” diyeceğini düşünmek istemedikleri için olmalı, meseleyi hep “beşerî münasebetler” çerçevesinde ele almışlardır. Kaynaklarımızda, beşerî tepkilerin ölçüsünde, ihtiyaçların karşılanmasında, mizaçta “orta karar” bir yol teklif edilmiş, aşırıya kaçmak kınanmıştır. Buna göre itidal, davranış itibariyle aşırı uçların, zıt kutupların ortasında olmaktır.
Ancak burada da bir inceliğin anlaşılmaması sıkıntıya yol açmaktadır bugün. İtidalin, iki yanlışın, yani ifrat ile tefritin “ortası” olması, bu yanlışların “sentezi”, ortalaması anlamına gelmemelidir. Böyle bir denge çabası çoğu zaman kimliği ve ölçüyü hükümsüz kılan reaksiyoner bir tavırdır. Sürekli iki aşırılık arasında savrulur, bir türlü dik duramaz insan. Halbuki itidal noktasındaki “doğru”, yanlışlara göre tayin ve tespit edilmemiştir. Doğru, ilâhi adl ve fıtrat icabı, olması gereken yer ve kıvamdadır zaten. Bizatihi vardır; aksiyondur. Aşırılıklar, bu “doğru”nun sonradan ifrat ve tefrit yönünde zorlanmasıyla ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla böyle meselelerde “orta yol”u, “biraz böyle, biraz şöyle olmak” şeklinde değil; yanlışa sebebiyet vermemek için olması gerekeni / doğruyu, ısrarla muhafaza etmeye, kendi sınırları içinde tutmaya çalışmak şeklinde anlamalıdır. Kaldı ki itidalin denge noktası bazen iki uçtaki aşırılıkların tam ortası olmayabilir; şartlara ve kişilere göre değişebilir. Mesela bir annenin çocuğuna sevgisindeki itidali ifrat noktasına, bir fakirin harcama hususundaki itidali tefrit noktasına daha yakındır.
Müslümanların Kur’an-ı Kerim’de “vasat ümmet” olarak nitelenmesi ile İslâm’ın “itidal dini” sayılması da yine aşırılıklara meyletmeyen en doğru çizgiye riayet titizliğini ifade içindir. “Sırat-ı müstakim” tabiri bu anlamda “itidal”dir. Fatiha’nın sonundaki “gazaba uğramışlar” ile “dalalete düşenler”, bu itidalden, yani sırat-ı müstakimden sapmayı ve aşırılığı ifade eder.
“Ilımlı İslâm” tabiri neden yanlış?
Müslümanlar “vasat ümmet”, İslâm da itidal dini olmakla beraber, “ılımlı İslâm”, art niyetli ve tehlikeli bir tabirdir. Ilımlı İslâm, müslümanları tepkisiz, edilgen, güdülebilir kılmayı, İslâm’ı değiştirip dönüştürmeyi amaçlayan siyasi bir projedir. “Ilımlı” sıfatı “mutedil” kelimesiyle karşılanabilirse de, bu projenin mimarlarıyla müslümanın itidal anlayışı taban tabana zıttır. Biz itidalden Allah’ın kanun ve nizamına sıkı sıkıya riayeti anlarız. Onlar ise bu nizam ve kanunları “sert” buldukları için, insanların arzuları yahut moda değerler doğrultusunda bunları değiştirmeyi anlar.
Öte yandan aşırılıklardan uzak, mutedil, yani ilâhi ölçülere uygun bir din olması, mademki kendi içinde öbür türlüsü mümkün değildir, İslâm’ın “ılımlı” diye ayrıca vasfedilmesini gerektirmez. Eğer ifrat ve tefrit istikametinde iki İslâm anlayışı daha olsaydı, ılımlı İslâm’dan söz edilebilirdi. Halbuki İslâm tektir; kaynakları asırlardan beri hiçbir tahrife uğramadan bugüne ulaşmış, kıyamete kadar da ilâhi ölçüleriyle var olacak yegane dindir.
Kendi kaynaklarımızdaki, “İslâm’ın mutedil bir din olduğu” vurgusu ise, bir özelliği veya tarzı belirtmekten ziyade bir tespit ve uyarı maksadı taşır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta aşırı gidilmek suretiyle tahrif edilen akidelerin en doğru ve dengeli halde İslâm’da bulunduğunu anlatır. Zira Yahudilik de, Hıristiyanlık da özü itibariyle ve orijinal haliyle hak dindir. Fakat bu dinlerin müntesipleri Allah’ın koyduğu mizanda ölçüyü kaçırmış, zamanla itidallerini kaybetmişlerdir. Onlar, sapmanın, dengesizliğin, ifrat ile tefritin iki tipik örneğidir. İslâm ise bu iki dinin temelindeki “minhâc”ı, tevhid anlayışı ve ölçüsünü asıl haliyle muhafaza ettiğinden, dengenin, itidalin, olması gerekenin örneğidir. Kısaca İslâm’ın mutedil bir din olması, diğer kitabî dinlerden Yahudilik ve Hıristiyanlığa nispetledir; “haddi aşıp bunlar gibi yoldan çıkmayın” ihtarını yahut “ölçülere titizlikle uyup bunlara örnek olun” sorumluluğunu yansıtır.
Nihayet daha önce de işaret etmeye çalıştığımız gibi itidal, her zaman iki farklı ucun ortası veya “ılımlılık” demek değildir.
İtidal “İstikamet”tir
Denge veya itidal, ayakta kalabilmek, böylece “yol”da mesafe kat edebilmek için şarttır. Zira yalpalayan, yıkılan değil, dik duran yürüyebilir ancak. Bu sebeple tasavvufta itidal yerine “istikamet” tabiri kullanılır. “Din ve dünya işlerinde İslâm’ın ölçüleri dairesinde ifrat ve tefritten sakınarak doğru yolda bulunmak” şeklinde tarif edilen “istikamet”, uygulamada “ibadette devamlılık” olarak bilinir. Tasavvufta bir hal veya makam olarak çeşitleri, dereceleri ve bunlara bağlı izahları vardır. Sâlik için kullanıldığında “sülûk esnasında herhangi bir yöne meyletmeden itidal üzere yol almak” anlamına gelir. Her ne kastediliyor olursa olsun istikamet de, istikametin gerekliliği hükmündeki itidal de zordur. Nitekim istikamet keramete tercih edilmiştir.
İmam Gazali rh.a., iki aşırılıktan birine sapmadan takip edilecek istikamet çizgisinin kıldan ince, kılıçtan keskin olduğuna dikkat çeker. Namazlarımızın her rekâtında Fatiha ile Cenab-ı Hak’tan bizi “sırat-ı müstakim”e, yani “istikamet üzere olan yol”a hidayet etmesini niyazımız, Allahualem, bu sebepledir.
Rasul-i Ekrem s.a.v., “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle beraber olanlar da doğru olsunlar. Aşırı gitmeyin. Muhakkak ki Allah bütün yaptıklarınızı görendir.” mealindeki 112. ayetine işaretle, “Beni Hud suresi ihtiyarlattı.” buyurmuştur. Ayetteki “istikamet üzere dosdoğru ol” emrinin zorluğu, yüklediği ağır sorumluluk ve bu çerçevede “istikamet” konusu, kaynaklarımızda uzun uzun izah edilmiştir. Şihâbüddin Sühreverdî k.s., Avârifü’l-Meârif’inde, tasavvuf olmadan istikametin husule gelmeyeceğini söyler. Merhum Elmalılı Hamdi ise, ayette Rasulullah s.a.v.’e “Beni ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen husus, istikamet emrinin ümmete de şamil kılınmış olmasıdır, der; Efendimiz s.a.v.’in kendisi için değil, zorluğu sebebiyle bizim itidal yahut istikamette olamayacağımız endişesinden tasalandığı tefsirini yapar.
Bu “zor” imtihandan istesek de kaçamayız. Allah muhafaza ya dalalete kayarak kaybolacağız, ya da bütün zorluğuna rağmen dik durup dosdoğru yürüyeceğiz. İstikametin zorluğundan söz etmemiz, mutlaka bir tedbiri gerektirdiğine dikkat çekmek içindir. Henüz ayakta durmaya, adım atmaya başlamış küçük bir çocuğun arkasında, dengesini kaybettiği zaman onu tutacak bir “büyük” olmalıdır. İtidal mademki adaletle ilgilidir, verdiğimiz kararları temyiz edecek bir “mümeyyiz”e ihtiyaç vardır. Yürüyüşte devamlılık aynı zamanda bir takat meselesi olduğuna göre, performansımızı ölçüp artıracak, bize usul öğretecek bir “mürebbi”, terbiye edici gerekmektedir.
Hâsıl-ı kelam, yol bilenlerin kılavuzluğu olmadan itidali de istikameti de bulmak muhal görünüyor.
İbadette İtidal
Efendimiz s.a.v., vakt-i saadetlerinde Sahabe-i Kirâm’dan nafile ibadetlere tahammül sınırlarını aşar derecede düşkünlük gösterenleri uyarmış, onlara bu konuda mutedil olmalarını tavsiye etmiştir. Bu sebeple hadislerde itidal, ağırlıklı olarak, ibadet veya amelde orta yolu tutmak, meşakkatten kaçınmak şeklinde tebarüz etmiştir.
Amelde “vasat davranma” tavsiyesini, yükümlü olduğumuz ibadetlerde veya bunların ifasında gevşeklik gibi anlamak vahim bir yanlıştır. Zira itidal, baştan beri anlatmaya çalıştığımız üzere, bizden isteneni ölçülerine uygun tarzda yapmaktadır. Mesela namazın veya orucun sıhhatini ihlal edecek, sünnetlerinden yahut âdâbından alıkoyacak bir tutum itidal olamaz. Farz kılınan ibadetler bütün erkânı ile itidalin kendisidir; bir külfeti veya zorluğu söz konusu değildir. Özel durumlarda ya da istisnaî hallerde karşılaşılabilecek zorluklar da “ruhsat”larla izale edilmiştir zaten.
İtidal için “adalete uygun olma hali” demiştik. Bu tarif burada da geçerli. Adalete uygun davranmanın mükellefiyet bağlamındaki tezahürü, farzlara düşkünlük ve günahlardan kaçınmadır. İslâm fıkhında, farz ibadetlerini yapmayan, büyük günahlardan kaçınmayan müslümanın, “adalet” vasfına sahip olmadığı böylece anlaşıldığı için, şahitliği kabul edilmez.
“Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın.”, “Amellerden takat getireceğiniz miktarı esas alın; zira Allah sizin şevkle yaptığınızdan hoşnut olur.”, “Farz olmayan amelden gücünüz yettiği kadar yüklenin; çünkü amelin hayırlısı, az bile olsa devamlı olanıdır.” ve benzeri birçok hadis-i şerifte Rasulullah s.a.v.’in “itidal (orta yol) tavsiyesi”, nafile ibadet ve amellerle ilgilidir.
Hadis metinlerinden de anlaşılacağı üzere ifrattan sakındırma, ibadetlerde olması gereken şevk, heyecan, samimiyet ve devamlılığın, takati zorlayan bir külfetle kaybedilebileceği tehlikesi sebebiyledir. Yoksa bu ikazları “nafile ibadetleri az yapın” tarzında anlamamak gerekir. Nefesin kesileceği, yarı yolda kalınabileceği ihtimali hesaba alınarak çok hızlı ve mübalağalı başlamak uygun bulunmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber s.a.v., “Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın.” tavsiyesinde bulunduğu hadislerinin devamında “Hedefe ağır ağır varabilirsiniz.” buyurmaktadır.
Türkçeye “ağır ağır” şeklinde tercüme edilen bu ibare aslında “teenni ile”, “ölçülü ölçülü”, “mutedil bir tarzda” ve “her zaman asıl maksadı gözeterek” gibi anlamları bir arada taşımaktadır. Yani gözetilen husus “süreklilik” ve “maksat”tır. Nafilelerde ifrata düşülmesi, doğrudan doğruya amelin çokluğundan değil, zorlanan bu çokluk sebebiyle süreklilik ve maksadın haleldar olmasındandır. Kaldı ki itidal sadece ifrata değil tefrite de düşmemek olduğuna göre, amelde itidal tavsiye eden hadislerden “nafileleri azaltmamak, devam ettirmek gerektiği” anlamının çıktığını da unutmamak gerekir.