29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI İLE İLGİLİ TÜM DÖKÜMANLAR
ONUNCU YIL MARŞI
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız
Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihden sonra varız.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri.
Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını,
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz,
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyiz.
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye, biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Behçet Kemal ÇAĞLAR
CUMHURİYETİN 50. YIL MARŞI
Müjdeler var yurdumun toprağına taşına.
Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına.
Bu rüzgârla şahlanmış dalga dalga bayrağım.
Başka bir tuğ yaraşmaz Türk'ün özgür başına.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu.
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Yıllan bir çığ gibi aşarak hafta hafta
Koşuyoruz durmadan kadın - erkek bir safta...
Elimizde meşale, ilke Atatürk,
Işıklarla donattık ülkeyi her tarafta...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Aynı kandan feyz alır bunca toprak, bunca taş.
Kılıç tutan bilekler, verdi sabanla savaş.
Tekniğin dev nabzında her adım, her dakika,
Çarklarda aynı tempo, yüreklerde aynı marş.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Biz yürekten bağlıyız elli yıldır bu yola.
"Yurtta barış" ilk hedef. "Cihanda sulh" parola.
Koparamaz hiçbir güç bizi millî birlikten,
Ata'mızın izinde koşuyoruz kol kola...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Yaşasın hür ulusum, soylu gencim, benliğim,
Yaşasın şanlı ordum, sarsılmaz güvenliğim.
Ersin elli yıllarım nice mutlu çağlara.
Örnek olsun cihana devletim, düzenliğim.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Bekir Sıtkı ERDOĞAN
29 EKİM
Cumhuriyet Bayramı
Geldi bize ne mutlu!
Bayraklarla donattık,
Güzel okulumuzu.
Sokaklarda, evlerde,
Al bayrak dalgalanır.
Onun o al rengini,
Bütün bir dünya tanır.
Yirmi dokuz ekimi
Karşılarız neşeyle,
Çünkü bu günde erdik
Büyük Cumhuriyete.
Yürüyün arkadaşlar,
Hep ileri koşalım.
Bugün bayramımız var.
Gelin bayramlaşalım.
Ali PÜSKÜLLÜOĞLU
AKDENİZ'E DOĞRU
Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti...
Sakarya'dan su içtik o çelik süngülerle,
Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.
"Hedef Akdeniz, asker!" diyen parmağa koştuk...
Zafer bahçelerinden gül koparmağa koştuk...
Yol gösterdi göklerden bize binlerce yıldız,
Kıpkızıl ufuklardan taştı al bayrağımız.
Koştuk aslanlar gibi kükreyip dağdan dağa
Canavarlar dişinden vatanı kurtarmağa.
Sakarya'dan su içtik o çelik süngülerle,
Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.
Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti...
Ömer Bedrettin UŞAKLI
ATATÜRK VE CUMHURİYET
Baş eğmişken önünde altı asır her zorluk,
Göçtü bir çınar gibi koca imparatorluk!..
Çatırdattı bu göçüş göklerini vatanın,
Duyunca silkindi Türk narasını "Ata"nın!...
Haykırdı kadın, erkek: "İhtilâl var, ihtilâl"!
Çiğnenemez yerlerde mübarek, şanlı hilâl...
Alev alev bayrağım kızıllıklarda yandı,
Bütün millet "Kemal"in etrafında toplandı!..
Dönünce yurt ananın gözleri bir pınara
Can verdi ulu tanrım bu devrilen çınara!..
Saldı o yeniden kök, filiz, gövde, dal budak:
Irkının şahlanışı ısırttı "Garb"a dudak!..
Çekince Mehmetçik'ler kılıçları kınından,
Göl göl oldu her taraf korkak düşman kanından!
Birleşti siperlerde gazilerle, şehitler,
Yeni bir düzen verdi dünyaya koç yiğitler!..
Dile gelince otuz asırlık şanlı mazi,
Türk'ün kara bahtını ağarttı "Büyük Gazi"!..
Son verip bu cenkte biz binbir kötü niyete,
Kavuştuk sevgilimiz: İstiklâl, hürriyetle!..
Değildir zindan artık bize Anadolu'muz,
Cumhuriyet nuruyla aydınlandı yolumuz!..
Onun kutsal sevgisi taşıyor içimizden,
Gökler dolusu selâm, ölmez "Ata"ya bizden!..
Cemal Oğuz ÖCAL
BİZE SORARSANIZ ÇOCUKLAR
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu bastığımız toprak,
Ay-yıldızlı bayrak,
Diye dalgalanırız çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu okuyup yazdığımız
Yazıdır dilimize uyan,
Diye konuşuruz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu kılık kıyafet,
Bütün uygar dünyanın
Diye giyiniriz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu kadın-erkek eşitliği,
Türk'ün benliğine yaraşır,
Diye övünürüz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu millî egemenlik,
Kendi kendimizi yönetmek,
Diye güveniriz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu kalkınma yarışı,
Çağdaş uygarlık seviyesi,
Diye çalışırız çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
Türk milletinin temeli
Atatürk inkılâpları,
Diye savunuruz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu korkusuz yaşama,
Karşılıklı sevgi saygı,
Diye seviniriz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu okul ve eğitim,
Size olan inancımız,
Diye kazanırız çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu kutlu gün
Hepimize armağan
Diye kavuşuruz çocuklar...
Atilla Yekta ÇIKAN Turgut Reis İlköğretim O. Öğretmeni/ANTALYA
CUMHURİYET BAYRAMI
Gündüz herkes neşeli,
Şenlik olur akşamı.
Bayramların güzeli,
Cumhuriyet Bayramı.
Her bayramla bir tutmam,
Bu bayram, büyük bayram.
Yurtta üç gece, üç gün,
Eğlence var, şenlik var.
Işıklar yanar bütün
Dalgalanır bayraklar.
Her bayramla bir tutmam,
Bu bayram, büyük bayram
Necdet Rüştü EFE
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
Türk oğlu Türk'üz bu vatanda ebediyen
Ürkmeyiz ürkmeyeceğiz kat'iyen.
Rengi al, ay yıldızlı bayrağımız var
Kanla kemikle kutsallaşmış toprağımız var.
İnançlıyız, gururluyuz alnımız açık
Yarınlar bizimdir artık yolumuz açık.
Elinde silâh Mehmetçik nöbet tutar
Cin gibi gözleriyle pusuya yatar.
Umudumuz her şeyimiz gençlerde
Millet, özgürlük, vatan sevgisi hep gönüllerde.
Haydi, uyanın... Artık gidiyoruz aydınlığa
Umudunuzu kaybetmeyin yoksa düşeriz karanlığa.
Rahat uyusun, şehitlerimiz, atalarımız
İnmeyecek gökten yere bayrağımız.
Yorulmak, yılmak yakışmaz bize
Elbette tarih şaşacak azmimize.
Türk'üm, Türk'üz, Türk kalacağız
İlimle, insanlıkla, dünyaya sesimizi duyuracağız.
Ahmet TAŞDELEN Koçarlı Çok Programlı Lisesi Öğretmeni /AYDIN
CUMHURİYET
Bayrağımız çekilmiştir göğe,
Bir daha inmeyecektir yere,
Biz verirsek el ele,
Muhtaç olmayız namerde.
Atatürk'ün armağanı bu vatan,
İzinden yürürüz hep Ata'm.
Düşmandı yurdumuzdan kaçan,
Cumhuriyetle şenlendi vatan.
Ata'mın aziz kılıcı,
Kesti bitirdi savaşı,
Getirdi büyük barışı,
Cumhuriyettir tek kurtarıcı.
Yıldız Dinç Dikmen İlköğretim Okulu Öğrencisi / SİNOP
CUMHURİYET
Gönül verdik,
Sana erdik.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
Herkes sever,
Seni över.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
Canımızdasın, Kanımızdasın.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
B. Kemal ÇAĞLAR
CUMHURİYET
Kahraman Atatürk'ten
Armağansın sen bize.
Yıldönümün çoğalsın
Katılsın sevgimize.
Bir çelenk ol da seni
Başımızda göreyim.
Yaşasın cumhuriyet
Diye çarpsın yüreğim.
Korumaya ant içtim
Seni, nabzım vurdukça.
Başımızın tacısın,
Var ol, dünya durdukça.
İsmail Hakkı SUNAT
CUMHURİYET TÜRKİYE'SİNE BİR BAKIŞ
Yirminci yüzyılın başında, hattâ Cumhuriyet'in kurulduğu
yıllarda, Türkiye'nin bir ucundan öteki ucuna, tarımda karasaban dönemi
yaşanıyordu; Türkiyede traktör, İlaçlama âleti, ziraî ilâç, kimyevî gübre
üretilmiyordu; köylümüz bunları kullanmayı bilmiyordu. Tarım teknolojisi bin
yıl öncekinden pek farklı sayılmazdı. Cumhuriyet döneminde, nüfusumuz 10 milyon
civarından 50 milyonun üstüne yükseldiği halde, Türkiye halkı 1923'tekinden
daha iyi besleniyorsa, bunu bilim ve teknolojideki ilerlemelere ve artan üretim
gücüne borçluyuz. Cumhuriyetten bu yana nüfusu beş katına yakın artış gösteren
Türkiye'nin, bu süre içinde, buğday üretimini sekiz katına yakın arttırabilmesi
(ve başka tarımsal üretim alanlarında ayni gelişmelerin görülmesi) sayesindedir
ki, Türkiye bugün kendi nüfusunu besleyebilecek sayılı dünya ülkeleri arasında
bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günlerde, ülkede sanayi
teknolojisi Batı Avrupa'nın XIX. yüzyılın başında ulaştığı teknolojiden bile
geri idi. 1915 yılına ait istatistik bilgilerine göre, elektrik gücü kullanan
tesisler son derecede azdı ve bunlara sadece bir iki şehirde rastlanabilirdi.
Ülke, elektrik çağ! şöyle dursun, buhar çağına bile tam olarak geçmiş
sayılmazdı. Dereler üzerinde kurulup su gücü ile dönen basit değirmenler,
sanayi sektörünün önemli bir kesimini oluşturuyordu. Çeşitli üretim kollarında,
işyeri başına düşen ortalama işçi sayısı 2 veya 3'ten ibaretti. Hiçbir faaliyet
kolunda ortalama işçi sayısı 5'in üstüne çıkmıyordu, iş yerleri, genellikle,
"küçük zanaat" kategorisine giren atölyelerden ibaretti. Üstelik,
irili ufaklı bu iş yerlerinin üçte ikiden fazlası Türk'lerin mülkiyetinde
değildi. Yurt içi pamuklu dokuma tüketiminin yüzde 2'si yerli fabrika, yüzde
23'ü el tezgâhları ve yüzde 75'i ithal ürünleriyle karşılanıyordu. İthal edilen
pamuklu dokuma ürünleri, yerli fabrika üretiminin 38 katı civarında idi. İleri
Avrupa teknolojisi, Anadolu'un el dokumacılığını da yavaş yavaş yok ediyordu.
Türkiye pamuk üretimine elverişli bir ülkedir. Fakat Cumhuriyetin kurulduğu
yıllarda, insanımızın doğduğu zaman sarıldığı, yaşadığı sürece giydiği ve
öldüğü zaman kefenlendiği bezlerin çoğu Türkiye'de üretilmiyordu. Kaput bezi,
Anadolu'nun pazar yerlerinde "Amerikan bezi" diye satılıyordu. Birçok
yurttaş için, sırtına mintan, ölüsüne kefen bezi bulmak büyük sorundu.
Atatürk'ün Sümerbank bez fabrikalarıyîa başlattığı Türk dokuma ve konfeksiyon
sanayii, bugün kaliteli ürünleriyle, Türk müteşebbislerinin, teknik
elemanlarının ve işçilerinin başarılı çalışmalarıyla, Avrupa ve Amerika
pazarlarında rahatça rekabet edebilir hale gelmiştir. Dönüm başına elde edilen
pamuk miktarındaki büyük artış da, tarım teknolojisinde ve sulamadaki
ilerlemenin sonucudur.
1920'lerin Türkiyesinde, şeker üretecek bir tek fabrika
yoktu. İklim sarfları şeker pancarı üretimine elverişli olan Türkiye, şekerini
Rusya'dan, Orta Avrupa'dan getirirdi. Bugün, Türk köylüsü şeker pancarı
üretiminde, dönüm başına sağlanan verim bakımından dünyanın en ileri ülkeleri
düzeyine erişebilmiştir; bugün ülkemizde yalnız şeker pancarı ve şeker değil,
bir şeker fabrikasını kurabilmek için gerekli olan makina ve cihazlar da
üretilmektedir.
Cumhuriyet döneminin başlarında, köylümüz, kullandığı
kazmanın, küreğin sapını ağaçlardan kesip yontar, fakat bunların ucuna takacağı
çok basit bir çelik parçası için yabancı ülkelerin mamullerini arardı. Bundan
otuz yıl önce bile, Türkiye'de traktör sayısı yok denecek kadar azdı. Ülkemizde
traktör, kamyon, otomobil, otobüs üretilmesi şöyle dursun, bu araçların en
basit parçalan bile yapılamıyordu. Kısa bir süre öncesine kadar tarlalarına
traktör girmeyen Türkiye, bugün -teknoloji transferi yoluyla da olsa- ihtiyacı
bulunan traktörleri büyük ölçüde yurt içinde üretebilmektedir. Kamyon ve
otomobil yapabilen, bazı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine motorlu araçlar
ihraç edebilen Türkiye, arîtk yirminci yüzyılın başındaki, hattâ ortalarındaki
Türkiye değildir.
Bugün, büyük kapasitede üç ve orta boyda birçok demir-çelik
tesisine sahip olan Türkiye, artık demiryollarının yalnız raylarını değil,
vagonlarını, hattâ lokomotif-lerini üretebilecek düzeye gelmiştir. Kimyevî
gübre, petro-kimya sanayilerini kurmuştur.
1923'te, hattâ daha sonraları, bir torba çimento, basit bir musluk veya birkaç
metre su borusu bile imâl edemeyen Türkiye, bugün her çeşit inşaat malzemesini
üretmekte, bir kısım ürünlerini yurt dışına satabilmektedir. Bir torba çimento
yapamadığı için çimentoyu İngiltere'den, fayansı ispanya'dan, bir tabaka cam
üretemediği için pencere camını çeşitli Avrupa ülkelerinden getiren Türkiye,
bugün, çimentoyu da, fayansı da ihraç eden, ürettiği camları Avrupa ve
Amerika'da pazarlayabilen bir ülke haline gelmiştir. 1923'te bir devlet binası,
bir hastahane inşa edilirken, yalnız demiri, çimentoyu, sıhhî tesisat
malzemesini, boyayı, kiremiti vb. değil, mühendisi, ustayı ve kalifiye işçiyi
bile dışardan getirmeğe mecbur olan Türkiye, bugün dış ülkelerde büyük
bayındırlık işlerinin, dev inşaatların yapımını yüklenebilmededir.
Öğrencilerin elindeki basit bir kurşunkalemi, silgiyi, kitap ve defter kâğıdını
üretemeyen; yalnız dikiş makinasını değil, dikiş ipliğini bile yapamayan;
sofradaki bardağı, tabağı, çay-kahve fincanını bile dışardan almağa mecbur olan
Türkiye artık geçmişte kalmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda elektrik üretimi sıfıra yakın olan; bir tek köyünde
bile elektrik bulunmayan; hattâ iki veya üçü hariç, bütün il merkezleri
elektriksiz olan Türkiye, bugün bütün illerini enterkonekte elektrik şebekesine
bağlayabilmiş, bütün ilçelerini elektriğe kavuşturmuş; hattâ illerinin bir
çoğunda elektriksiz köy bırakmamıştır. Türkiye'nin her köşesini elektrik
enerjisine kavuşturma yolunda büyük mesafe alınmıştır.
Sadece, bazı alanlardan birkaç örneğini verdiğimiz ve saymakla bitmeyecek olan
bütün bu ilerlemeler yeterli midir? Kesinlikle hayır!...
Cumhuriyet dönemine girerken Türkiyenin hareket noktası çok
gerilerde idi. Bilim, teknoloji ve eğitim alanında, ileri ülkelerle aramızda
büyük bir uçurum vardı. Bilim, teknoloji ve çağdaşlaşma hamlesine 1632' de
tahta geçen Birinci Petro ile başlayan Rusya, hatta Osmanlı devletinden ayrılan
Balkan ülkeleri bile, bu alanlarda Osmanlı devleti ile kıyaslanamayacak kadar
ilerde idiler.
Çağdaşlaşma hamlesine 1860'larda başlayan Japonya, Osmanlı devletinden farklı
olarak, millî bütünlüğe sahip bir ülke idi; çağdaşlaşma atılımını başlattığı
sırada parçalanma değil, yükselme yolunda bulunuyordu; istilâ tehditlerinden
uzaktı. Tarih boyunca, dünyada, yabancı istilâsına ve hırsına en çok hedef olan
bölge Osmanlı devletinin bulunduğu bölge iken, Japonya, çağlar boyunca dünyanın
en az istilâ görmüş köşesinde yer almıştı. Resmî bir devlet dininin
bulunmayışı, dinin devlet işlerine karışmaması ve çağdaşlaşmaya en küçük ölçüde
karşı c'ıkmaması, Japonya'nın bir başka özelliği idi. Belki de en önemli fark
olarak Japonya, daha 1918 de öğrenim çağındaki çocukların % 98'ini okula
kavuşturmuş bulunuyordu. Halbuki, 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti,
çocuklarının % 90'ı okuldan yoksun bir ülke devralmıştı; Üsteliki eğitimden
yararlanır gibi görünen çok sınırlı sayıdaki evlâtlarımızın büyük çoğunluğu da,
çağdaş bilim ve eğitimle hiç ilgisi olmayan medreselere deyam eder durumda
idiler. Aşağıda göreceğimiz üzere, Cumhuriyet kurulduğunda, her alanda olduğu
gibi eğitim alanında da hareket noktası çok gerilerde idi. Düşününüz ki, bütün
Türkiye'de liselerin dokuzuncu, onuncu, onbirinci ısınıflarında okuyan
öğrencilerin sayısı sadeee 1247'den ibaretti... Hiçbir alanda yeterli sayıda
yetişmiş eleman yoktu. 1911 Trablus ve 1912'deki Büyük Zafer'e kadar, Türk
Milleti, üç ayrı kıt'ada ve pek çok cephede âdeta aralıksız savaşmağa mecbur
kalmıştı. Cumhuriyet yönetimi, bir uçtan bir uca harap, insangücü kaynakları
erimiş, üstelik Osmanlı döneminin dış borçlarının bir kısmını ödemeğe mecbur,
yoksul ve bitkin bir ülke devralmıştı. Kurtuluş Savaşı destanı bu şartlar
içinde yaratılmıştı. Türk Milleti,; bilim ve teknoloji atılımını da, bu
güçlükler içinde başlatmağa mecburdu.
Bütün bu gerçekler ve güçlükler göz önünde tutulursa,
Türkiyenin Cumhuriyet döneminde yaptığı atılımın önemi ye değeri daha iyi
anlaşılır. Hareket noktasının ne olduğu iyi bilinirse, Türkiye Cumhuriyetinin
sağladığı başarılar küçümsenemez. Ancak, Atatürk Türkiyesinin evlâtları,
sağlanan başarıyı hiçbir şekilde yeterli göremezler. Önümüzde,aşılması gerekli
çetin ve uzun yollar bulunduğunu da bilmelidirler. Atatürk'ün, daha
Cumhuriyetin Onuncu yılında söylediği gibi "az zamanda çok ve büyük işler
yaptık" diye sevinsek bile, hemen bu cümlenin ardından büyük önderin
söylediği şu sözleri de hatirlamamız gerekir: "Fakat yaptıklarımızı asla
yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak meeburiyetinde ve
azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en medenî ülkeleri seyiyesine
çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına
sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin
üstüne çıkaracağız... Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da
muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir.
Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekîdir. Çünkü Türk milleti, millî
birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk
milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında
tuttuğu meş'ale, müsbet ilimdir". Bilim ve teknoloji yarışının hızlanarak
sürüp gittiği dünyamızda, Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere düşen
görev bu bilim meş'alesine sahip çıkmaktır.
Hiç şüphe yok ki, Cumhuriyet gençliği, Atatürkün ne derecede
elverişsiz şartlar içinde ne kadar büyük güçlükleri aştığını hatırlayarak, onun
engin yurtseverliğinden ve aydınlık düşüncelerinden ilham alarak, çağdaş bilim
ve teknolojiye egemen olacak, en çetin güçlükleri yenecektir.
Turhan Feyzioğlu
Atatürk Araştırma Merkezi Üyesi
İŞTE CUMHURİYETTEN BEKLEDİĞİMİZ NETİCE
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir
halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı. Bir kadının elinde bir
kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu
keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi. Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var.
Devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür
dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler
ya-parak ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben tavsiye ettiğim hâlde mi almadılar? Ne kadar
iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın, kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçmiş bir
sesle:
- İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice... diyordu.
Hulusi KÖYMEN
SEÇİM BİZİM
Türkiye Cumhuriyeti yetmiş yedi yıllık oldukça
genç bir ülkedir. Yetmiş yedi yıldır oluşma, gelişme, varlığını sürdürebilme,
kendini kanıtlayabilme gibi yoğun çabalar içinde olan Türkiye, tarihi boyunca
inişler ve çıkışlar yaşamıştır ve yaşamayı sürdürecektir. Osmanlı
İmparatorluğu'nun son dönemlerinde yoğun bir kapalılık ve geri kalmışlığın içinde
bulunan Türk milleti, Kurtuluş Savaşı'yla birlikte üzerindeki aksiliklerden
silkinmiş ve ilerleme yolundaki adımlarını hızlı hızlı atmaya başlamıştır. İşte
Türk milletinin içindeki potansiyel enerjiyi harekete dönüştüren, onlara var
olan gerçekleri gösteren ve içlerindeki gücü kullanmak için gereken güveni
sağlayan insan Mustafa Kemal Atatürk'tür! Mustafa Kemal içindeki özgürlükçü ve
milliyetçi haykırışları halkıyla paylaştı. Bu paylaşım, halkın içinde ezelden
beri var olan fakat kimilerince yıllarca bastırılmış duyguları ayaklandırdı.
Mustafa Kemal ve halkı, el ele verdi ve devrim meş'alesini yaktı. İşte o
dönemlerden temeli atılan görüşler, anlayışlar, inanışlar ve yenilikler
günümüze dek süregeldi.
Türk milleti her tökezlemesinde, her yanılışında sığınacak
bir kimse aramaya başladı. Yeni Mustafa Kemallerin doğmasını ve yeniden
kendilerini kurtarmasını umdu. Boşa bir bekleyiş başladı ve hâlen
sürmekte...Oysa Mustafa Kemal'in halkına öğretmeyi en çok istediği şey
"Medet ummamaktır!" ilerlemek için çalışmak, çalışmak için istemek,
istemek içinse yurdunu gerçek anlamda sevmek gerekmektedir. Mustafa Kemal bize
ışıklı bir yol sundu. Bu yolda ilerlemek ya da ilerlememek bizim elimizde.Onun
yaşamı, söyledikleri, öğütleri Türk milletinin en büyük hazinesidir. Atatürkçü
olmak demek onu anlamak, geçmişe bakıp günümüz için ders almak demektir.
Atatürkçü olmak demek onun fikirlerini öğrenmek, özümsemek, söylediklerini
tartışabilecek kadar açık yürekli olmaktır. Atatürkçü olmak demek vatanını,
insanını, kendisini sevmek demektir. Atatürkçü olmak demek ileri gitmek,
devrimin ışığını yüreğinde hissetmek demektir!Türk genci Atatürkçü olmak
zorunda mıdır? Türk genci yalnızca gerçekleri görmek, okumak, anlamak
zorundadır. Çalışmayı ilke, aydınlığı hedef edinmek zorundadır ve tüm bunları
başarabilmek için kendisine örnek olan, yaşamıyla ve sözleriyle bir rehber
niteliğindeki Ata'sından faydalanmalıdır.Atatürkçü olmalıyız. Ama Atatürk'ü
gerçekten tanıyarak.Onun fikirlerini öğrenerek ve yorumlayarak. Ancak o zaman
gerçekleri fark eder, yerinde saymanın geri gitmekten başka bir şey olmadığını
anlar ve Atatürk'ü bazılarının neden anlamak istemediğini kavrarız!
Önümüzdeki yollar belli. Ya ışıklı yolların sonundaki
aydınlık gelecek, ya karanlıkların içindeki geri kalmışlık... Seçim Bizim!
Selen ESMERAY Anadolu Lisesi Öğrencisi / ANKARA
ANADOLU VE CUMHURİYETE SESLENİŞ
Ey Anadolu'm, güzel yurdum, Türkiye'm!Sen bin
yıldır milletimize Halil İbrahim sofrası oldun. Biz çoğaldıkça sen
bereketlendin. Senin suyunu içtik, senin hür havanı soluduk. Senin ekmeğini
yedik, senin sofranda beslendik. "Bir fincan kahvenin kırk yıl
hatırı" varsa Türkiye'min bu bereketli sofrasının "sonsuza
kadar" hatırı vardır. Öyleyse bu sofraya "bıçak sokan" ya
nankördür ya da gafildir. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak
değil, dün gibi yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana
önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor günlerindeyiz." Yukarıda gök çökmüş
üstümüze, aşağıda yer yarılmış yutmuş bizi. İngiliz'i, Fransız'ı, Yunan'ı
kıskıvrak yakalayıp tutmuş bizi. Sonunda:Bir "Seyit Çavuş"un, bir
"Zeybek"in, bir"Dadaş"ın, bir "Adsız Kahraman"ın
attığı mermi bu savaşta dengeyi bozmuş. İşte bu dengenin önderi ATATÜRK,
bayramı CUMHURİYET'tir.
Bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!...Ey Anadolu'm,
güzel yurdum! Sen, kederi kederimize, sevinci sevincimize, kaderi kaderimize
benzeyen ölümsüz vatanımız...Ağrı'da dik başlı, Güneyde Fırat akışlı,
Toroslarda sümbül kokuşlu, Antalya'da dört mevsim yazlı, Erzurum'da "on
bir ay yirmi dokuz gün kışlı" güzel Türkiye'm... Yozgat'ta kömür gözlü,
Isparta'da gül yüzlü Anadolu'm...Sen bin yıldır doğanımıza beşik, ölenimize
mezar oldun. Bizler de beşikten mezara kadar sana sahip çıkacağız. Ey
Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak değil, dün gibi yakınNe Fatih'le
İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor
günlerindeyiz." Bütün düşmanlarımız kıskıvrak yakalamış bizi. Sonra: Biri
Dicle, biri Fırat, biri Sakarya... Anadolunun bağrında ayağa kalkmış üç kardeş
ırmak. Aynı vatan, aynı bayrak. Bu savaşta üç nehrin bir düşmana akması dengeyi
bozmuş. İşte bu akışın önderi ATATÜRK, meyvesi CUMHURİYET'tir. Bu akışı
bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!...
Ey Anadolu'm, Güzel Türkiye'm!Bir gün bir Ferhat, sendeki
bir güzele sevdalandı. Bu sevda uğruna dağları deldi...Ey güzel yurdum!Biz
sendeki bir değil, bin bir güzelliğe sevdalıyız... Senin için dağları değil,
çağları bile deleriz. Uğrunda bir değil bin kere ölürüz. Ey
Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak değil, dün gibi yakınNe Fatih'le
İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor
günlerindeyiz." Düşman her yanı sarmış, elimiz kolumuz bağlanmış. Sonra:
Biri Yunus, biri Hacıbektaş-ı Veli...Anadolu'nun aynı yöne bakan iki mânâlı
gözü. Bu savaşta iki gözün bir hedefe bakması dengeyi bozmuş. İşte bu bakışın
önderi ATATÜRK, hedefi CUMHURİYET'tir.
Bu bakışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun. Ben
bir öğretmenim Anadolu'ya ve Cumhuriyet'e seslendim. İsterim ki öğrencilerim
sevdalansın.
Ali YÜCEL Dörtyol Payas Yunus Emre İlköğretim Okulu Öğretmeni HATAY
ATATÜRK'ÜN CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ
Biliyoruz ki Atatürk dahi bir asker, yüksek bir siyaset
adamı, bir devlet kurucusu, bir devrimci, büyük bir düşünür, gerçekçi ve
tutarlı bir uygulayıcıdır. Mondros Ateşkes Anlaşması ile Türk'ün öz yurdu olan
Anadolu toprakları paylaşılma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca o, Türk
Bağımsızlık Savaşı'nı başlatmış ve Amasya genelgesi, Erzurum ve Sivas
kongreleriyle Türk ulusunu ulusal mücadeleye hazırlamış; uyarıcı,
teşkilatlandırıcı yönleriyle de etkili olmuştur. Askerî harekat 9 eylül 1922'de
İzmir'de Yunanlıların denize dökülmesiyle sona erince, tüm dünyanın gözlerini
kamaştıran bu zaferi Lozan Barış Anlaşması ile siyasi güvence altına
alınmıştır.
Atatürk olağanüstü niteliklere sahipti. En kritik anlarda
ortaya çıkmış, muharebelerin seyrini ve sonunda da Türkiye'nin kaderini
değiştirmiştir. Atatürk, 20 nci yüzyılda yetişen en büyük asker ve devlet adamı
olarak, sadece Türk ulusu için değil; aynı zamanda, çağımızda dünya kamuoyunun
en üst düzeydeki resmi temsilcisi olarak nitelendirilecek "birleşmiş
milletler teşkilatı"nın tanımlandığı gibi, "bütün insanlık için bir
onur simgesidir."
Atatürk'ün yaşamında, cumhuriyet ve demokrasi düşüncelerinin
biçimlendirilmesinde, yetiştiği dönemin koşul ve bunalımları ile okuduğu
yayınlarla elde ettiği bilgi birikiminin etkisi büyüktür tarihteki birçok Türk
devleti gibi Osmanlı devleti de oluşmuş, yaşamış ve O'nun gözleri önünde
tarihin derinliklerine gömülüp gitmiştir. Osmanlı İmparatorluğu XVI. yüzyılda,
en geniş sınırlara ulaşmış, ancak, sonraları batı'daki gelişmelerin izlenip
uygulanmaması, 1789 Fransız İhtilali'nin insan hakları ve bağımsızlık
akımlarını geliştirmesi, sanayi devriminin benimsenmemesi ve eğitime önem
verilmemesi nedeniyle kültür seviyesinin düşmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun
gerileme ve yıkılışını hızlandırmıştır. Devletçe alınan önlemler, uygulanan
yenileşme hareketleri de sorunlara köklü çözümler getirmiştir. II. Mahmut'un
Rumelili ileri gelenlerle (ayan ile) 1808 yılında yaptığı, İngiliz "Magna
Carta"sına benzeyen ve padişahın bazı haklarını kısıtlayan "senedi
ittifak" ile 1839 "Tanzimat Fermanı" ilk demokratikleşme
kıpırdanışları olmuştu. II. Abdülhamit yönetiminde ise hükümdarın mutlak
iradesi ve sert tutumu, türlü tepkilere neden olmuştu. Kötü idare, devletin
maddi- manevi güçlerini zayıflatmış, artan dış baskılar yurtsever aydınları
tedirgin etmişti. Bu koşullar altında kısa bir süre sadrazamlık (başbakanlık)
yapan Mithat Paşa ve arkadaşlarının çabalarıyla millet meclisi ve senato
kuruldu, birinci meşrutiyet anayasası hazırlandı ve kabul edilerek 23 aralık
1876'da ilan edildi, fakat, meşruti idare çok kısa sürdü. 1877 Osmanlı Rus
Harbi'ni bahane eden padişah, 13 şubat 1878'de meclisleri dağıttı ve Abdülhamit
istibdadı yurdu kasıp kavurmaya başladı. Bu idareyle savaşmak üzere 1893'te
"İttihat ve Terakki Cemiyeti" kuruldu. Sonradan "Vatan ve
Hürriyet Derneği"nin kurucusu Mustafa Kemal de bu cemiyete katıldı ve 23
temmuz 1908'de hürriyet ve meşrutiyet ilan edildi. Abdülhamit, meşrutiyeti
ikinci defa kabul etmek zorunda kaldı. 14 aralık 1908'de millet meclisi ve
senato açıldı.
Yeni kurulan Hürriyet Partisi'yle İttihat Terrakki,
arasındaki çatışmaya gericilerin de katılmasıyla 31 mart olayı ve imparatorluğun
çözülüp, dağılması gibi felaketler birbirini kovaladı. Ulusal egemenlik ve
bağımsızlık ve düşüncesi akımlarının çarpıştığı Makedonya koşulları içerisinde
yetişmiş olan Mustafa Kemal, 31 Mart gericilik olayının bastırılmasında önemli
bir rol oynamıştır.
Öte yandan, bu tarihsel gelişimin bilincinde olan Atatürk, okuduğu yayınlar
sayesinde de ilk toplumların kent demokrasileri, Magna Carta (1215) temsili
demokrasiden haberliydi. Montesqieu'nün Jean-Jacgues Rousseau'nun
yapıtlarından; Amerikan ve Fransız insan hakları bildirilerinden, bu hareketle
oluşan demokrasi yöntemlerinin bu ülkelerde oluşturduğu ilerlemelerden
haberdardı.
Bu saptamalardan sonra, "cumhuriyet" ve
"demokrasi" kavramları ile Atatürk'ün bu konudaki görüşlerini
incelemeye geçebiliriz.
Cumhuriyet, kökeni bakımından Arapça bir terim olup,
"cumhur" kelimesinden türetilmiştir. Cumhur "kalabalık",
yani halktır. Şu halde cumhuriyet "halkın yönetimi" demektir. Buna
göre bir azınlığın yönetimi olan "monarşi" den ve soylu bir azınlığın
yönetimi olan "Aristokrasi" den ve farklı olarak, çoğunluğu, halka
ait bir yönetim olduğunu vurgulayabiliriz.
Atatürk cumhuriyeti şu sözlerle tanımlar:
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir". Yasama ve yürütme gücü,
milletin tek gerçek temsilcisi olan mecliste toplanmıştır. Bu kelimeyi
özetlemek mümkündür. "cumhuriyet".
Mustafa Kemal'in gençliğinden beri benimsediği ilk ulusal
ideal, cumhuriyettir. 1908 meşrutiyetinden önce Selanik'teki ordu müşavirliği
karargahında kurmay subay olarak bulunuyordu. Bir yandan askeri görevlerini en
iyi şekilde yapmaya çalışırken, diğer yandan o dönemin gereğiyle bazı siyasi
çalışmalara veya arkadaş çevrelerindeki toplantı ve tartışmalara katılıyordu.
Yakın arkadaşlarının bulunduğu böyle bir toplantıda, şunu sormuştu.
"Türkiye için en iyi devlet şekli nedir?"
"Meşrutiyet" diye yanıt verilince Mustafa Kemal: "Meşrutiyette
de başta bir hükümdar vardır. Onun istibdadını önlemek çok zordur. Bu ülkeyi
yükseltecek idare cumhuriyettir." şeklinde kendi görüşünü belirtir.
Nitekim o, üstün önderlik nitelikleriyle hepimizce bilinen
süreç içinde, önce 23 nisan 1920'de TBMM'nin açılmasını, 1 Kasım 1922'de
saltanatın kaldırılmasını, sonra da 1923'de cumhuriyetin ilan edilmesini
sağlar. Atatürk yeni kurulan cumhuriyeti ve hükümet-millet kaynaşmasını şu
anlamlı sözleriyle dile getirir:
"Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi
kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki, onun ismi
cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık
kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükümettir. Artık hükümet ve hükümet
mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi
olduğunu anlamışlardır.
Atatürk, yeni cumhuriyet rejiminin yapı ve işleyişini de
şöyle açıklar:
"Cumhuriyette son söz millet tarafından seçilmiş meclistedir. Millet adına
her türlü kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir veya düşünür. Millet
vekillerinden memnun olmasa belirli zamanlar sonunda başkalarını seçerler.
Millet, egemenliğini, devlet yönetimine katılmasını, ancak zamanında oyunu
kullanmakla sağlar. Cumhuriyetin hükümeti, belli bir yöntem ve şekilde belirli
bir zaman için seçilmiş bir cumhurbaşkanına güven sunulur başbakanı o seçer
hükümeti meydana getirecek olan bakanları, başbakan güvendiği
milletvekillerinden seçer."
Tarihte pek çok cumhuriyet rejimi görülmüştür. Batıda
cumhuriyet rejiminin ilk ve en eski örneği Roma'da kurulmuştur. Cumhuriyet
yönetimine asırlarca hemen hiç rastlanmaz. Ancak, Ortaçağ'ın sonlarına doğru
İtalya'nın kuzeyinde Venedik, Ceneviz ve Floransa cumhuriyetleri gibi birtakım
şehir cumhuriyetlerinin kurulduğu görülür. Ancak, bunlar seçkin (elit) ya da
"eşraf cumhuriyetleri" olarak nitelendirilebilir. Çünkü, hiçbirinde,
eski yunan demokrasilerinde de olduğu gibi kadınlara, kölelere ve halktan
kişilere seçme ve seçilme hakkı verilmişti. Birinci Dünya Savaşı'nın sona
ermesiyle birlikte, özellikle savaşta yenilen imparatorluk ve krallıklar
yıkılmış ve cumhuriyet rejimleri kurulmuştur. Weimar Alman Cumhuriyeti,
Federatif Rus Cumhuriyetleri Birliği, Avusturya Cumhuriyeti, bunlar arasında
sayılabilir. Cumhuriyetçilik hareketleri bundan böyle daha da hızlanmış ve
yaygınlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda yenilen ve krallıkla yönetilen
ülkelerde, özellikle balkan devletlerinde cumhuriyetler ilan edilmiştir.
Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Macaristan gibi. Daha sonraları,
yakın zamanlara doğru, cumhuriyetçilik hareketleri Asya ve Afrika ülkelerine
doğru sıçramış ve buradaki krallıklar darbe ve ihtilallerle devrilerek,
cumhuriyet yönetimleri ilan edilmiştir. Mısır, Irak, Afganistan, İran, Libya bu
gibi ülkeler arasındadır.
Görülüyor ki cumhuriyet yönetimine geçiş son 70 yıl içinde
giderek ivme kazanmıştır. Herhalde bunda, 23 nisan 1920'de millet meclisini
açan, 29 ekim 1923'de de cumhuriyeti ilan eden Atatürk önderliğindeki Türkiye
Cumhuriyeti'nin büyük etkisi olmuştur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, cumhuriyet yöneticilerinin seçimle işbaşına
geldiği; yani hanedanın ve veraset usulünün bulunmadığı bir siyasal rejimdir.
Montesquieu, cumhuriyetin diğer önemli bir ilkesinin fazilet olduğunu
söylemiştir. Ona göre despotizmin temeli korku, aristokrasinin temeli şeref
duygusu, cumhuriyetin ise erdem, yani fazilettir. Bir başka deyişle, cumhuriyet
yüksek ahlaki, moral değerlerin ön planda geldiği bir siyasi rejimdir.
Cumhuriyetin bu ikinci ilkesi de Atatürk'ün sözlerinde ifadesini bulur.
"Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir.
Cumhuriyet fazilettir... Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar
yetiştirir." İdeal olan, kuşkusuz, cumhuriyetlerin bu iki temel ilke
yanında ayrıca demokratik olması ve gerçekten halka dayanmasıdır:
"Biz ne Bolşevikiz, ne de komünist; ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz
milliyetçi ve dinimize saygılıyız. Özetle bizim hükümetimizin şekli tam bir
demokrasi hükümetidir. Ve dinimizde bu hükümet "halk hükümeti" diye
adlandırılır."
"Demokrasi" ise, eski Yunancada halk anlamına gelen "demos"
ile egemenlik anlamına gelen "kratus" sözcüklerinin birleşmesinden
oluşmuştur. Bu anlamla da halkın kendi otoritesiyle kendini yönetmesi demektir.
Abraham Lincoln tarafından yapılmış olan kapsamlı bir tanıma göre demokrasi,
"halkın, halk tarafından, halk için yönetimi" dir. Atatürk ise, bir
konuşmasında tarihte görülen başlıca devlet şekillerinden monarşi ve oligarşiyi
açıkladıktan sonra demokrasiyi şöyle tanımlar:
"Demokrasi (halkçılık) esasına dayalı hükümetlerde egemenlik halka, halkın
çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, egemenliğin millette olduğunu, başka
yerde olamayacağını gerektirir. Bu şekilde demokrasi prensibi siyasi kuvvetin,
egemenlik kaynağına ve yasallığına temas etmektedir."
Atatürk başlangıçta "demokrasi" sözcüğü yerine
"halkçılık" sözcüğünü kullanmıştır. O, kurtuluş savaşı sırasında
olduğu gibi, mücadele halinde bulunduğu ve "de "okrasiler"
d"ye adlandırılan işgalci büyük devletlerin adı olarak, yunanca olan bu
sözcüğü pek kullanmak istemiyordu. Böylece, İstanbul Hükümeti ile sıraya
polemik yapacak bir malzeme vermek istememişti. Nitekim şöyle der:
"İç siyasetimizde dayanağımız olan halkçılık, yani milleti bizzat kendi
geleceğine egemen kılmak esası, teşkilatı esasiye kanunumuzla tespit
etmiştir." Atatürk bir başka söylevinde de "halkçılık" sözcüğünü
kullanarak demokrasiye çok özlü bir tanım getirir:
"Bizim görüşümüz ki halkçılıktır; kuvvetin, gücün, egemenliğin, yönetimin
doğrudan doğruya halka verilmesidir. Halkın elinde bulundurulmasıdır."
Zamanla "halkçılık" sözcüğü anlam değiştirerek Atatürkçülüğün
ilkelerinden biri olmuştur. "Halkçılık kanunlar karşısında kesin bir
eşitlik kabul eden ve hiçbir kişiye, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir
topluluğa ayrıcalık tanımayan kişileri halktan ve halkçı kabul etmektir."
Şimdi de cumhuriyet ve demokrasi arasındaki ilişkilerden
kısaca söz etmenin yerinde olacağını sanıyoruz. Ünlü İngiliz düşünürü J. Bryce
1921 yılında yazdığı "modern demokrasiler" adlı eserinde, ilginç bir
gözlemde bulunuyordu. J. Bryce bu eserinde İlkçağ'da Aristo'dan beri gelen
monarşi, aristokrasi ve cumhuriyet (demokrasi) şeklinde üçlü klasik
sınıflandırmanın yetersizliğini öne sürüyordu. Çünkü, o tarihte Avrupa
kıtası'ndaki 21 cumhuriyetten sadece ikisi gerçek bir demokrasi ve cumhuriyet
niteliğini taşıyordu. Buna karşılık, İngiltere, Hollanda ve Belçika gibi ülkeleri,
meşruti monarşi ile yönetilmelerine rağmen, demokratik yöntemlerdi. Bu durumda
J. Bryce siyasal yönetimleri, sadece demokrasi ve diktatörlük diye ikiye
ayırmanın daha doğru olacağını savunur.
Gerçekten bir ülkenin adının cumhuriyet olması; o ülkede her zaman, sağlıklı,
gerçek demokratik bir rejim uygulandığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, sağda
veya solda yer alan ve yeni kurulmuş birçok cumhuriyet, demokrasi ile
yönetilmektedir. Atatürk de bu saptamayı şu sözleriyle dile getirir.
"Cumhuriyet imkan demektir. Çünkü, iç hürriyetin de en büyük imkanı
cumhuriyetle kabildir. Ama diyeceksiniz ki, dünyada adı cumhuriyet olan
diktatörlükler de vardır. Fakat bütün bu şekiller geçicidir."
Her cumhuriyetin mutlaka demokrasi ile yönetilmediğinin bilincinde olan
Atatürk, buna rağmen demokrasi için en uygun ortamı yine cumhuriyet rejiminin
sağlayabileceğini şu sözlerle vurgular:
"Demokrasi prensibinin, en çağdaş ve mantıki uygulamasını temin eden
hükümet şekli, cumhuriyettir."
Herkes kendi dünya görüşüne, kendi uyguladığı yönetim biçimine göre demokrasi
kavramına içerik kazandırmaya çalışmakta ve kavram kargaşası yaratılmaktadır.
Yalnız şu var ki, her türlü otoriter, totaliter, dikta ve baskı rejimleri
görünüşte bazı demokratik ilkelere sahip olsalar bile demokrasi sayılmazlar.
Yönetimde zamanla ortaya çıkan oligarşik yönelimler, demokrasinin görünüşünde
kalmasına yol açabilir.
Demokrasi bir oluşum içindedir. Dolayısıyla demokrasinin
tanımı ve koşulları üzerinde, tüm dünyada görüş birliği sağlanmış değildir. Amerika
Birleşik Devletleri'ndeki renk ayrılığını biz Türkiye'de yadırgarız.
İngiltere'deki avam kamarası da bir İsviçreliye hoş bir demokrasi eseri olarak
görünmez. Ama, bu ülkelerin demokrasi uygulamadıkları savunulamaz. Tersine, bu
iki devletten İngiltere'nin en eski demokrasiye; Amerika'nın ise, en ileri
demokrasiye sahip olduğu kabul edilir.
Günümüzde yaygın olarak paylaşılan görüşe göre çağdaş
demokrasilerin nitelikleri şunlardır:
çağdaş bir demokrasi;
- anayasayı,
- meclisi,
- adil bir seçim düzeni ve dürüstçe yapılan seçimler,
- siyasi partileri ve kısıtlanmayan bir muhalefeti,
- hakkın kuvvete üstünlüğünü, yani "hukuk devleti" oluşu
- sınıfsız toplumu,
- sivil toplum örgütlerinin oluşumuna olanak sağlanmasını,
- sendika, dernek ve basın gibi demokratik kuruluşların
etkinliklerinin kısıtlanması,
- özgürlük ve siyasal eşitliği,
- bireysel çıkarların toplumsal çıkar sınıfları içinde kalmasını,
gerektirir.
Yalnız bu niteliklerden son ikisinin derecesi üzerinde görüş birliği
bulunmaktadır.
Atatürk, çağdaş demokrasinin niteliklerinden çoğunu içinde
bulabileceğimiz demokrasi anlayışını, 1924 yılında şöyle açıklar:
"Demokrasi prensibi, egemenliği kullanan araç ne olursa olsun, esas olarak
milletin egemenliğine sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir". Bu
noktayı birkaç kelime ile açıklayalım:
Bizim bildiğimiz; demokrasi siyasidir, onun hedefi, milletin idare edenler
üzerindeki kontrolu sayesinde, siyasi hürriyeti sağlamaktır.
Demokrasinin ikinci özelliği ile ortak, esas itibarıyla ikinci bir özelliği
daha vardır. O da şudur; Demokrasi fikirseldir. Bir kafa meselesidir... Hükümet
prensibi de bir adalet sevgisini ve ahlak fikrini gerektirir. Demokrasi,
esasında ferdidir. Bu nitelik, vatandaşın egemenliğe, insan sıfatıyla
katılmasıdır.
Demokrasinin temel niteliklerinden birisi de eşitliğe çok
değer vermesidir. Bu nitelik demokrasinin ferdi olması niteliğinin zorunlu bir
sonucudur. Şüphesiz bütün fertler aynı siyasi haklara sahip olmalıdırlar.
Demokrasinin bu ferdi ve eşitliğe değer veren niteliklerden genel ve eşit oy
prensibi çıkar.
Çağdaş demokrasilerin niteliklerini ve Atatürk'ün demokrasi
anlayışını kendi sözleriyle belirttikten sonra, çağdaş demokrasi ilkeleri
açısından Atatürk'ün demokrasi uygulamalarının açıklanmasına geçebiliriz. Ancak,
bunu yapmadan önce de, Atatürk dönemindeki siyasal rejimlere ve Atatürk'ün bu
rejimler hakkındaki düşüncelerine bir göz atmakta yarar vardır.
Atatürk'ün yaşadığı çağdaş siyasal rejim ve model olarak şu
örnekler vardır. Batı Avrupa'nın çok partili parlamenter demokrasisi, Sovyet
Rusya'da 1917 devriminden sonra ilan edilen sosyalist rejim (Bolşevik,
Proleterya Diktatörlüğü) daha sonra bunlara, 1922 yılında İtalya'da
Musolini'nin önderliğinde kurulan tek partilinazi rejimini ekleyebiliriz.
Amerikan demokrasi ise katı kuvvetler ayrılığına dayanan ve federal bir
cumhuriyet niteliğinde olan başkanlık sistemi şeklindeydi.
"Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir: ben, milletimin ve en büyük
atalarımızın en değerli miraslarından olan istiklal aşkıyla dolu bir
adamım" diyen Atatürk, ister sağda, ister solda olsun, diktatörlüklere
iltifat ve itibar etmemiş ve yeni Türkiye için, bunların içinden uygulanabilir
tek model ve siyasal rejim olarak batı Avrupa'nın çok partili parlamenter
demokrasisini seçmiştir.
Çağdaş demokrasinin en önemli koşullarından biri, devletin
temel kuruluşunu, bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen ve halkın
onayından geçmiş bulunan bir anayasanın olmasıdır. Ulusal irade ve ulusal
egemenlik, anayasaların güvencesi altındadır. Temel hak ve özgürlükler,
anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak, ancak yasalarla sınırlanabilir.
Yasalar, hangi nedenle olursa olsun bu hakların özüne dokunmaz. Hemen TBMM'nin
açılışından sonra, ulusal egemenliği ilan eden ve 1876 anayasasına ek bir yasa
niteliği taşıyan 1921 anayasası ile kurtuluş savaşı sonrasının gereksinimlerini
karşılamak ve 1921 anayasasının eksiklerini gidermek üzere hazırlanan 1924
anayasası, Atatürk'ün, demokrasinin gereği olan anayasaya ne kadar önem
verdiğinin kanıtlarıdır. Atatürk, 1924 anayasasının yeni Türk Devleti yapısını
açıklayan bazı maddelerini şöyle belirtir:
"Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasası, zamana en uygun milli egemenlik
esaslarını, hükümlerini kapsar. Birkaç maddesini, daima hatırda tutmak için
burada aynen tekrar edelim:
"- egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
- Türkiye büyük millet meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup, millet
adına egemenlik hakkını kullanır.
- yasama ve yürütme kuvveti, büyük millet meclisinde oluşur ve toplanır.
- yargı yetkisi millet adına usuller ve kanunlar çerçevesinde bağımsız
mahkemeler tarafından kullanılır."
Çağdaş demokrasilerin bir başka koşulu da, halkın oylarıyla
üyelerden oluşan ve bu nedenle ulusal irade ve egemenliği yansıtan, yasama ve
yürütme alanında yetkili bir meclisin olmasıdır. Meclis, yasama yetkisini
doğrudan kullandığı halde; yürütme yetkisini, kendi içinden çıkan, kendi
iradesine ve emrine bağlı olan bir hükümet aracılığıyla kullanır ki buna
"meclis hükümeti" denir.
Ülke elden giderken, Osmanlı mebuslar meclisi kasım 1918'den beri çalışamaz ve
kapatılmış durumdadır. Mustafa Kemal, büyük mücadelelerle meclisin açılmasını
sağlar. Komutanlara, İstanbul'dan görevlendirileceklere yerlerini bırakmamaları
yolunda gönderdiği genelgelerde meclis'in açılmasından söz eder (24.7.1919)
Erzurum ve Sivas kongreleri bildirilerine de bu isteği geçirir. 1919 Kasım ayı
başında İstanbul Hükümeti temsilcisi, denizcilik bakanı Salih Paşa ile görüşme
konusu yapar, kabul ettirir. Meclis'in İstanbul'da toplanmasına engel olmazsa
da, İngilizlerin bu kenti askeri olarak işgal etmeleri ve son Osmanlı meclisini
basmaları üzerine 23 nisan 1920'de TBMM'nin açılmasını sağlar:
"Millet, mukadderatını doğrudan doruya eline aldı ve millet saltanat ve
egemenliğini bir kişiyle değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden
oluşan bir yüce meclis'de temsil etti işte o meclis, yüksek meclisinizdir.
TBMM'dir. Milletin saltanat ve egemenlik makamı, yalnız ve ancak
TBMM'dir."
Kurtuluş savaşının en zor günlerinde kararların mecliste alınmasına
büyük özen gösteren büyük önder, ulusal iradeye olan saygı ve inancını şu
sözlerle dile getirir.:
"Devlet ve milletin geleceğine milli irade etken ve hakimdir. Ordu bu
milli iradenin emrinde ve hizmetindedir."
"Milletin irade ve isteğine uymayanların sonu yokluktur ve yok
olmaktır."
Çağdaş demokrasilerin bir başka koşulu ve işlerlik
mekanizması olan adil bir seçim düzeni ve dürüstçe yapılan seçimlerle halkın
genel iradesi meclise yansır. Adil bir seçim düzeni, çoğunluk ve azınlık
görüşlerinin mecliste dengeli bir oranda yansımasına olanak verir.
"Çoğunluk" ve "azınlık" kavramları, demokrasinin diğer
ilkelerindendir. Çoğunluk yönetimi demokrasinin başlıca öğesidir. Seçimlerde
ortaya çıkan çoğunluk, yönetime halk adına sahip olur ve onun adına tüm
yetkileri kullanır. Kuşkusuz çoğunluk yönetimi, yetkilerini kullanırken, hukuk
devleti ilkesiyle sınırlıdır. Ayan (senato) denilen ikinci meclis üyelerinin
bütünüyle, mebuslar meclisinin dörtte bir üyesinin padişahça seçildiği,
çoğunluktaki partiye bakılmaksızın padişahça istenilenin hükümette
görevlendirdiği bir ortamda, meclisin seçimlerle oluştuğu, İslâm dünyasında ilk
kez ve avrupa'nın birçok ileri demokrasi ülkesinden önce kadınlara belediye
(1930), muhtarlık (1933) ve milletvekilliği (1934) seçme ve seçilme hakkının
verildiği ortama Atatürk döneminde geçildiği düşünülürse, ulu Önder'in bu
bakımdan da tam bir demokrat olduğunu belirtmek gerekir. Bunun da ötesinde
Atatürk, seçimlerde çok dikkatli olunması gerektiğini belirterek, eşsiz yol
gösterici özelliğini bir kez daha ortaya koyar:
"Seçimlerde, şahıstan ziyade milletin çıkarlarına en uygun ilke ve
programları uygulayabilecekleri seçmek önemlidir. Bu konuda, hemen hemen bütün
vatandaşlar yardıma muhtaçtırlar. Bu yol gösterme işini siyasal partiler
yapar."
Atatürk bu sözleriyle, çağdaş demokrasilerin önemli
koşullarından diğer biri olan, "siyasi partiler ve kısıtlanmayan bir
muhalefet bulunması" düşünce ve inancına sahip olduğunu da gösterir.
Maalesef ki, Atatürk demokrasinin eleştirilebilecek en önemli eksiği de buydu.
Bununla birlikte Atatürk, sağlığında demokrasinin ayrılmaz bir parçası olan çok
partili siyasal yaşamı kurmak için iki deneme yapılmasına olanak sağlamıştı. Bu
denemelerden ilki, 1924 yılında "terakkiperver cumhuriyet fırkası"
nın kuruluşudur. Bilindiği gibi, Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'le el ve gönül
birliği yapmış olan bazı komutan ve politikacılar savaştan sonra, çeşitli
nedenlerle, Atatürk'ten ayrılmışlar ve ona karşı yoğun bir muhalefete
girmişlerdir. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar, Rauf
Orbay, Halide Edip Adıvar bunların en ünlüleri idi. Nitekim, sayılan kişiler
daha sonraları Kazım Karabekir Paşa'nın başkanlığında cumhuriyet tarihindeki
ilk yasal muhalefet partisini oluşturmuşlardır. Az zaman sonra doğuda patlak
veren Sait İsyanı üzerine "Takriri Sükun Kanunu" meclis'ce kabul
edilmiş, parti kapatılmış ve istiklal mahkemeleri yeniden faaliyete
geçirilmiştir. Parti liderlerinden bazıları, daha sonraları İzmir suikastı
davasında sanık olarak tutuklanmışlardır.
Atatürk, 1930 yılında yeniden bir siyasal parti denemesi
yapmış, bu defa eski başkanlardan sevdiği ve güvendiği yakın arkadaşı Fethi
Bey'i (Okyar) bir parti kurmaya memur etmişti. Bunun üzerine fethi bey, merkezi
İstanbul'da olmak üzere 12 Ağustos 1930'da "Serbest Cumhuriyet
Fırkası"nı kurmuş ve Ege'den başlayarak örgütlenme çabalarına başlamıştır.
Atatürk'ün yine yakın arkadaşı Nuri Bey (Conker) de partinin ikinci adamı
olmuştur. Halk Partisi'nden on iki milletvekili bu partiye geçmiş; Atatürk,
kardeşi Makbule Hanım'ı (Atadan) da üyeler arasına katarak, yöneticilere güven
duygusu aşılamak istemiştir. Parti'nin resmi bir yayın organı yoktu; ama
İstanbul'da yayımlanan Yarın, Son Posta ve Tan gazeteleri bu partinin
görüşlerini yansıtıyorlardı. Parti üç ay gibi kısa bir sürede 37 ilde
örgütlenmişti.
Atatürk, yeni devletin devrim ve cumhuriyet ilkeleri üzerinde
partilerin titizlik göstermesi gerektiği uyarısını 1 kasım 1930 tarihindeki
meclis konuşmasında yapmayı da ihmal etmez:
"Siyasi hayatımızda yeniden fırkaların (partilerin) oluşması, belediye
seçimlerinden önceki yakın günlerde vuku buldu. Bu münasebetle dikkate değer
evrelere tanık olduk. Bu gözlemlerin verdiği deneylerden, Türk milleti,
cumhuriyetin varlığı ve ilerlemesi için yararlanmalıdır. Siyaset alanında
karşılıklı faaliyetin verimli gelişmeleri, ancak vatandaşlar arasında
düşmanlığa yer verilmemesi ile sağlanabilir. Bunun çareleri: partilerin içine
girebilecek samimiyetsiz ve gizli amaçlı unsurların; kanun üstünde sonuç
isteyenlerin bütün milletçe iğrenç görülmesi ve bir de, cumhuriyet esası
üzerinde çalışan partilerce bu gibilerin faaliyetlerinden her zaman uzak
kalınmasıdır."
Üstelik Atatürk, partinin kurucusu Fethi Bey'in partiyi örgütlerken uğradığı
bazı haksızlıklarla ilgili olarak yakınmalarını dile getiren mektubunu
yanıtlarken, 11 eylül 1930 tarihli mektubunda, hem parti çalışmalarının
engellenemeyeceği güvencesini verir, hem de "laiklik" üzerindeki
duyarlılığını belirtir.
"Ali Fethi Beyefendiye, 8.9.1930 tarihli mektubunuzu aldım ve dikkatle
okudum. Kendimi, değerlendirmelerinize ve sorularınıza reisicumhur ve
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın genel başkanı olarak iki sıfatlı muhatap gördüm.
Başkanlık İsmet Paşa tarafından yerine getirilmektedir. Olunmaktadır.
Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten
benim siyasi hayatta, bir taraflı olarak daima aradığım temel budur.
Reisicumhurluğun bana verdiği yüksek ve kanuni vazifeleri, hükümette olan ve
olmayan partilere karşı adilane ve tarafsız ifa edeceğime ve laik cumhuriyet
esası dahilinde, fırkanızın her çeşit siyasi faaliyet ceryanlarının bir engele
uğramayacağına güvenebilirsiniz efendim."
Buna karşın, az zaman sonra partiye, Atatürk devrim ve ilkelerine karşıt
görüşlü birçok kişinin girdiği veya sızdığı görülmüştür. Serbest cumhuriyet
fırkası az zamanda bütün yurtta hızla gelişti ve partilerin taşkınlıkları,
merkezi otoriteye başkaldırma sayılabilecek bazı hareketleri yer yer görülmeye
başlandı. Serbest Cumhuriyet Fırkası, üyelerinin giderek artan taşkınlıkları
nedeniyle, muhtemelen Atatürk'ün de uygun görmesi ile Fethi Bey tarafından 18
kasım 1930'da kapatılmıştır. Nitekim, yaklaşık bir ay sonra da, Menemen'de, bir
irtica olayı patlak vermiş ve baslarında Derviş Mehmet'in bulunduğu çeşitli
tahriklerle kışkırtılmış guruplar, menemen kasabasını basmışlar, üzerlerine
gönderilen askeri birliğin komutanı asteğmen Kubilay'ı şehit etmişlerdi.
Atatürk bundan sonra çok partili demokrasi denemesini elverişli koşulların ve
ortamın oluşmadığını görerek, bir süre daha ertelemeyi düşünmüş, onun bu
arzusu, yakın arkadaşı ve ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından ancak
1946 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Atatürk'ün sağlığında çok partili yaşama
geçilememiş olmasının nedenini, O'nun 1937'de söylediği şu sözlerde bulmak
olanaklıdır.
"Biz Türkler, ruhen demokrat doğmuş bir milletiz fakat milletimizin
yüzyıllarca yöneten Osmanoğulları kendilerini ve yaldızlı tahtlarını korumak
için atalarımızdan kalıtım yoluyla gelmekte olan bu doğuştan güzel huyumuzu
körletmeye, uyuşturmaya çalışmışlardır. Her alanda geri kalmamanızın biricik
nedeni bu olmuştur."
Çağdaş demokrasilerin koşullarından biri de "hakkın
kuvvete üstünlüğü," yani "hukuk devleti" oluşudur. Nitekim
Atatürk'e göre:
"Her halde dünyada bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir."
Çağdaş demokrasilerde, iktidarı elinde bulunduranların devlet gücüne dayanarak
haksızlık yapmalarını önleyebilmek için, yargı yetkisi, ulus adına yasalar
çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. Yargıç, güvence altında
olup, yalnız hukuka ve yasalara bağlıdır. Ve vicdanının emriyle hareket eder.
1924 anayasasında yer alan bu ilke konusunda ulu önder şunları söyler:
"Adalet bir devletin esası olduğuna göre, mahkemelerin söz ile değil,
gerçekten tarafsızlığını sağlamak her işin başında gelmelidir. Hak sahiplerine
zorluk çıkarmak, resmi dairelerde işlerini takip eden kimseleri bugün git yarın
gel diye birtakım zorluklara uğratmak hükümet otoritesi maskesi altında halkı
ezercesine davranmak, uygun olmayan işlemlere kalkışmak gibi durumlar
kesinlikle önlenmelidir."
Çağdaş demokrasilerde, devlet hukuk ile bağlı olduğundan,
devlet gücünü elinde tutan çoğunluk hukuk ile sınırlanırken azınlığa da hukuk
ile geri alınamayacak temel haklar tanımak zorunludur. Demokratik sistem
anayasalarla kurulurken, hak ve ödevler baştan yasal yollardan güvenceye
alınmalı; azınlık hakları hiçbir zaman çoğunluğun eline bırakılmamalıdır.
Gerçekten de, Atatürk döneminde bir anayasa mahkemesi
olmamakla birlikte, yargı kuvveti etki altında değildir. O, yasaların
uygulanmasını başta tutar; devlet hukuk sistemini dinsel kökenden alıp roma
hukukunu uyarlar; birçok yasa, batı devletlerinden alınır. Hukukun birleşmesi;
şeriye, nizamiye, kapitülasyon mahkemeleri yerine Türk mahkemelerinin konulması
o'nun zamanında olmuştur. En zor günlerde, istiklal mahkemelerinin
çalıştırılmasında bile demokrasi kaygısı egemen olmuş; bu mahkemeler, yargı
organı dışında kurulmuş; böylece Türk yargı sistemine gölge düşürülmemiştir.
Çağdaş demokrasilerin diğer önemli, bir koşulu da
yurttaşların özgür ve yasalar karşısında eşit olmasıdır. Demokrasi de özgürlük
denilince, her kişinin istediğini düşünmesi, isteğinde inanması, kendisine özel
siyasi bir düşünceye sahip olması akla gelir. Kimsenin düşünce ve vicdanına hakim
olunamaz, taarruz edilemez. Ancak, hiç kimse de düşüncelerini başkalarına zorla
kabul ettiremez.
Atatürk cumhuriyetinde de toplum içinde yaşayan insanın
kişisel özgürlüğü birinci planda gelir:
"Her Türk, doğar, hür yaşar, Türkler, demokrat, özgür ve sorumlu
vatandaşlardır."
Atatürk'e göre özgürlük bireylerde ve toplumlarda ilerletici
etki yapar:
"Özgürlük olmayan bir memlekette ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlememin
ve kurtuluşun anası özgürlüktür."
Bununla birlikte Atatürk, özgürlüğün sınırsız olmadığını da
belirterek özgürlük konusunda şu genel sınırlamayı yapar:
"Demokrasi kayıtsız şartsız serbest olmak değildir. Sosyal kurallarla
sınırlıdır. Kişinin özgürlüğü, başkalarının özgürlüğünün sınırında biter.
Başkasının özgürlük hakkını tanımayan, kendi özgürlük hakkını da
tanıtamaz."
Öte yandan Atatürk, bireysel özgürlüklerin devlet yararına
yasalarca sınırlandırılabileceği görüşündedir:
"Kişisel özgürlüğün derecesi, devletin faaliyetlerini zayıf düşürmeyecek
kerterde olmalı, çoğunluğun özgürlüğünü boğmayacak şekilde düzenlenmelidir. Bu
düzenleme, kişinin sorumluluğuna, girişkenliğine ve gelişmesine zarar verecek
dereceye götürülmemelidir. Yurttaşların bu nitelikleri ne ölçüde gelişirse,
devlet için o ölçüde yararlı olur."
Bireysel özgürlüklerin ne kadar sınırlanabileceği konusunda
da şunları söyler:
"Kişisel özgürlüğün ne kadarından vazgeçilmesi gerektiği, içinde bulunulan
zamana ve memlekete göre değişir. Özel zamanlar, özel tedbirler gerektirebilir.
Bir de, özgürlüğün kötüye kullanılması, özgürlüğün geçici fakat geniş ölçüde
sınırlandırılmasını gerektirebilir. Bütün bu tedbirleri ve sınırlandırmaları
tanımak lüzumu, devlet düşüncesi ve kavramını ifade eder. Bu hususlarda
tedbirlerin şiddetini ve sınırların genişliğini ölçmek büyük bir sanattır.
Devlet sanatı işte budur. Bu sanatta isabetin derecesi özgürlüklerin
sınırlarını çizen kanunda görülebilir çünkü, bu sınır ancak kanun yoluyla
tespit ve tayin edilir. Herhalde, vatandaşların genel özgürlük ve mutluluğu
için kişilerden, ancak devlet için zorunlu olan bir kısım özgürlüklerin
bırakılması istenebilir."
Demokraside eşitlik esastır. Bu eşitlik medeni ve siyasi
haklarda eşitliktir. Kanun önünde eşitliktir. Söz özgürlüğünde eşitliktir.
Yurttaşları eşit ve özgür olmayan bir devlet idaresinde adalet yoktur. Ve
olamaz. Çünkü devlet idaresinde adalet denilince, yurttaşlar arasında ödül
dağıtımında herkese liyakat, hizmet ve yararlılığına; ceza dağıtımında da
suçluluğunun derecesine göre eşit işlem yapılacağı anlaşılır. Bu ise demokratik
eşitliktir.
Atatürk demokrasisinde de yasalar karşısında herkes eşittir.
Değişik sınıf ya da gruplara ayrıcalık tanınamaz:
"Demokraside, egemenliği millete veren halk yönetiminde, sınıf ayırımı
diye bir şey yoktur. Yasalar önünde sosyal eşitlik vardır. Sınıf ayırımından
oluşan engeller kaldırılmıştır"
Özetlemek gerekirse, demokrasi denilince, siyasal partilerin
katıldığı serbest ve dürüst bir seçimle kurulan parlamentolar; adalet ve iyilik
duygusuna dayanan kanunlar; yetki ve sorumluluğu anayasa, yasalar ve kamu
oyunca saptanan hükümetler; bağımsız adalet ve yan tutmayan bir idare, anayasa
güvencesinde olan hak ve özgürlükler; yasa önünde eşitlik, serbestçe etkinlik
göstererek kamu oyu oluşturan demokratik kuruluşlar akla gelir.
Atatürk'ün kurmaya ve geliştirmeye çalıştığı demokrasi
düzenini ise şöyle tanımlayabiliriz:
"Millî egemenlik ve bağımsızlığa bağlı, kuvvetler birliği temelinde
çalışan meclise ve anayasaya dayalı, sınıfsız bir toplum kabul eden;
cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, laik, devletçi, inkılapçı ilkeler yürüten;
iktisadi yaşamını planlı karma ekonomiye dayatan; bütün dünya ulusları ile her
alanda iş birliğine açık, her türlü diktayı rededen ve çağdaşlaşmayı amaçlayan
haklar, özgürlükler, eşitlik ve kalkınma düzenidir."
Atatürk demokrasinin bugünkü çağdaş demokrasiye, göre
eksikliklerini şöyle sıralayabiliriz:
O dönemde kısa süreli iki deneme dışında çok partili siyasal yaşam yoktur. Tek
parti, devlet yönetimine egemendir. Parti genel başkanı değişmez olup devletin
temsilcisi olan valiler tek partinin il başkanlarıdır. Hak ve özgürlükler
batılı demokratik bir ülkede olduğu gibi geniş, yoğun bir biçimde
kullanılmaktadır. Anayasaya aykırı yasaları denetleyecek bir yüksek organ
örneğin "anayasa mahkemesi" yoktur. Seçimler iki dereceli olup
adaylar tek partinin genel başkanı tarafından belirtilmektedir. Demokrasilerde
temel olan basın özgürlüğü de kısmen kısıtlıdır. Kısacası uygulamada görünen
tam bir batılı demokrasi değil, ölçülü bir demokrasidir.
Ancak, Atatürk'ün amaçladığı düzen tam demokrasidir. Çünkü,
O'na göre Türk insanının doğasına en uygun yönetim biçimi demokrasidir.
"Her türk doğar, hür yaşar.. Türkler demokrat, özgür ve sorumlu
vatandaşlardır."
çünkü;
"Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun, olan idare; cumhuriyet
idaresidir."
"Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli
demektir."
Sonuç : Atatürk yönetiminin, demokratik rejimi hazırlama
dönemi olduğunu belirten prof. Maurice Duverger (Morıs Düverje)'nin dediği
gibi:
"Atatürk, yaşamı boyunca demokratik rejimi kurmak için uğraşmış çok
güçlükleri yenmiş, tamamlanmasını ulusun diğer bazı ihtiyaçları gibi yeni
kuşaklara bırakmıştı."
"Milli azim ve bilincin kıymetli eseri olan değerli cumhuriyetin bugünkü
ve yarınki neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına güvenim
tamdır."
"Türkiye cumhuriyeti; her anlamda, büyük Türk milletinin öz ve değerli
malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, sonsuzluğa kadar
yaşayacaktır."
Bu güvenini birçok konuşmasında tekrar eden büyük önder, çağdaş düzeyde ve
demokratik bir devlet yaratmak ülküsünün gençler tarafından bir ödev olarak
kabul edileceğinin de bilincindedir:
"Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz."
Fani varlığı ile Türk ulusunun yaşamında parlak bir yıldız gibi kayıp geçen
Atatürk,
"Biz Türkler ruhen demokrat doğmuş bir milletiz"
diyerek, sınırsız bir gurur ve güvenle en iyi yönetim biçimini yakıştırdığı
aziz ulusunun tüm varlığına yaşıyor; yön verdiği devrim ve ilkeleri ile
özlemini duyduğu çağdaş uygarlık yolunda "Türk ulusunun yüce önderi"
olarak liderliğini sürdürüyor.
Kaynakça
· Toktamış Ateş "Demokrasi, Kavram-Tarihi Süreç Ülkeler, İst. 1976"
· Niyazi Berkes "Türkiye'de Çağdaşlaşma" İst.1978
· Anıl Çeçen "Atatürk ve Cumhuriyet" Ank.1981
· Hamza Eroğlu "Atatürk ve Türk Toplumu" Ank.1981
· Ayferi Göze "İnkılap Tarihimiz ve Atatürk İlkeleri" İst.1985
· Enver Ziya Karal "Atatürk'ten Düşünceler" İst.1986
· Çetin Özek "Türkiye'de Laiklik" İst.1962
· Tarık Zafer Tunaya, "Devrim Hareketleri İçinde Atatürk- Atatürkçülük
" İst.
· Atatürk, Söylev ve Demeçler, Ank.
· Atatürkçülük, Gn.Kur.Yay. 3.kitap, Ank.1983
Makaleyi Gönderen : Uğur YİĞİT
ATATÜRK VE CUMHURİYET EĞİTİMİ
Birinci Dünya Savaşı sonunda batılı devletler,
askerî, siyasî ve ekonomik olarak bitmiş zannıyla, altı yüzyıllık Osmanlı
Devletini paylaşmanın çok kolay olacağını düşünüyorlardı. Onlara göre, yeni bir
kimlikle ortaya çıkmak isteyen Türk ordusu, başlatmış olduğu Kurtuluş
Savaşı'ndan galip çıksa bile, tahrip olmuş hiçbir kurumunu yeniden inşa
edemezdi. Ancak, batılı devletlerin görmezden geldiği bir lider vardı. O da
Mustafa Kemal'di. Türk ulusu, büyük önderi sayesinde olağanüstü gayretlerle
bağımsızlığını kazanmış, yeniden yapılanma yolunda inkılâpları hızla uygulamaya
koymuştur.
O Büyük Önder ki, savaş meydanlarından sonra asıl kazanılması
gereken savaşların, ekonomik zaferler olduğunu, aksi takdirde çok büyük
zaferlerin bile kısa bir sürede unutulacağını biliyor; bunun için de Kurtuluş
Savaşı bitiminde İzmir'den Ankara'ya dönüşünde:"Küçük savaş bitti. Asıl
büyük savaş yeni başlıyor. Büyük savaş cehaletle yapılacak olan savaştır. Bunun
tek yolu da millî bir eğitim politikası oluşturmaktır." diyordu. Hedef,
Türk milletinin geri kalmasına sebep olan bazı kurumların yerine, toplum hayatında
çağdaş gelişmeyi sağlayacak modern kurumlar oluşturmak ve kalkınmadaki temel
atılımları bir an önce gerçekleştirmekti. Bunun yolu eğitimden geçmekteydi.
Atatürk'e göre: "Eğitim, bir milleti ya hür müstakil, şanlı yüksek bir
cemiyet hâlinde yaşatır, ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder."
İşte bütün bunları gerçekleştirmenin en etkili yolu eğitimde yapılacak köklü
devrimler ve değişikliklerdi. Atatürk, eğitimin millî, lâik, akılcı, gerçekçi
ve ihtiyaca cevap veren bir öze sahip olması için gerekli tedbirleri alarak,
dil, tarih, hukuk ve yazı alanlarında yapılan köklü değişikliklerle çağdaş
gelişmenin önünü açmıştı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerinde
kurulması için özellikle millî eğitim işlerinde başarıya ulaşılması gerekiyordu.
Bu yüzden Atatürk, gittiği her yerde ve katıldığı bütün toplantılarda,
cehaletin ve yoksulluğun ancak eğitim yoluyla ortadan kaldırılacağını önemle
belirterek gerçekleri açıklamıştır.
Türk ulusu, eğitim kadrosunu oluşturmak için bütün güçlerini
seferber ederek öğretmenler yetiştirmiş ve bu eğitim ordusunu yurdun dört bir
tarafına dağıtmıştır. Artık cehaletle savaş başlamıştır. Bu savaş, aynı zamanda
tarih boyunca aleyhimize kullanılan bütün olumsuzluklara karşı yapılan bir
savaştı. Bu savaş ile bütün dünya, hayretler içerisinde Türkiye'deki
değişimleri izleme durumunda bırakılmıştır. Yıkıntılar üzerinde genç, dinamik
ve modern bir devletin filizleri yeşermeye başlamıştır. Bu durum için: "Az
zamanda büyük işler başardık." diyordu Büyük Önder. Gerçektende kısa süre
içerisinde, eğitim-öğretimdeki kurumlar yaygınlaştıkça yeni kadrolar yetişmiş,
bu kadroların çalışmaları ihtiyaca cevap verdikçe, kalkınmada büyük gelişmeler
sağlanmıştı. Köy enstitüleri, diğer yüksek okul ve üniversitelerin açılmasıyla çok
önemli şahsiyetler yetişmiş ve bu şahsiyetler herkesi gururlandıracak işler
yapmışlardır.Atatürk bir sözünde,"Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda
olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen
eremediğimizi, fakat asla pes edip, taviz vermediğimizi, aklı ve ilmi rehber
edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Bundan dolayıdır ki ben, manevî miras olarak
hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevî mirasım ilim ve akıldır." diyerek bizlerin daha çok
çalışmamızı ve müreffeh bir toplum olmamızı şiddetle istemiştir. Yine bir
konuşmasında,"Zaman sür'atle ilerliyor. Milletlerin, toplumların,
kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada
asla değişmeyecek hükümler getirdiğini ileri sürmek aklın ve ilmin gelişimini
inkâr etmek olur." demiştir.Her konuda olduğu gibi eğitim ve öğretime
Atatürk kadar önem veren kaç lider var, doğrusu merak ediyorum. "Erkek ve
kız çocuklarınızın, aynı surette bütün tahsil derecelerindeki talim ve
terbiyelerinin âmeli olması mühimdir. Memleket evlâdı her tahsil derecesindeki
iktisadî hayatta âmil, müessir ve muvaffak olacak şekilde teçhiz
olmalıdır." diyen Atatürk bunun için de, "Öğretmenlerin çok iyi
yetişerek Türkiye Muallimler Birliğinin bütün memlekette taazzuvuna, Konya'yı
olduğu gibi Van'ı ve Hakkâri'yi de teşkilâtı dahiline almasına ve her köyde
âzaya mâlik bulunmasına derin bir alâka ile intizar edeceğim.
Muallimler, Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen
kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli, bu evsaf ve
kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir." diyerek en fazla öğretmenleri
önemsemiştir. Bu sebeple Atatürk'ün manevî mirasına en fazla sahip çıkması
gereken kesim, öğretmenlerdir. Tabiî ki öğretmen yetiştiren kurumların da
kaliteli bir eğitimi gerçekleştirebilecek şekilde teknolojik araç ve gereçlerle
donanmaları şarttır. Sadece bu şekilde sağlıklı düşünen, çalışkan, üreten ve
milletini seven nesiller yetiştirebiliriz. Buna da çok ihtiyacımız var. Çünkü,
bu ülkenin kişilikli, bilgili ve çalışkan insanlara ihtiyacı var. Gerçekten de
artık, sanayicisiyle, işçisiyle, köylüsüyle, esnafı, memuru ve öğretmeniyle
Atatürk'ün belirttiği gibi çağdaş eğitim sistemimizi yerine oturtmamız gerekir.
Huzurlu, mutlu ve zengin bir ülke olmanın yolu buna bağlı demeye gerek var mı
acaba?!...
Zeynel YÜKRÜK Murat İlköğretim O. Md. Yard. / ELAZIĞ
CUMHURİYET TÜRKİYE'SİNE BİR BAKIŞ
Yirminci yüzyılın başında, hattâ Cumhuriyet'in kurulduğu
yıllarda, Türkiye'nin bir ucundan öteki ucuna, tarımda karasaban dönemi
yaşanıyordu; Türkiyede traktör, İlaçlama âleti, ziraî ilâç, kimyevî gübre
üretilmiyordu; köylümüz bunları kullanmayı bilmiyordu. Tarım teknolojisi bin
yıl öncekinden pek farklı sayılmazdı. Cumhuriyet döneminde, nüfusumuz 10 milyon
civarından 50 milyonun üstüne yükseldiği halde, Türkiye halkı 1923'tekinden
daha iyi besleniyorsa, bunu bilim ve teknolojideki ilerlemelere ve artan üretim
gücüne borçluyuz. Cumhuriyetten bu yana nüfusu beş katına yakın artış gösteren
Türkiye'nin, bu süre içinde, buğday üretimini sekiz katına yakın arttırabilmesi
(ve başka tarımsal üretim alanlarında ayni gelişmelerin görülmesi) sayesindedir
ki, Türkiye bugün kendi nüfusunu besleyebilecek sayılı dünya ülkeleri arasında
bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günlerde, ülkede sanayi
teknolojisi Batı Avrupa'nın XIX. yüzyılın başında ulaştığı teknolojiden bile
geri idi. 1915 yılına ait istatistik bilgilerine göre, elektrik gücü kullanan
tesisler son derecede azdı ve bunlara sadece bir iki şehirde rastlanabilirdi.
Ülke, elektrik çağ! şöyle dursun, buhar çağına bile tam olarak geçmiş
sayılmazdı. Dereler üzerinde kurulup su gücü ile dönen basit değirmenler,
sanayi sektörünün önemli bir kesimini oluşturuyordu. Çeşitli üretim kollarında,
işyeri başına düşen ortalama işçi sayısı 2 veya 3'ten ibaretti. Hiçbir faaliyet
kolunda ortalama işçi sayısı 5'in üstüne çıkmıyordu, iş yerleri, genellikle,
"küçük zanaat" kategorisine giren atölyelerden ibaretti. Üstelik,
irili ufaklı bu iş yerlerinin üçte ikiden fazlası Türk'lerin mülkiyetinde
değildi. Yurt içi pamuklu dokuma tüketiminin yüzde 2'si yerli fabrika, yüzde
23'ü el tezgâhları ve yüzde 75'i ithal ürünleriyle karşılanıyordu. İthal edilen
pamuklu dokuma ürünleri, yerli fabrika üretiminin 38 katı civarında idi. İleri
Avrupa teknolojisi, Anadolu'un el dokumacılığını da yavaş yavaş yok ediyordu.
Türkiye pamuk üretimine elverişli bir ülkedir. Fakat Cumhuriyetin kurulduğu
yıllarda, insanımızın doğduğu zaman sarıldığı, yaşadığı sürece giydiği ve
öldüğü zaman kefenlendiği bezlerin çoğu Türkiye'de üretilmiyordu. Kaput bezi,
Anadolu'nun pazar yerlerinde "Amerikan bezi" diye satılıyordu. Birçok
yurttaş için, sırtına mintan, ölüsüne kefen bezi bulmak büyük sorundu.
Atatürk'ün Sümerbank bez fabrikalarıyîa başlattığı Türk dokuma ve konfeksiyon
sanayii, bugün kaliteli ürünleriyle, Türk müteşebbislerinin, teknik
elemanlarının ve işçilerinin başarılı çalışmalarıyla, Avrupa ve Amerika
pazarlarında rahatça rekabet edebilir hale gelmiştir. Dönüm başına elde edilen
pamuk miktarındaki büyük artış da, tarım teknolojisinde ve sulamadaki
ilerlemenin sonucudur.
1920'lerin Türkiyesinde, şeker üretecek bir tek fabrika
yoktu. İklim sarfları şeker pancarı üretimine elverişli olan Türkiye, şekerini
Rusya'dan, Orta Avrupa'dan getirirdi. Bugün, Türk köylüsü şeker pancarı
üretiminde, dönüm başına sağlanan verim bakımından dünyanın en ileri ülkeleri
düzeyine erişebilmiştir; bugün ülkemizde yalnız şeker pancarı ve şeker değil,
bir şeker fabrikasını kurabilmek için gerekli olan makina ve cihazlar da
üretilmektedir.
Cumhuriyet döneminin başlarında, köylümüz, kullandığı
kazmanın, küreğin sapını ağaçlardan kesip yontar, fakat bunların ucuna takacağı
çok basit bir çelik parçası için yabancı ülkelerin mamullerini arardı. Bundan
otuz yıl önce bile, Türkiye'de traktör sayısı yok denecek kadar azdı. Ülkemizde
traktör, kamyon, otomobil, otobüs üretilmesi şöyle dursun, bu araçların en
basit parçalan bile yapılamıyordu. Kısa bir süre öncesine kadar tarlalarına
traktör girmeyen Türkiye, bugün -teknoloji transferi yoluyla da olsa- ihtiyacı
bulunan traktörleri büyük ölçüde yurt içinde üretebilmektedir. Kamyon ve
otomobil yapabilen, bazı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine motorlu araçlar
ihraç edebilen Türkiye, arîtk yirminci yüzyılın başındaki, hattâ ortalarındaki
Türkiye değildir.
Bugün, büyük kapasitede üç ve orta boyda birçok demir-çelik
tesisine sahip olan Türkiye, artık demiryollarının yalnız raylarını değil,
vagonlarını, hattâ lokomotif-lerini üretebilecek düzeye gelmiştir. Kimyevî
gübre, petro-kimya sanayilerini kurmuştur.
1923'te, hattâ daha sonraları, bir torba çimento, basit bir musluk veya birkaç
metre su borusu bile imâl edemeyen Türkiye, bugün her çeşit inşaat malzemesini
üretmekte, bir kısım ürünlerini yurt dışına satabilmektedir. Bir torba çimento
yapamadığı için çimentoyu İngiltere'den, fayansı ispanya'dan, bir tabaka cam
üretemediği için pencere camını çeşitli Avrupa ülkelerinden getiren Türkiye,
bugün, çimentoyu da, fayansı da ihraç eden, ürettiği camları Avrupa ve
Amerika'da pazarlayabilen bir ülke haline gelmiştir. 1923'te bir devlet binası,
bir hastahane inşa edilirken, yalnız demiri, çimentoyu, sıhhî tesisat
malzemesini, boyayı, kiremiti vb. değil, mühendisi, ustayı ve kalifiye işçiyi
bile dışardan getirmeğe mecbur olan Türkiye, bugün dış ülkelerde büyük
bayındırlık işlerinin, dev inşaatların yapımını yüklenebilmededir.
Öğrencilerin elindeki basit bir kurşunkalemi, silgiyi, kitap ve defter kâğıdını
üretemeyen; yalnız dikiş makinasını değil, dikiş ipliğini bile yapamayan;
sofradaki bardağı, tabağı, çay-kahve fincanını bile dışardan almağa mecbur olan
Türkiye artık geçmişte kalmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda elektrik üretimi sıfıra yakın olan; bir tek köyünde
bile elektrik bulunmayan; hattâ iki veya üçü hariç, bütün il merkezleri elektriksiz
olan Türkiye, bugün bütün illerini enterkonekte elektrik şebekesine
bağlayabilmiş, bütün ilçelerini elektriğe kavuşturmuş; hattâ illerinin bir
çoğunda elektriksiz köy bırakmamıştır. Türkiye'nin her köşesini elektrik
enerjisine kavuşturma yolunda büyük mesafe alınmıştır.
Sadece, bazı alanlardan birkaç örneğini verdiğimiz ve saymakla bitmeyecek olan
bütün bu ilerlemeler yeterli midir? Kesinlikle hayır!...
Cumhuriyet dönemine girerken Türkiyenin hareket noktası çok
gerilerde idi. Bilim, teknoloji ve eğitim alanında, ileri ülkelerle aramızda
büyük bir uçurum vardı. Bilim, teknoloji ve çağdaşlaşma hamlesine 1632' de
tahta geçen Birinci Petro ile başlayan Rusya, hatta Osmanlı devletinden ayrılan
Balkan ülkeleri bile, bu alanlarda Osmanlı devleti ile kıyaslanamayacak kadar
ilerde idiler.
Çağdaşlaşma hamlesine 1860'larda başlayan Japonya, Osmanlı devletinden farklı
olarak, millî bütünlüğe sahip bir ülke idi; çağdaşlaşma atılımını başlattığı
sırada parçalanma değil, yükselme yolunda bulunuyordu; istilâ tehditlerinden
uzaktı. Tarih boyunca, dünyada, yabancı istilâsına ve hırsına en çok hedef olan
bölge Osmanlı devletinin bulunduğu bölge iken, Japonya, çağlar boyunca dünyanın
en az istilâ görmüş köşesinde yer almıştı. Resmî bir devlet dininin
bulunmayışı, dinin devlet işlerine karışmaması ve çağdaşlaşmaya en küçük ölçüde
karşı c'ıkmaması, Japonya'nın bir başka özelliği idi. Belki de en önemli fark
olarak Japonya, daha 1918 de öğrenim çağındaki çocukların % 98'ini okula
kavuşturmuş bulunuyordu. Halbuki, 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti,
çocuklarının % 90'ı okuldan yoksun bir ülke devralmıştı; Üsteliki eğitimden
yararlanır gibi görünen çok sınırlı sayıdaki evlâtlarımızın büyük çoğunluğu da,
çağdaş bilim ve eğitimle hiç ilgisi olmayan medreselere deyam eder durumda
idiler. Aşağıda göreceğimiz üzere, Cumhuriyet kurulduğunda, her alanda olduğu
gibi eğitim alanında da hareket noktası çok gerilerde idi. Düşününüz ki, bütün
Türkiye'de liselerin dokuzuncu, onuncu, onbirinci ısınıflarında okuyan
öğrencilerin sayısı sadeee 1247'den ibaretti... Hiçbir alanda yeterli sayıda
yetişmiş eleman yoktu. 1911 Trablus ve 1912'deki Büyük Zafer'e kadar, Türk
Milleti, üç ayrı kıt'ada ve pek çok cephede âdeta aralıksız savaşmağa mecbur
kalmıştı. Cumhuriyet yönetimi, bir uçtan bir uca harap, insangücü kaynakları
erimiş, üstelik Osmanlı döneminin dış borçlarının bir kısmını ödemeğe mecbur,
yoksul ve bitkin bir ülke devralmıştı. Kurtuluş Savaşı destanı bu şartlar
içinde yaratılmıştı. Türk Milleti,; bilim ve teknoloji atılımını da, bu güçlükler
içinde başlatmağa mecburdu.
Bütün bu gerçekler ve güçlükler göz önünde tutulursa,
Türkiyenin Cumhuriyet döneminde yaptığı atılımın önemi ye değeri daha iyi
anlaşılır. Hareket noktasının ne olduğu iyi bilinirse, Türkiye Cumhuriyetinin
sağladığı başarılar küçümsenemez. Ancak, Atatürk Türkiyesinin evlâtları,
sağlanan başarıyı hiçbir şekilde yeterli göremezler. Önümüzde,aşılması gerekli
çetin ve uzun yollar bulunduğunu da bilmelidirler. Atatürk'ün, daha
Cumhuriyetin Onuncu yılında söylediği gibi "az zamanda çok ve büyük işler
yaptık" diye sevinsek bile, hemen bu cümlenin ardından büyük önderin
söylediği şu sözleri de hatirlamamız gerekir: "Fakat yaptıklarımızı asla
yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak meeburiyetinde ve azmindeyiz.
Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en medenî ülkeleri seyiyesine çıkaracağız.
Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına
sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin
üstüne çıkaracağız... Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da
muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir.
Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekîdir. Çünkü Türk milleti, millî
birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk
milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında
tuttuğu meş'ale, müsbet ilimdir". Bilim ve teknoloji yarışının hızlanarak
sürüp gittiği dünyamızda, Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere düşen
görev bu bilim meş'alesine sahip çıkmaktır.
Hiç şüphe yok ki, Cumhuriyet gençliği, Atatürkün ne derecede
elverişsiz şartlar içinde ne kadar büyük güçlükleri aştığını hatırlayarak, onun
engin yurtseverliğinden ve aydınlık düşüncelerinden ilham alarak, çağdaş bilim
ve teknolojiye egemen olacak, en çetin güçlükleri yenecektir.
Turhan Feyzioğlu
Atatürk Araştırma Merkezi Üyesi
CUMHURİYET
Batı dillerinde cumhuriyetin karşılığı, ulusun
kendisini yönetmesi anlamına gelir. Cumhuriyet rejiminde iki unsur çok
önemlidir:
a- İdare edilenler
b- İdare edenler
Bu iki unsurun sahip olası gereken özelliklerin başında
dürüstlük gelir. Cumhuriyet rejiminde her iki tarafında dürüst ve namuslu
olması gerekir. Rejimin demokrasi paltformuna oturtulması şarttır.
Cumhuriyet, ulusun vatan ve hukuka sevgisi ve içten bağlılığı ile
yaşatılmalıdır. Bu nedenle cumhuriyete hayat veren damarların başında demokrasi
gelir. Gerçek cumhuriyet rejimlerinde sistemin demokrasi ile olan ilişkisi çok
önemlidir. Çünkü iç ve dış tehlikelere karşı cumhuriyet kendisini sert ve katı
bir şekilde ama demokrasinin gerekleri içinde koruyacaktır. Bunların dışına
çıkılmaması gereklidir, aksi taktirde demokrasi ile cumhuriyet arasında
kopukluk başlar. Bundan da en büyük zararı cumhuriyet rejimi görür. Onun için
cumhuriyet yöneticileri daima uyanık ve gözleyici durumda olacaklardır.
Demokrasiyi benimsemiş siyasi rejimlerdeki cumhuriyetlerde
özgürlüklerin kullanılma alanları, demokrasinin kuralları ile
sınırlandırılmıştır. Demokratik sistem ile idare edilen cumhuriyetlerde hiç kimsenin
sınırsız hak ve hukuku yoktur. Sınırsız hak ve hukukun olduğu rejimlere de
demokrasi veya cumhuriyet denemez. Çünkü demokrasilerde ve demokratik
cumhuriyetlerde kişilerin ve dolayısıyla toplumların özgürlükleri hukuk yolu
ile güvence altına alındığı gibi, buların sınırları da adaletin kalemi ile
çizilmiştir. Bu kısa açıklamadan sonra Atatürk'ün cumhuriyet ve devlet
anlayışına değinelim.
Atatürk, kurmuş olduğu genç Türk Devletinin yapısını 29 Ekim 1923 tarihinde
cumhuriyetin temelleri üzerine oturturken, en kısa zaman da bunun gereği olan
demokrasiye geçileceğini öngörüyordu. O da siyasi alanda demokrasinin çok
partili sistemle gerçekleşeceğinin bilincindeydi.
Atatürk'ün zamanımızdan yaklaşık üç çeyrek asır evvel
cumhuriyet için söyledikleri, bugün hala bazı batı ülkelerin elde etmeye
çalıştıkları düşüncelerdir. O söylediklerimi bilimsel bir temel üzerine
oturtmamış olsaydı, bu kadar zaman sonra düşünceleri hala güncelliğini
koruyabilir miydi? Atatürk sadece bilgili bir asker, uzak görüşlü bir devlet
adamı değil aynı zamanda gerçek bir düşünürdü. Ayrıca sadece düşünce üretmekle
kalmamış, bu düşünceleri gerçekleştirerek, üçüncü dünya ülkelerine
bağımsızlığın ve kurtuluşun yolunu da göstermiştir. Bugün bağımsızlık savaşı
veren pek çok ülkede Atatürk adı hala bir bayrak gibi dalgalanıyorsa nedenini
burada aramak doğru olur.
29 Ekim 1923 günü ilan edilen cumhuriyetin alt yapısını Atatürk aşama aşama
nasıl hazırlamıştı ?
Cumhuriyet laik bir sistem üzerine kurulacaktı. Yani
cumhuriyet idaresinde ne halifeye ne de onun kalıntılarına yer vardı. Cumhuriyeti
adaletli bir adalet sistemi koruyacaktı. Cumhuriyetin genç kuşakları çağ dışı
kara kafalılar tarafından değil, aydın bağımsızlık ve hürriyetin değerini bilen
aydın kafalı öğretmenler tarafından yetiştirilecektir. İmparatorluktan kalan
mantık dışı ne varsa hepsi kaldırılacak, cumhuriyetin temelini müspet ilim
oluşturacaktır. Cumhuriyetin yalnızca kanunlar ile, devlet zoru ile ve
yasaklarla korunamayacağının bilincinde olan Atatürk, onun gerçek değerini anlayabileceğini
söyleyebilmiştir. Geçen zaman içerisindeki olaylar bu ileri görüşlü devlet
adamının ve düşünürünün ne denli haklı olduğunu göstermiştir.
Bilgisiz ve bilinçsiz bir halk topluluğunun ulus olma hakkına sahip
olamayacağını vurgulayan Atatürk, ulusun bilinçlendiği oranda hak ve hukukuna
sahip çıkacağını biliyordu. Bu nedenle eğitim ve kültüre çok önem vermiştir.
Onun, bir bakıma kültürü, cumhuriyetin temellerinden biri olarak görmesindeki
neden budur.
Atatürk'e göre sadece cumhuriyete sahip olmak yeterli değildir.
Ona layık olmak da gereklidir. Bunun içinde gereken yol gene eğitimden
geçiyordu.
Hürriyet ve bağımsızlığın kıymetini, erdemli ve özverili,
çağdaş eğitim almış olan gençler, savaş alanlarında bu uğurda şehit düşen
askerlerden çok daha iyi bilebilirlerdi Bağımsızlık; hürriyet, cumhuriyet
bundan böyle savaşarak değil, bunları değeri bilinerek korunacaktı. Onun için
kılıçla elde edilen zaferler, siyasi, ekonomik, kültürel zaferlerle
taçlandırılmalıydı.
CUMHURİYET'İN İLANI
Lozan'n kabulü ve barışın sağlanması ile geride
Türk Devleti'nin siyasal yapısını belirleyecek
devlet şeklinin ve adının ne olacağı sorunu kaldı. T.B.M.M.'nin varlığı ile
egemenliğin kayıtsız - şartsız ulusa ait olan, insan haklarına dayanan bir
devlet sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse Meclis içinde
bulunanların büyük kısmı Padişah'a dinsel ve geleneksel bağlarla bağlıydılar.
Padişah'ın işgal ettiği Saltanat - Hilafet makamı yüzyıllardır kökleşmiş bir
teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de Osmanoğullarından başka hiçbir aile
iktidar olmamıştı. Egemenlik biri dinden, diğeri gelenekten gelen iki kaynaktan
çıkıyor ve Padişah'ta toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü kırmıştı,
fakat sistemin özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış biçimini değiştirememişti.
Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları sistemine geçişin bir
sonucu olarak Padişah'tan ulusa geçişi, bir ilke ve ülkü olarak Amasya
Genelgesi'nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920'de B.M.M.'nde somutlaşmıştı.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine oturmuştu.
Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini
de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri
milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa Padişah'ın ihanetini
bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah'ı hedef almadı. Genç subaylık
yıllarından beri inandığı ve Erzurum'da Mazhar Müfit'e not ettirdiği
"Cumhuriyet" inancını "Ulusal bir sır" olarak sakladı.
Kurtuluş Savaşı içinde "Cumhuriyetçi" bir düşünceyi ortaya atmak, iç
parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında
"Cumhuriyet" ilan edelim önerilerini red etmişti. Fakat Kurtuluş
Savaşı'nın Başkomutanı, Türk Ulusu'nun kurtarıcısı M. Kemal, Türkiye'nin
siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat'ın kaldırılmasını
sağlamakla attı. Saltanat'ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı
çıkmışlardı. Meclis'te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa'nın kararlı ve
sert tutumu sonucu Saltanat'ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu
endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle M.
Kemal Paşa'yı engellemeye çalıştılar.
2
Aralık 1922'de Meclis'e muhalif grup tarafından bir öneri verildi.
"İntihab-ı Mebusan Kanunu"nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede
"Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları
içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az
beş yıl oturmuş olmaları" gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu.
M. Kemal Paşa'yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge
üzerine söz alan M. Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye'nin sınırları dışında
kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara
karşı savaştığını, vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını
hatırlatıp, ulusun sevgisisi kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini
yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden
aldıklarını sordu. Önerge red edildi.
Mustafa Kemal'in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak
1923'de Batı Anadolu'da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O'nun
Ankara'dan ayrıldığının ertesi günü "Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet
Meclisi" başlıklı bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış
olduğu ve M. Kemal'in Ankara'dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı
anlaşılıyordu. Broşürün ana fikri, islam kamuoyunun son gelişmelerden
(Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet'in hükümet
demek olduğu ve Hilafet'in hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç
bir meclisin elinde olmadığı esaslarına dayanıyor, "Halife Meclisin,
Meclis Halife'nindir." sözleriyle bitiriyordu. Yürütme yetkisinin
Halife'ye verilmesini ve Meclis'in aldığı kararların ve kanunların Halife'yi
bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis'in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili
yasaların meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal'e ve O'nun
gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.
İzmit'e gelen M. Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı
açıklamada "Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife'nin değildir ve olamaz,
Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız Ulusundur." dedi. T.B.M.M.nin
büyük programının tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına
dayandığını, teokratik devlet biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin
ve çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak'ta yaptığı toplantıda, Hilafet'in
dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla
devrim yapılamayacağını belirttikten sonra "Devrimin kanunu mevcut
kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça
başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır" diyerek
gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için
İzmit'te yaptığı basın toplantısında, "Devrim" yapılacağını
açıklarken, Meclis'te birliğin sağlanması için "Müdafaa-ı Hukuk
Gurubu"nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların yararlı olmadığını
belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için politikaya karışmamalarını istedi.
Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım'ın ölüm haberi geldi. İzmir'de annesinin mezarı
başında devrimci inancını "Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim
için bir vicdan ve namus borcu olsun" sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu
sırada Lozan'ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara'ya döndü.
Meclis'te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey'in Topal
Osman tarafından öldürülüşü, M. Kemal'e saldırılara yol açtı. M. Kemal'i
kendilerine buyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı gruplar,
O'na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey, Kazım
Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa'lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp,
Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin
çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören M.
Kemal, 20 Mart 1923'te Konya'da yaptığı bir konuşmada Türkiye'yi Ortaçağ
karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle
belirtti: "Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz,
derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir
adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım
benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir
kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve
benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları
atanları tepelemektir... Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin
eğer bunu sağlıyacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle
olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız
kalsam; yine tepeler ve yine öldürürüm."
Cumhuriyet'e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça
görülüyordu. M. Kemal Paşa, 8 Nisan 1923'de dokuz ilkede görüşlerini
toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.
Savaş
zamanının T.B.M.M.'nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini dağıtıp,
seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15 Nisan'da,
Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun
değişikliği ile "Hıyanet-i Vataniye Kanunu"na, ileride gerekirse yine
İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi.
Yeni kurulacak Meclis'te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve
böylece Cumhuriyet'i ilan etmeyi düşünen M. Kemal'in bu çalışmaları yakın
arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları,
M. Kemal'in partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O'nu
pasif duruma getirmek istiyorlardı. Rauf Bey'in İsmet Paşa ile aralarının
açılması da bu ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan'dan dönen İsmet Paşa'yı
karşılamak istemeyen Rauf Bey Başbakanlık'tan bile istifa etti.
İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan'ı onayladı. Artık sorun Türkiye'nin
rejiminin belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923'de "Neue Treie
Presse" adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan
1920'de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip,
yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.
Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu.
Ankara 1920'den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi.
Meclis'te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim'de Ankara başkent olarak oy çokluğu
ile kabul edildi. Cumhuriyet'in ilanına bir adım daha yaklaşılmıştı.
M. Kemal'e Cumhuriyet'in ilanına fırsat veren bir hükümet buhranı oldu.
Başbakan Fethi Okyar Bey'e karşı Meclis'te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal,
"Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa"nın dışında
kabinenin istifasına karar verdi ve 27 Ekim'de uygulandı. Mevcut sisteme göre
her bakan Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden
seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir,
Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul'da bulunuyorlar ve temasları, Halife'ye
yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara'da' ise kabine kurulamıyordu. Bu
gelişmeler üzerine "Cumhuriyet İlanı" ile işi kökünden çözmeye karar
veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya'da İsmet Paşa ve bazı kimseleri
toplantıya çağırdı ve "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." diyerek
kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa'yı alıkoydu ve
birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi
hazırladılar. Ertesi gün saat 10'da Parti grubunda yapılan toplantıda, M. Kemal
Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını,
bunun çözumünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirtttkten sonra değişiklik
önergesini okuttu:
* Türkiye Devleti'nin Hukümet şekli Cumhuriyettir
* Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
* Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri
(Bakanlar Kurulu)
vasıtasıyla idare eder.
Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet
Meclisi'nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45'de yaptığı toplantıdan sonra
20.30'da "YAŞASIN CUMHURİYET" sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu
ve yeni Türk Devleti'nin adı kondu. "TÜRKİYE CUMHURİYETİ". Hemen
arkasından da Türk Ulusu'nun kurtarıcısı Gazi M.Kemal oy birliği ile
Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı M. Kemal, kendisini
Cumhurbaşkanı seçen Meclis'e teşekkür ettikten sonra "Son yıllarda
Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü
düşüncede bulunanlarınn ne kadar tedkikten uzak görünüşe önem veren insanlar
olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve
değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay
gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık
olduğunu eserleriyle ispat edecektir... Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve
muzaffer olacaktır." sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal
Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı
İsmet Paşa oldu.
19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlayan yeni ve bağımsız, bir
Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak
Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı'nın inanç ve başarısı nasıl
Atatürk'ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O'nun eseri idi. İleriki yıllarda
bunu şu sözleriyle belirtti. "Benim en büyük eserim Türkiye
Cumhuriyeti'dir."
SONUÇ
Bir zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu, gerek iç
gerekse dış etkenlerin sonucunda 18. y.y.'dan itibaren hızlı bir çökuntüye
girdi. Kapitülasyonlar sebebiyle Avrupa devletlerinin açık pazarı durumuna
geldi. Rusya ve Avusturya'nın devamlı saldırıları sonunda savaşları
kaybederken, önemli topraklarını elden çıkardı. İmparatorluğun bu çöküntüsünü
gören Padişahlar, İmparatorluğu kurtarmak için ıslahat önlemlerine başladılar.
Fakat yalnızca askeri olan bu önlemler etkili olamadı. III. Selim'in başlattığı
Nizam-ı Cedit ise 1807'de gerici bir ayaklanma ile son buldu.
19. y.y.'da çöküntü büyük hızla sürerken, Fransız
Devrimi'nin ortaya koyduğu ulusal bağımsızlık ve egemenlik akımları, Osmanlı
İmparatorluğu'nun Balkanlar'da yaşayan Hristiyan azınlıklarını etkiledi ve
bagımsızlık isteklerini kamçıladı. Sırp, Yunan ve hatta Mısır ayaklanmaları
İmparatorluğun iç bünyesini sarstı ve bunlar giderek bağımsızlık veya özerklik
kazandılar. Bu yüz yılda Rus tehlikesi karşısında İngiltere ve Fransa Osmanlı
İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü koruma potikası izlediler. Kırım
Savaşı'nda bu politika sonucu Rusya'ya savaş bile açtılar. 1838 ticaret
anlaşması ile imparatorluk ekonomik bakımdan batının eline geçerken, 1854'den
sonra başlayan dış borçlanma ile, 1881'de mali iflasa ve batının mali
denetimine girdi. II. Mahmut Islahatı ve Tanzimat da İmparatorluğun kurtuluşu
için çözüm olmadı. Genç Osmanlılar'ın çalışmaları 1876'da Kanun-u Esasi'nin
ilanını hazırladı. Birinci Meşrutiyet yaşama fırsatı bulamadan 1877-78
Osmanlı-Rus savaşı bu dönemin sonunu hazırlarken, Abdülhamid'in "İstibdatı"
başladı. Bu tarihten sonra İngiltere de koruyucu politikasını terk etti. Ermeni
konusu da ilk kez gündeme geldi. Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra Almanya'ya
yanaştı. Alman siyasi, askeri ilişkisi, Alman ekonomik ihtiraslarını da
getirdi. Bağdat Demiryolu projesi bunu simgeledi.
20. y.y.'a girilirken Abdülhamid'e karşı başlayan Genç Türk
hareketi gittikçe kuvvetlendi ve 1908'de II. Meşrutiyeti getirdi. Fakat 31 Mart
gerici ayaklanması ile 1909'da iç buhran yaşandı. II. Meşrutiyet de
İmparatorluğu kurtaramadı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük
akımlarının çatıştığı bu dönem, içte buhranlar, anarşi yaratırken, dışta da
Trablus ve Balkan Savaşları'nda büyük yenilgi ve tüm Makedonya'nın kaybı ile
sonuçlandı. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı'na Almanya yanında giren
İmparatorluğun kaderi de çizilmiş oldu. Bu savaştan çok ağır kayıplarla yenik
çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkesi ile kayıtsız şartsız teslim oldu.
Yüz yıldan beri süren Doğu Sorununun çözümü, Avrupa'nın
Hasta Adamının mirasının paylaşılması ile Türk Ulusu'nun dünya siyasi
tarihindeki varlığı ortadan kaldırılmak isteniyordu.
Savaş içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı
İmparatorluğu'nun paylaşılmasını kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya'da devrim
çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi. Türk Ulusu'nun hakkında karar verecek en
büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere Batı Anadolu'yu Yunanistan'a veriyor,
Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyor, Türk yurdunun geri kalan
yerlerini de Fransa ve İtalya ile paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun
eğen Padişah ve Hükümet, kurtuluşu İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve
aydınlar çaresizlik içinde, çoğunluk kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş
çareleri arayanlar Padişah - Halifesiz bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu
Amerikan mandasında görenler veya yörelerinin kurtuluşunu sağlamak için
çalışanlar vardı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonundaki perişan ve çaresiz
durumda, bir tek insan, M. Kemal topyekün kurtuluş ve tam bağımsız yeni bir Türk
Devleti kurmak düşüncesiyle Samsun'a geldi. O'nun yola çıktığı sırada ise
Yunanlılar İzmir'i işgal ediyorlardı. Padişah ve Hukümet ise İzmir'i
Yunanlılara veren İngilizlerin hala körü körüne her isteğine boyun eğiyorlardı.
Düşmanla işbirliği yapan Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin bu tutumları
karşısında M. Kemal, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının
esaslarını Amasya'da ulusu ve orduyu Padişah - Halifeye karşı ayaklandırmak
şeklinde belirledi. Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde de bu esaslar içinde yeni
bir Türk Devleti'nin kuruluşunun ulusal bilinçlenme, idari, siyasi
örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile bu esaslar İstanbul'da bir
kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul'u işgal ettiler. Bundan yılmayan
M. Kemal, Ankara'da ulusun meşru iradesinin eseri olan ulusal egemenlik
prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat bütün bunların gerçekleşmesi çok
büyük güçlükler ve olanaksızlıklar içinde yapılıyordı. Bir yandan İtilaf
Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan Padişah ve İstanbul
Hükümeti'nin M. Kemal ve B.M.M.'ni gayri meşru ilan etmesi, Türk Ulusu'nu
olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce yıldan beri dini ve geleneksel
iktidar kabul edilen Padişah - Halife ile bu değerleri yıkan ve yerine ulusal,
egemenlik değerleriyle ulusu bir araya toplamak isteyen M. Kemal hareketi
arasında bir süre bocaladı. Yer yer B.M.M.'nin otoritesine karşı ayaklanmalar
çıktı.
Doğu Anadolu'da Ermenilere, Güneyde Fransızlara karşı
savaşıldı. Batıda Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı Kuva-yı Milliye ile
çözüm bulan B.M.M. daha sonra düzenli ordu kurar. I. ve II. İnönü Savaşları ile
ilk askeri başarılarını sağladı. Diğer yandan dış ilişkilerde Sovyetler Birliği
ile Moskova Antlaşması'nı imzaladı. Sakarya Meydan Savaşı'nda Yunan Ordusu'nu
yendi. Fransa ile de anlaşan Türkiye İtilaf blokunu da parçaladı. 26 Ağustos
1922'de başlayan ve 9 Eylül'de İzmir'de Yunan Ordusu'nun denize dökülmesi ile
son bulan Büyük Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu'nun yenilmez azmini
bütün dünyaya kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan Antlaşması
ile de onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık savaşını kazanan,
"Türk Mucizesi"ni yaratan Türkiye'nin bu başarısı bütün Mazlum
Uluslara örnek oldu.
M. Kemal Kurtuluş Savaşı'nın bittiği yerde; Türkiye'nin
çağdaşlaşma savaşını başlattı. 1 Kasım 1922'de Saltanat'ın kaldırılışı ve 29
Ekim 1923'de Cumhuriyet'in İlanı ile Türkiye yeni devlet sistemini Fransız
Devrimi ile ortaya konan insan haklarına dayanan "Ulusal ve Laik Devlet"i
gerçekleştirmiş oldu. Ancak, çağdaş devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk
Devrimi'nin başarılması için Cumhuriyet döneminde Atatürk 'ün yeni mücadele
vermesi gerekiyordu.
Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, 1986, ss. 359-366
CUMHURİYET YÖNETİMİ
Türkiye Büyük Millet Meclisinin Saygıdeğer Üyeleri!
Büyük Millet Meclisinin hayırlı ve bereketli elinin, Türk
milletinin geleceğini yönetmeye başladığının beşinci senesini kutluyoruz. Bu
vesileyle yüksek heyetinizi saygıyla selâmlarım.
Geçen
sene Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin gerçek arzularına uygun olarak
devlet şeklini Cumhuriyet olarak kararlaştırdı. Cumhuriyet yönetimi, ülkemizin
en uzak köşesine kadar büyük bir heyecanla ulaştı, kabul gördü. Millet; cumhuriyetin,Türk
vatanını asırların kötü yönetiminden kurtaracak ve ülkeyi lâyık olduğu gelişme
seviyesine ulaştıracak yegâne yönetim şekli olduğunu anladı. Millet,
cumhuriyetin şu anda ve gelecekte her türlü tehlikeden korunmasını talep
etmektedir. Milletin talebi, cumhuriyetin denenmiş, sınanmış ve olumlu
sonuçları alınmış bütün esaslara bir an evvel ve tam anlamıyla geçilmesi
şeklinde ifade edilebilir. Yüksek Meclisin büyük bir önem vererek uğraştığı
teşkilâtı esasiyede (Anayasa'da), milletin talebini karşılamak hepimizin
görevidir. Diger taraftan, hükûmetin görevi, gelişmiş ve medenî yönetimin bütün
gereklerini anlaşılır ve çok hızlı bir şekilde ülkemizin tamamında uygulamak,
aksaklıkları gidererek geliştirmektir.
Görevimizi, milletin arzularına uygun olarak yapabilmeyi
bütün gönlümle temenni ederim.
Mustafa Kemal ATATÜRK
1 Mart 1924
10. YIL NUTKU
Türk Milleti;
Kurtuluş savaşına başladığımızın onbeşinci yılındayız. Bugün,
Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu, en büyük bayramıdır.
Kutlu olsun.
Yurtdaşlarım,
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk
kahramanlığı ve yüksek Türk Kültürü olan, Türkiye
Cumhuriyetidir. Buradaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli
ordusunun bir ve beraber olarak, azimkarane yürümesine borçluyuz. Fakat
yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak
mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzun, dünyanın en mamur ve medeni
memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve
kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin
üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizde zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici
zihniyetine göre değil; asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre
düşünülmelidir. Geçen zamana nisbetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda,
daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü
Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır, Türk milleti
zekidir. Çünkü, Türk milleti, milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini
bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet
yolunda, elinde ve
kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz
ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir
vasfı da, güzel sa’natları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki,
milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme
bağlılığını güzel san’atlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve
her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyerek inkişaf ettirmek, milli ülkümüzdür.
Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette hakiki huzurun
temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta, muvaffak olacaktır.
Bugün,
aynı inan ve kat’iyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir
bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin, büyük milletinin, büyük
millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha
tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük
medeni vasfı ile, atinin yüksek medeniyet ufkunda, yeni bir güneş gibi
doğacaktır.
Türk Milleti;
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük bayramını, daha büyük şereflerle
saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı, gönülden dilerim.
Ne mutlu Türküm diyene.!
Mustafa Kemal ATATÜRK
29 Ekim 1933
ATATÜRK'ÜN 24 NİSAN 1920 TARİHLİ MECLİS KONUŞMASI
(TBMM Kültür Sanat Yayın Kurulu tarafından yayınlanmış olan; Atatürk'ün Türkiye
Büyük Millet Meclisini Açış Konuşmaları, adlı yayın esas alınarak, TBMM
Kütüphane Dokümantasyon ve Tercüme Müdürlüğü'nce hazırlanmıştır.)
ANKARA MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ATEŞKESTEN MECLİSİN AÇILMASINA KADAR GEÇEN SÜRE İÇİNDEKİ SİYASİ DURUM HAKKINDAKİ MECLİS KONUŞMALARI
24 Nisan 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)
Sayın milletvekilleri!
Bu gün içinde bulunduğumuz durumu büyük Meclisinizin huzurunda tam olarak
ortaya koyabilmek için bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Arzedeceğim
konular birkaç bölüme ayrılabilir:
Birinci bölüm, Ateşkesten Erzurum Kongresine kadar geçen süre
içindeki durumla ilgilidir.
İkinci bölüm, Erzurum Kongresinden 16 Mart tarihinde
İstanbul'un düşmanlar tarafından işgal edildiği güne kadar olan süreyi içine
almaktadır.
Üçüncü bölüm, ise 16 Mart'tan şu dakikaya kadar olan durumla
ilgili olacaktır.
Açıklamalarım birtakım belgelere dayanacaktır. İzninizle o
belgeleri gerektikçe burada okuyacağım. Yalnız birinci dönem ile ilgili
açıklamalarım belki biraz şahsi olacaktır. İçinde bulunduğumuz durumu bütünüyle
aydınlatabilmek için o dönemden söz etmeyi gerekli buluyorum.
Yüce makamlarınızca da bilindiği gibi, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, milli temele
dayanan âdil bir barışı sağlayabilmek umudu ile ateşkes istedi. Bağımsızlığı
uğrunda dürüst ve cesur bir biçimde savaşan ulusumuz, 30 Ekim 1918 tarihinde
imza edilen ateşkes antlaşması ile silahını elinden bıraktı. İtilâf donanmaları
İstanbul'a girdikten sonra ateşkes antlaşmasının hükümleri bir tarafa bırakıldı;
gün geçtikçe artan bir şiddetle, saltanat hakları, hükümetin gururu, milli
onurumuz hiçe sayıldı. İttilâf heyetinden gördükleri özendirme ve koruma
sayesinde Osmanlı uyruğundaki müslüman olmayan unsurlar her yerde küstahça
saldırılara başladılar.
Meclis-i Mebusan'ın feshi, kuvvetini milletten almayan
hükümetlerin sık sık değişmesi ve halkın vicdanından doğan milli birlik
uğrundaki çalışmaların üzücü bir şekilde siyasi ihtiraslara kurban edilmesi
yüzünden dünyaya karşı milli varlığımız duyurulamadı. Yabancı kuvvetlerin
işgali altında inleyen başkentimizde kan ağlayan bütün onurlu kişiler, millet
aydınları, din ve devlet hizmetlerinin önde gelen kişileri, büyük hilâfet ve
saltanat makamı milli bağımsızlığımızın bu tehlikeli durumdan kurtarılmasının
ancak milli vicdandan doğan birliğin azim ve iradesine bağlı bulunduğuna iman
getirdiler. Fakat İstanbul'un baskı ve işgal altında bulunması sebebiyle milli
onuru korumaya maddeten olanak kalmamıştır.
İşte bu sırada, Anadolu'ya mülki ve askeri işlerle görevli
olarak ordu müfettişliğine atandım. 16 Mayıs 1919 günü İstanbul'u terk ettim,
Samsun'da bu iş için görevlendirilmemi, din ve millete hizmet etmek için en
büyük ve kutsal bir şeref olarak kabul ettim.
Milli vicdanın büyük iradesine bağlı olarak, milleti bağımsız ve vatanımızı
düşmanlardan arınmış görünceye kadar çalışmak andıyla 16 Mayıs 1919 günü
İstanbul'dan ayrıldım. Samsun'da işe başladım. İlk düşüncem, ülkemizde
güvenliği kendi olanaklarımızla gerçekleştirebileceğimiz inancı oldu. Aslında
Canik Livası'nın (Merkezi Samsun'da olan o zamanki sancağın adı) özel durumu da
bu konuda en hızlı biçimde davranılmasını gerekli kılmakta idi. Gerçekten
Rumların egemenliğini ve islâm halkının tutsaklığını amaçlayan, Atina ve
İstanbul komitaları tarafından yönetilen Pontus Hükümeti, Karadeniz sahili ile
kısmen Amasya ve Tokat'ın kuzey ilçelerinde oturan Osmanlı Rumlarının
hayallerini körüklüyordu. Alınan önlemler sayesinde başarılı sonuç elde edildi.
Fakat bu önlemler ve başarı yalnız Pontus dolayları ile sınırlı idi. Halbuki
her gün haksızlıklarını artıran İtilâf Devletlerine milli varlığımızı siyasi
olarak kanıtlamak ve fiili saldırılar karşısında ulusun namus ve bağımsızlığını
bilfiil korumak çok önemli idi. Aslında doğuda ve batıda, hemen ülkemizin her
yanında millet ve vatan haklarını korumak ve kollamak için dernekler
kurulmuştu. Bu dernekler, düşmanlarının esaret boyunduruğuna girmemek amacı ile
milli vicdanın azim ve iradesinden doğmuş kuruluşlardı.
Bu
sıralarda, bütün belediye başkanlarımıza İstanbul'da İngiliz Muhipleri Cemiyeti
(İngiliz Dostları Derneği.) kurulduğu ve her yerde derneğe katılarak
İngilizlere yardım edilmesinin gereği konusunda Said Molla imzası ile bir
telgraf geldi. Bu olayda Hükümetin ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam (Başbakan)
olan Ferit Paşa'dan bilgi istedim. Hiçbir cevap alamadım. Bilinmeyen kişiler
tarafından başlatılan böyle düzensiz ve çeşitli siyasi maceralara yönelik
girişimlerin, büyük felâketlere sebep olacağını anlayan ulus, Said Molla'nın
çağrısını önemsemedi.
Binlerce saldırı ve haksızlıklar altında inleyen ve İzmir faciası olayı
karşısında kan ağlayan millet, hükümetten ve itilâf devletleri temsilcilerinden
ağlayarak yardım ve hak isterken, pek çok belediye başkanı ve birçok milli
hakları koruma dernekleri gönderdikleri telgraflarda hakkımda güvenlerini
bildirerek benden bu konuda çalışma ve özveri istiyorlardı.
Yaşamımı ve kişiliğimi adadığım soylu ve ezilmiş ulusumun bu
haklı isteği üzerine artık benim için kutsal görev, milli iradeye uymayı her
şeyin üzerinde görmekti. (Sürekli alkışlar)
Bunun üzerine yayınladığım bir genelge ile millete kesin sözümü verdim. işbu
genelgenin son cümlesi şöyle idi:"Geçirdiğimiz şu ölüm ve kalım
günlerinde, bütün milletçe her tarafta arzu ve coşku ile elde edilmeye
azmedilen milli bağımsızlığımız uğrunda tüm varlığımla çalışacağıma güvenmenizi
isterim. Bu kutsal amaç uğrunda ulusumla birlikte sonuna kadar çalışacağıma da
mukaddesatım adına söz veririm"
27 Mayıs 1919 günü "Türkiye - Havas Reuter" adında
itilâf devletlerinin kurduğu ajans, bildiğiniz gibi toplanan Saltanat Şürası
(Padişahlık Danışma Kurulu) hakkındaki açıklamalarında "Genel kurulun
düşüncesinin, Türkiye için büyük devletlerden birinin koruyuculuğunu sağlamak
olduğu" kaydı ile yayın ve bildiride bulundu. Bu yayının doğruluk derecesi
hakkında bütün ulusta büyük bir şüphe ve tereddüt uyandı. Ajans haberinin
tamamen bir uydurmaya dayandığı ve Saltanat Şürasının hiçbir şeye karar
veremediği, çoğunluğun hükümete güven duymadıkları ve geleceğimizle ilgili
olayın bir milli şüraya sunulmasının gerektiği konusunda konuşmalar yapıldığı,
bundan dolayı herkesin milli bağımsızlık taraftarı olduğu anlaşıldı. Bunun
üzerine Sadaret Makamı'na aşağıda açıklayacağım bilgileri sundum ve durumdan
halkı haberdar ettim.
Yüce Sadrazamlık Makamına
27 Mayıs 1919 tarihli Türkiye - Havas Reuter ajansı, Saltanat Şürasında
çoğunluğun düşüncesinin, Türkiye'nin bütünlüğünü koruma şartıyla büyük
devletlerden birinin koruyuculuğunun sağlanması olduğunu yazıyor ve
açıklıyordu. Saltanat Şürası konuşmalarını aynen yayımlayan 27 Mayıs 1919
tarihli İstanbul gazetelerinin yazdıklarına göre yalnız Sadık Beyin yazılı
önergesinde İngiltere korumasının önerildiği ve bunun da genel kurulun fikri
olmadığı anlaşılıyor. Ajans ile gazetelerin yayını arasındaki çelişki, bazı
taraflarca üzerinde durulmaya ve ajansın gerçeği saptırmak konusunda kendini
yetkili görme cüreti ise soruşturulmaya değer görülmüştür. içinde bulunduğumuz
bu hassas devrede artık her gerçeği tam anlamı ile kavrayan ve bütün kötü
sonuçlara karşı en son özveriyi göze alarak milli bağımsızlığımızın korunması
konusunda kesin kararlı olan milletin, huzura kavuşması ve avunmasının Hilâfet
ve Saltanat makamından gelecek doğru ve samimi bir işarete bağlı olduğu
kanısındayım. Milli vicdanı temsil etmeyen haberler, endişelendirici tepkiler
yapabileceğinden bu konuda açıklayıcı ve uyarıcı olmanızı özellikle rica
ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
MUSTAFA KEMAL
Bu sıralarda, İzmir ve Aydın'daki iz bırakan faciaların
etkisi ile de millet uyanmış ve heyecanı dikkati çekecek bir düzeye varmıştı.
Ulusun düşüncelerini geçici olarak yatıştırmak arzusu ile olacak, Sadrazam Paşa
Paris'e davet olundu. Ferit Paşanın başkanlığı altında giden heyete milletin
güveni olmadı, ben de şahsen milletin bu haklı şüphesine katıldım. Millet,
giden heyetin programının açıklanmasını istedi. Bu pek karışık zamanda Harbiye
Nazırından (Milli Savunma Bakanı) aşağıdaki telgrafı aldım:
"Yüksek emirleriniz altındaki gemilerden biri ile hemen buraya gelmeniz rica
olunur."
8 Haziran 1919
Harbiye Nazırı Şevket Turgut
Bu davetin amacını ve içyüzünü anlayamadım, açıklayıcı bilgi istedim. Ayrıca,
konuyu Genelkurmay Başkanı olan Cevat Paşa'dan da sordum. Adı geçen kişiden 11
Haziran 1919'da aldığım cevapta "Kıymetli bir generalin Anadolu'daki
gezisinin kamuoyunda iyi. bir etki yapmayacağı düşünülerek İngilizlerin beni
istediği bildiriliyordu. Bu gerçeği öğrenince doğrudan doğruya saygıdeğer
Padişah hazretlerine şu fikirlerimi arz ettim.
Padişah Hazretlerinin devletli mabeyni (Sarayda ,Padişahın yazı ve görüşme
işlerine bakan daire, özel kalem kalem.) yüce başkâtibi vasıtasıyla Padişah
Hazretlerinin devletli katına:
Büyük ulusun ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce
saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun? Yüce Padişahım, ülkemizin bu gün
uğradığı büyük baskı ve bölünme tahlikesi karşısında ancak yüce varlığınız
başta olmak üzere, milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve
milletin bağımsızlığrını şan ve şerefi büyük hanedanının altı buçuk asırlık
yüce tarihini kurtarabilir. Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir.
Son olarak huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda, üzücü izmir olayı
dolayısıyla hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla ilgili görüşleriniz
bu gün bile belleğimdeki yerini korumaktadır.
Bu duygumu açıklamak isterim. İstanbul'dan son
olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız
Boğaziçinde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek,
"görüyorsun" dediniz. "Ben artık memleket ve milletin , nasıl
kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum" ve ellerinizi
kaldırarak, "inşallah millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek
beni ve gerekse kendisini kurtarır" buyurdunuz. Yazımda arz etmek
istediğim bu kutsal sözlerdir.
Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak
görevime devam ediyorum. Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu
daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım.
Şu bir ay içinde Zat-ı Şahanelerinin Anadolu'sundaki hemen bütün il, liva, ilçe
ve hudut boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve
memurların düşünce ve çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak
açık bir şekilde görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve
milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması için kesin
kararlı ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul'da iken milletin bu kadar kuvvetle
ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini düşünemedim.
Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal
şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi ve
bunun karşılığı olarak da gerçekten bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı
olunması gerekir. Son kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini
artırmıştır.
Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde
bile İstanbul'daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı
söylentilerden rahatsız durumdadır. Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya
yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok
olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan
kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.
Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen
görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların
mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar
içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa
ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar
karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi
eklemiştim. İşte milli vicdanın ciddi izlenimlerini ve meydana. gelen yeni
durumları, istilâcı çıkarlarına, zıt gören İngilizler ve vatanın zararına da
olsa, İngiliz taraftarlığını meslek edinen zayıf karakterliler, bu kere
güçsüzlüklerini ortaya koyarak beni İstanbul'a çağırmak girişiminde
bulunuyorlar. Pek şerefli hakanımızdan, milletine, vatanına bağlı ve bu uğurda
ölümü hoşgörü ile karşılayan benim gibi bir kumandanın, yüce saltanat haklarına
ve milletin ölmezliği ve var oluşuna düşman olanlarla işbirliği yapacağını ummaları
kesinlikle beklenemezdi. Bundan dolayı bendeniz Malta'ya gitmek veya en azından
iş görmez duruma getirilmek gibi ihtimaller karşısında bırakıldım ve doğal
olarak da bunu kabul etmeyeceğim, eğer zorunlu kılınırsam gönül rahatlığı ile
memuriyetimden istifa ederek eskiden olduğu gibi Anadolu'da ve millet sinesinde
kalacağım; vatan görevimi bu kez daha açık adımlarla sürdüreceğim. Millet
bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan
kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna
inanmanzı rica ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
M. KEMAL
Bütün milletin, durumunu anlayarak geleceğine kendi başına
hükmetmeye kararlı olduğunu anlamıştım. Milletin ve ülkenin şimdiki durumu göz
önünde tutularak, haklarını korumak ve kollamak üzere her türlü etki ve
denetimden arındırılmış milli bir kurulun oluşturulmasını gerekli gördüm. Bunun
için ilgili kişilerle görüşerek ve konuşarak Sivas'ta genel bir milli kongrenin
toplanmasını kararlaştırdık. Büyük ve kanlı tehlikeli olaylarla daha çok karşı
karşıya bulunan doğu illerimiz, Erzurum'da adı geçen il adına aynı amaçla bir
kongre toplanması girişiminde bulunmuştu. Sivas Kongresi için gizli bir bildiri
ve mektup yayımladım.
Bu mektup ve bildiri yüce malümlarınızdır. Bu sırada Müdafaa-i Hukuku Milliye
(Milli hakları koruma) derneklerine ait telgrafların çekilmemesi konusunda
Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü tarafından posta ve telgraf müdürlerine bir
emir verildiği haber alındı. Vatanın tutsak bulunduğu bu tarihi dönemde, milli
sesimizi duyurmada yararlı olan araçtan, milli kuruluşumuzun faydalanmasını
engelleme cesaretinin millete karşı büyük ve haince bir cinayet ve islâmiyete
karşı büyük bir günah olduğu açıktı. Bu acımasızca girişimin derhal önüne
geçmeyi vicdani bir görev saydım ve genelge ile her tarafa gereken emirleri
verdim. Durumu padişah hazretlerine arz ettim ve Sadaret makamına (Başbakanlık)
ve Harbiye Nezaretine (Milli Savunma Bakanlığı) ve Posta Telgraf Genel
Müdürlüğüne de yazdım.
24 Haziran 1919 tarihinde İçişleri Bakanı Ali Kemal Beyin de
bir genelgesinden haberdar edildim, bu genelgede; Haksız olarak yapılan elkoyma
ve acımasızca yapılan işgallerden ne derece üzüntü duyulursa duyulsun; Hükümet,
ne Yunanistan'la ne de başkası ile şu sıralarda savaş veya çatışmaya giremez.
Paris'teki konferansa giden delegelerimizin anavatanı kurtaracaklarına olan
ümidimiz günden güne artmaktadır. Savunma gerekçesi hazırlayanlara engel
olunuz. Haklarında acımasızca davranınız! Bunlar eski düşmanlarımızdır. İşleri
bozulmak üzere iken yeniden düzelmesine izin vermeyin! (Protestolar ve alçak
sesleri) denilmekte idi.
Ali Kemal Beyin bu çabasını engelledim ve bununla ilgili olarak yüce Padişahlık
makamına şu yazıyı sundum;
İçişleri bakanı beyin 18 Haziran 1919 tarihli illere yayımladığı şifreli bir
genelge, milli hakların korunması ile ilgili çalışmaları şiddetle yasaklıyor.
Pek acıklı ve üzücüdür ki aynı tarihte Posta Telgraf Genel Müdürü de milletin
sesini kısmaya yönelik bilgisizce hazırlanmış, başarısızlığa ve pişmanlığa
mahküm bir telgraf yayınlamıştır.
Yüce Padişahım! Devam eden bu günkü parçalanma tehlikesi
karşısında başta yüce saltanat makamınız olmak üzere kutsal durumunuzu kurtarma
ve korumaya azmetmiş olan yüce milletimizin de böyle küçültücü ve gönül kırıcı
bir düşünce ile yok sayılması tarihin ve milli vicdanın hiçbir zaman
affedemeyeceği olaylardır.
Gerçi böyle bir düşüncenin hiçbir yerde kabul edilmediğini ve uygulanmadığını
teşekkürlerimle arz ederim. Yine de yüce milletimize vatan ve devlet tarihine
karşı uygun görülen bu uygulamalar, gelecek ile pek acımasızca alay etmek
oluyor. Bu olay coşkulu bakışlara ve millet düşüncesine yansıdıkça, Hükümete
güvensizlik duymak gibi pek kötü sonuçlar doğurabileceği şüphesizdir. Size
durumu bu şekilde sunma cesaretini gösterirken, bağlılığımı saygı ile tekrar
ettiğimi yüce şahsının bilgilerine sunarım.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
M. KEMAL
27 Haziran 1919'da Sivas'a geldim. Görevden alındığım
konusunda Ali Kemal Beyin bir genelgesinin daha geldiğini öğrendim. 23 Haziran
1919 tarihli bu şifreli genelgede:
"İngiliz özel temsilcisinin arzu ve direnmesiyle görevden alındı. Adı
anılanın İstanbul'a çağrılması Harbiye Nezaretine ait bir görevdir. Fakat
İçişleri Bakanlığının kesin emri; Artık o kişinin görevli olmadığını bilmek ve
kendisi ile hiçbir resmi işleme girişmemek ve hükümet işleri ile ilgili hiçbir
isteğini yerine getirmemektir" deniliyordu.
Bu işlemle ilgili olarak Sadarete ve Harbiye Nezaretine 28
Haziran 1919'da şu telgrafı çektim:
"Müdafaa-i Hukuku Milliye (Milli hakları koruma) ve Reddi ilhak (,ilhakı
red Yunan hakimiyetini red) derneklerine yardım ettiğim ve İngilizler
tarafından ayrılmam istendiği için görevden alındığımı ve buna diğer bazı
yersiz sözler de eklenerek lçişleri Bakanı Ali Kemal Bey'in konuyu mülki
makamlara bir genelge ile duyurduğunu öğrendim. Bendenizi bu göreve seçerek
atanmamı buyuran Padişah hazretlerinin bu konudaki fikirlerini almak onuruna
erişemediğim gibi, ne yüce sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce
katından görevden alındığım konusunda hiçbir emir de almadım. Böylece Ali Kemal
Bey'in bu gizli yazı ve genelgesinin ne gibi yanlış düşünceler altında
oluştuğunu, devlet büyükleri arasında ayrıcalık ve ülkede kanunsuzluk,
asayişsizlik ve sonuç olarak da millet içerisinde anarşi yaratabilecek olan
düşünce biçiminin ne kadar gereksiz olduğunu açıklamayı gerekli görmüyorum. Ali
Kemal Beyin görevden ayrılması ile ilgili telgraf haberleri, belirtilen olayın
yüce Hükümetçe onaylanmadığını tümüyle göstermiş ve ülkede sebep olduğu kötü
etkiler ve yanlış anlama her ne kadar kısmen ortadan kaldırılmış ise de, bu
işlemlerin bakanlar kurulunun istek ve kararları dışında yapıldığına kesin
olarak inanmış bulunmaktayım. Bu tehlikeli ve sorumluluğu ciddi ağırlık taşıyan
düşüncelerin ülkenin ve milletin gelecekteki kurtuluşunu engelleyici büyük
ısrarlar getirebileceğini tekrarlamak zorundayım. Adı geçen kişi ile ilgili
işlem konusundaki kararı yüce makamlarınızdan arz ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
Tuğgeneral M. KEMAL
Bütün illere, bağımsız ve bağlı mutasarrıflara (Sancağın en
büyük mülki âmiri, vali ile kaymakam arasında yönetici), kolordulara ve ikinci
ordu müfettişliğine de şu telgrafı yazdım:
27 Haziran 1919
Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Redd-i İlhak gibi sadece vatanı ve milli
bağımsızlığı korumaya yönelik kutsal bir amacı desteklediğim için ve İngilizler
tarafından böyle arzu edildiğinden bahsedilerek görevimden alındığımı, İçişleri
Bakanı Ali Kemal Bey'in mülki makamlara gizli bir genelge ile bildirdiğini
öğrendim.
1. Bendenizi bu memuriyete seçip, atanmamı buyuran Padişah hazretlerinin bu
husustaki buyruklarını almak onuruna ulaşamadığım gibi, bu ana kadar ne yüce
Sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığıma
ilişkin hiçbir emir almadım. Bundan dolayı, Ali Kemal Beyin bu gizli yazı ve
genelgesinin ne gibi yanlış düşünceler altında oluştuğunu zaman ve olaylar çok
geçmeden halkın önünde aydınlatacaktır. Devlet büyükleri arasındaki ayrıcalık ve
ülkede kanunsuzluk, asayişsizlik ve sonuç olarak anarşi yaratabilecek olan bu
gereksiz düşüncenin, tarih ve millet önündeki tehlike ve sorumluluğuna
dikkatini çekmeyi gerekli buluyorum. Ali Kemal Bey'in yetkisinin üzerinde ve
milletimizin varlığına karşı olan bu gizli ve kanunsuz davranıştan geri
dönüleceği tabiidir.
1. Memuriyetimin sona ermesi konusunda padişah hazretlerinin
buyruğunu alırsam, doğal olarak resmi görevimden ayrılarak bunu başkalarından
önce özellikle benim duyuracağım bilinmelidir. Böyle bir durumda, vatanın
kurtarılmasını amaçlayan dini ve milli birliği korumak, bu milletin sinesinden
çıkan milliyetçi bir kişi olan benim için en yüce bir görev ve kesin bir amaç
olacaktır. Bundan dolayı, devlet tarafından ve padişah buyruklarına bağlı
olarak üçüncü ordu müfettişliği ve bunun devlet ve millete karşı olan
sorumluluğu üzerimde bulundukça, Babıâli'nin emirlerinde yer alan resmi
görevlerimizden dolayı bütün onurlu valiler ile bağımsız sancakların (İl ve
ilçe arasındaki büyüklükte bir yönetim birimi.) emirlerimi yerine getirmek
zorunda ve bu günkü gerçeği anladıktan sonra her zaman ve tarih karşısında da
sorumlu bulunduklarını ivedilikle bildiririm. Bundan sonra ordu müfettişliği
devletin bir resmi makamı olup hiçbir zaman kişi ile ilgili bulunmadığından
makamın kendine özgü yazışma ve düzenini iyi bir şekilde korumak ve devam
ettirmenin kanuni bir zorunluluk olduğunu ve bu bildirimin Ali Kemal Beyin
yazısının gönderildiği makamlara da ulaştırılması gereğini ek olarak arz
ederim.
2. İşbu telgrafın gelişinin bildirilmesini rica ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
M. KEMAL
İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey'le Harbiye Nazırı Şevket
Turgut Paşa'nın bakanlar kurulundan istifa ettikleri ajanslardan öğrenildi. On
saat kadar sonra 28 Haziran 1919 tarihli ve Şevket Turgut imzası ile aldığım
şifrede: "Dikkat geciktirilmesinin sorumluluğu vardır."
Birçok dilek ve yakınmalar ile tizden bir heyetin Paris'e gitmesine dörtler
meclisi izin verdi. Ne olacağımızı şimdi değil biz, hatta halen geleceğimiz ile
oynayanlar bile bilmemektedir. Yalnız bir avunma noktası düşmanlarımızın
hakkımızdaki düşüncelerinin az çok lehimize dönmüş gibi görünmesidir. Örneğin,
geçmiş aylarda barbar ve yönetimsiz olarak nitelendirilirken şimdi de uysal
fakat yardıma muhtaç bir millet olarak nitelendirilmekteyiz. Görenlerden
sürekli haber alacak olan düşmanlarımızın sizi pek kolaylıkla elde edecekleri
kesin görülmekle birlikte, zaten güçlükle hayat sürdürerek yaşayan bizleri de
ortadan kaldırmaya yöneleceklerdir. Şu yardımcı açıklamalarımla size karşı
dostluk görevlerimi ve vatan görevimi yerine getirmiş olduğum inancı ile, olay
çıkarmadan hemen İstanbul'a gelmenizi rica ederim. deniliyordu. Buna cevap
vermeyi bile gerekli görmedim.
Sivas'ta milli kuruluşun hazırlanması ve tamamlanması, Erzurum'dan sonra
Sivas'ta Osmanlı ülkesi adına genel bir kongrenin toplanması ve delegelerin
çağrılması için gereken bazı önlemler alınıp düzenlemeler yapıldıktan sonra
Erzurum'a gitmek üzere yıla çıktım.
2 Temmuz 1919 günü Erzincan'da Saray Başkâtipliği'nden
aldığım telgrafın başlıca noktaları şunlar idi:
"Daha önce ve son olarak dikkatlerine sunulmak üzere göndermiş
bulunduğunuz telgraflarınız için Padişah efendimiz hazretleri, sizlere karşı
yakınlık ve iyilikseverliğinizden dolayı duyduğu hayranlığa dayanarak ve özel
olarak, aşağıda yazılı olan öğütlerin bildirilmesi konusunda beni
görevlendirmişlerdir. Yüksek makamca bilinen vatansever duygularım nedeniyle o
yörede acele olarak bazı düzenleme ve girişimlerde bulunmanız, İngilizlerin
dikkatlerini çekmiş ve hükümeti baskı altına almışlardır.
Devletimizin. şimdiki durumu, Anadolu'da sanıldığı ve tahmin edildiği derecede
kaygı ve telâş verici değildir. Ulu Tanrı'nın yardımı ile devletin varlığı ve
egemenliği elde edilebilirse, saltanat merkezince taşranın kurtarılması
kolaylaşır. Şu sırada yüce zatınızın bundan yararlanarak İstanbul'a dönmeleri
belki yabancıların hükümete baskılarını azaltacaktır. Bu konu hakkınızda gurur
kırıcı bir işlemin uygulanması düşüncesiyle önerilmemekte olup, harbiye
dairesince görevden alınmanız da yüksek makamca düşünülmediğinden Harbiye
Nezareti'nden iki ay süreli hava değişimi istenilerek durum açıklığa
kavuşuncaya ve barış gerçekleşinceye kadar arzu edilen bir şehir veya kasabada
dinlenmenizin en uygun çözüm olduğunu hatırlamanız buyurulmuştur."
2/3 Temmuz 1919'da Mamahatun (Tercan Kazası) da.Harbiye
Nezareti'nden gelen Ferit Paşa'nın 30 Haziran 1919 tarihli şu şifresini aldım:
"Vatan sevgisinin çekici gücü beni yine Harbiye Nezareti'ne getirdi. Hükümeti
oldukça güç bir durumda buldum. Dış ilişkilerin korkunç durumda olması yanı
sıra bir de bunu büsbütün körükleyecek bir iç bunalımın karşısında kalınca
elimde olmayarak irkildim. Yüce zatınız gibi, ben de inandığım değer verme
gücüme dayanarak iddia edebilirim ki, sizi benim kadar ruhunuzun en derin
köşelerine kadar anlayabilmiş bir kişi yoktur. şimdiki durumda nasıl bir sebep,
hükümet ile yüce şahsınız arasında bir anlaşmazlık yaratmıştır, bilemiyorum.
şüphesiz ki bu durum, kötü niyetler etkisinde gerçekleri görememe durumunda
olanların uydurmalarından kaynaklanmaktadır. İngilizler tarafından bazı
komutanlarımıza uygulanan benzeri olmayan işlemlerin yüksek şahsınıza da
uygulanması hiç de beklenilen bir durum olmamakla birlikte, her ihtimali göz
önüne alarak bu işin iyi bir biçimde çözümlenmesi konusunu düşündüm.
Haksızlıkları inkâr olunamayacak olan düşmanlarımızın, yüce kudretiniz ve
vatanseverliğinizden duydukları korku, yüce şahsınızın böyle önemli bir askeri
memuriyette bulunmalarından kaynaklanmaktadır ve bu sebeple sizi bu görevden
ayırmak girişiminde bulunmuşlardır. Yenilgi devasız bir illettir. Birtakım
uydurma sözlerle vatan menfaatlerinin yok olmasına sebep olacakları korkusuyla
bunların arzularını önemsememek, üzülerek söylüyorum, hükümetin bir süre seçkin
hizmet sunamamasına yol açacaktır. Sizlere karşı pek çok yakınlık duyan Padişah
hazretleri bendenizi özel olarak kabul ederek bu işin iyi bir biçimde
çözümlenmesi hususunda görüşme nezaketini gösterdiler.
Sağlığınızdan bahsederek, gerek İstanbul'da ve gerekse arzu
ettiğiniz herhangi bir yerde hava değişimi istediğiniz takdirde gereğinin
yapılacağı, millet önünde ve hükümette, sahip . olduğumuz yeri korumuş ve
düşmanlarımızın arzularına da bu şekilde son verilmiş olacağı düşüncesi yüce padişahça
uygun görülmüş ve hatta kendileri bu durumun şerefli saraylarından da ayrıca
sizlere yazılmasını emretmiş ve ferman buyurmuşlardır.
Yüksek şahsınızın da kabul edeceği gibi, her arzunuzu elimden geldiği kadar
yerine getirmeye çalışacak olan bendeniz işbu dileğimi hem resmi hem de özel
olarak yapıyorum. Bu özel durumumdan dolayı şunu da söylemek istiyorum ki,
acele olarak vereceğiniz olumlu cevap, yalnız hakkımdaki güven ve
samimiyetinize delil değil, aynı zamanda bakanlık makamında ümit ettiğim başarıya
da bir başlangıç olacaktır. Ellerinizden öperim.
Padişah hazretlerine, hareket şeklim hakkında Harbiye Nezareti'ne yazdığımı
arzettim. Ferit Paşa'ya da durumun gelişimi ile ilgili açıklamalarda
bulunduktan sonra hava değişimi amacı ile Anadolu'da kalmakta bir engel
görmediğimi yazdım.
Harbiye Nazırı Ferit Paşa'nın Erzurum'da aldığım bir telgrafında:
"İstanbul'a hareketlerinin çabuklaştırılmasını rica ederim"
denilmekte idi.
Telgraf başında da Ferit Paşa şunları söyledi:
"Paşam! itilâf temsilcilerinin pek katı başvuruları beni bu günkü
telgrafımı yazmağa zorladı. Yüksek şahsınızı benim kadar kimse tanıyamaz.
Vatanımızın onuru ile ilgili yüksek amaçlarınızı bilmekteyim.
Bendeniz İstanbul'a onur vereceğiniz konusunda hem padişah efendimize hem de
temsilcilere söz verdim. Mahçup olmayacağıma eminim.
İtilâf temsilcilerinin de burayı onurlandırdığınızda size karşı saygı
göstereceklerini bildirmek isterim. Bu konuda kesinlik sağlanmıştır. (Gülmeler)
Ancak ve ancak yüksek şahsınızın hemen oradan ayrılarak buraya gelmeniz
gereklidir. (Beklesinler, sesleri ve gülmeler)
Ferit Paşaya verdiğim cevapta şunları söyledim:
1. Bendenizin vatan ve milletin kurtuluşuna hizmet etmekten başka bir amaç
taşımadığımı ve şimdi bile devletin sınırları içindeki çalışma ve hareketimin
bu konuya yönelmiş olduğunu, itilâf devletleri temsilcilerinin şahsımdan bu
derece kuruntulu bulunmalarının birtakım dedikodulardan kaynaklandığını ve
bunların, bendenizi bütün duygu ve düşünlerimle tanıyan Padişahın yüce
buyrukları ile hükümet emrinde çalışacağıma inanmış bulunan yüksek şahsınız
tarafından verilecek açıklama ve güvence ile düzeltilebileceğine ve
giderilebileceğine eminim,
1. Dört gün önce Padişah makamına göndermiş olduğum ve itilâf temsilcilerince
de itiraz edilindiği anlaşılan yazımın cevabı alınıp incelenmeden İstanbul'a
geleceğim konusunda söz verilmemeli idi.
2. Hiçbir uygun sebep buIunmadan İzmir'in ve Antalya'nın, hükümetimizin
bilgileri dışında düşman tarafından işgali ve silâhsız, çaresiz halkın Rum
eşkiyasına doğratılması ve sonuç olarak iffet ve namusun ayaklar altına
alınması ve şu anda da Aydın ilinin her tarafından bu uygunsuz durumun
sürdürülmesi ve tekrarı bir süre önce bu bölgeden Nurettin Paşa'nın alınması
ile ortaya çıkan bir komuta boşluğunun doğurduğu vahim sonuç değil midir? Bu
yöre için de böyle kanlı bir sonuç hazırlanmış ve buna engel görülen komuta
heyetlerinin değiştirilmesi gerekliliği hissedilmiş ise, temsilcilerin vatanı
yok etmeye yönelik istekleri karşısında hükümet ileri gelenleri için ikinci bir
hainliğe neden olmak yerine millet arasına kişi olarak karışmaları
vatanperverliğin örnek bir davranışı olur. (Alkışlar)
Doğudan Şevki ve İhsan paşaların alınması, vatanımızın
batısındaki bir bölümün acımasızca işgali programının yürürlüğe konmasını
önleyebildi mi?
Ferit Paşa'nın verdiği cevap şudur:
"Yüksek açıklamalarınız doğrudur. Ancak bir milli hareketin olacağına
inanan İngilizleri, yüksek kudretiniz ve vatanı korumak çalışmalarınız
endişelendirmiş ve düşmanlarımız tarafından her gün çeşitli nedenlerle
yaratılan dedikodu, bu endişeyi artırmış olacak ki bu gün yüce şahsınızın
ordunun başından alınıp İstanbul'a getirilmenizi Bab-ı âli'den istemişlerdir.
Bu istekleri tehdit eder bir biçimde söylemişlerdir. Dört gün önceki duruma
göre Padişah hazretlerinin yüksek onaylarına sunulan öneri bendenizden gelmiş
idi. Fakat bu günkü durum böyle ani ve ivedi bir daveti gerektiriyor.
Bab-ı âli'de makine başında geç zamana kadar sizi rahatsız
etme nedenim, sizin de bildiğiniz gibi, bir zorunluluktan ve vatan menfaatinin
gerekliliğinden doğmaktadır. Aynı zamanda İngilizler tarafından size hakkınız
olan saygının gösterileceği konusunda Dışişleri Bakanı vekili tarafından söz
alınmıştır. Bendeniz, ilk telgrafta da ima ettiğim gibi, Paris konferansı
kararlarına boyun eğmekten başka yapılacak bir şey görememekteyim. Şimdilik iyi
geçinme durumunu seçmek uygun gibi görülüyor. işte bu nedene dayanarak en kısa
zamanda İstanbul'a hareket etmeniz beklenmektedir.
Sizinle yapacağımız görüşmeler tabii ki bizi de aydınlatacaktır. Temsilcilere,
emirleri gereğini duyurmak üzere, hareket kararınızın zamanının en kısa zamanda
belirlenmesini rica ederek beklemekteyim."
Verdiğim cevapta şu maddeler vardı:
1. Dün sizlerden aldığım telgrafta Paris Konferansı kararlarına boyun eğmekten
başka yapılacak bir şey görülemediği söylenmektedir. Bu kararlar nelerdir?
Ajansların en son duyurusu milli bağımsızlığımızı ve geleceğimizi pek ümitsiz
bir durumda gösteriyor. Meselâ Paris Konferansı Trakya, Pontus, İzmir, Kilikya
konularını devletin aleyhine olarak belirlemiş ve doğu illerinde Ermenistan
egemenliğini kabul ederek onaylamış ise bu kararlara boyun eğmek için yetki ve
sorumluluk alan ve değerlendirenler kimlerdir? Sadrazan Paşa hazretleri vatan
ve milletin gelecek haklarını yok eden bu feci durumları ortadan kaldırmak ve
değişirmek için ne gibi olumlu maddi güvence ve ümitle dönüyorlar.
1. Padişahlık makamının, bütün devlet ve millet gerekçeleri
ve hilâfet hakları üzerindeki oyunlar konusunda samimi bir şekilde ve uygun bir
dille aydınlatılmaları ve görevlerinden dolayı sorumlu olmayan yüce Padişah
hazretlerinin güç ve buyruklarını daima gerçek dini dileklere ve devlete
yöneltmek gerekli bulunmaktadır. İstanbul'daki bazı kişiler ve özellikle bir
iki ay bile iktidarda kalamayan değişken kabineler, kendilerinde oluşan görüş
bozukluğu, vicdansızlık, milletin genel tutumuna ters düşen ve meşru olmayan
düşüncelerle bakanlık yönetmek ve yetki kullanmak gibi tarihin en feci
sorumluluklarından kesin olarak uzak kalmalıdırlar.
2. Bendenize gelince; Çok yanlış ve hatalı anlayış içinde
bulunulduğunu görüyorum. Bu gün vatanımızda bir millet kudreti varsa, bu akım,
felâketler sonucu uyanan milletin kalp ve düşünce gücünden doğmuştur. Bendeniz
de ancak buna uyuyorum. Benim buradan çekilmem ile ilgili düzenlemeler çok
hatalı ve özellikle çok tehlikelidir. Bendenizin korunması hakkında Dışişleri
Bakan vekili beyefendi tarafından İngilizler'den güvence alındığı
söylenmektedir. Buna çok hayret ettim. Çünkü devletler ve milletler adına ve
şerefine resmi bir şekilde imzaladıkları ateşkes hükümlerini korumaya bile asla
uymayarak alabildiğine saldırılarda bulunan ve pek çok onur kırıcı durumlara
neden olan İngilizlerin bu güvencesine inanmak pek saflık olur. Yalnız tam
anlamı ile inanılmasını isterim ki, eğer memleketin kurtuluş ve esenliği benim
çekilmeme bağlı olsaydı, kayıtsız şartsız ve geleceğim hakkında hiç bir ümit ve
amaç beslemeyi aklıma getirmeden, benliğimi kurban etmek kadar vicdani ve basit
bir şey olamazdı. (Alkışlar) Şunu eklemek isterim ki, aradaki büyük fark,
gerçek durumun henüz karşı tarafça anlşılamamış olmasındandır.
3. Seçildiği açıklanan iyi geçinme yolunu çok üzücü
buluyorum. Çünkü iyi geçinme, bir insanın zayıf noktasını hoş görmek ve onun
devam etmesini sağlamak değildir. Üzücü olmakla birlikte, ateşkes antlaşmasının
imzalanmasından bu güne kadar, hükümetlerin birbirine benzeyen yetersiz ve
zayıf durumlar göstermesi ve milli kuvvetleri desteklenebilir bir kuvvet olarak
kabul etmemesi, itilâf devletlerinin ülkemizi istilâ etmesine engel olamamış,
tam tersine amaçlarını kolaylaştırmıştır.
General Allenbi ile halen Padişah hazretlerinin
başmabeyincisi olan eski Harbiye Nazırı Yaver Paşa'nın bizzat yaptığı konuşmaya
ve adı geçen kişinin karşı karşıya bırakıldığı içler acısı duruma ve ayrıca bir
yabancı general ile eski Harbiye Nazırı Abdullah Paşa'nın görüşmelerinde
generalin kullandığı bağımsızlığı hiçe sayan sözlerine bu arada dikkatinizi
çekmek isterim.
Şimdiye kadar bundan önceki kabineler tarafından izlenen bu iyi niyet yolu
nedeniyle Anadolu'nun batı kesimi ve saltanat başkentinden, Hilâfet makamındaki
şerefli Hükümdarımızın saraylarına kadar her yer korkunç bir Sekilde işgal
edilmiştir. Ayrıca milli kuvvetler saptanarak yok edilmeye ve Doğu Anadolu için
de aynı ilginç işlemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu nedenle yüce şahsınızın
ve içinde bulundukları bakanlar kurulunun böyle girişimlere yardımcı olmama
vatanseverliği göstermeniz arzu edilir. Buna şunu da eklemek isterim. Görüş ve
düşüncelerimin gerçekleşeceği konusundaki inancım tamdır. Çünkü bu görüş ve
düşünce, her yöredeki bilgi ve milli onur sahibi kişilerin ortak ve genel
görüşüdür ve özellikle milli vicdanın izlenimlerine dayanmaktadır.
Anadolu'daki büyük komutan makamlarının bir süreden beri
sarsılması ve o boşlukların yerine ancak yetersiz ve bilgisizlerin doldurulması
gibi, Batı Anadolu'yu boğazlanmışcasına elinden kaptıran, onurlu kişilerin
yerine geçenlerin izledikleri politikaya bir kez daha dikkatinizi çekerim.
1. Ali ihsan Paşa ile Nurettin Paşa ve onun yerine getirilen Ali Nadir Paşa
olaylarına milli tarih açıklık getirecektir. Bu gün yüce şahsınızın sahip
bulundukları makam, vatan ve milletin kurtuluşunu sağlayacak bir güç
olamadığına göre yeni iş başına gelenlerin açtıkları yaraları bu kez de vatan
ve milletin doğu kısmına yaymalarına yüce şahsınız gibi varlığı ancak onurlu
bir yaşam olması gereken değerli ve tecrübeli bir kişinin baş eğmesine hiç te
gerekli ve zorunlu bir neden yoktur. Bağımsızlığını kaybeden makamınızdan
ayrılarak tarihin açık olan korkusuz sayfalarında övünülecek bir şekilde
yaşamanız sanırım bütün dürüst ve onurlu kişiler tarafından beklenmektedir.
(Bravo sesleri)
Ferit Paşa'ya en son verdiğim cevap şudur:
Harbiye Nazırı Ferit Paşa Hazretlerine
Erzurum, 6 Temmuz 1919
Ermenistan'a bağlanmalarına söz verilmiş olduğunu öğrenmekle heyecana gelen ve
coşan doğu illeri halkının arasından ayrılıp İstanbul'a gelmem konusundaki
önerinizi yerine getirmek konusunda kişisel irademi kullanmaya manen ve
maddeten imkân bulamıyorum. Durumun değerlendirilmesini, bilinen mertliğiniz ve
samimiyetinize güvenerek arz ederim, efendim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
M. KEMAL
Bunun ardından Sarayın yüce başkâtipliği eliyle aldığım
telgrafta "Sizlerce gerçekleştirilen ulu girişimler her nasılsa
İngilizlerce, vatan korunması şeklinde değil, başka bir şekilde kabul
edilmektedir. İngilizler yüce şahsınıza karşı gurur kırıcı hiçbir davranışta
bulunmayacakları konusunda kesinlikle söz verdiler " denilmekte idi.
Buna cevap beklemeden şu telgrafı gönderdiler:
"Yüksek memuriyetinize görülen lüzum üzerine son vermiş olduğundan hemen
gecikmeden İstanbul'a dönmeniz Padişah hazretlerinin emirleri gereğidir."
Padişah Başkâtibi Ali FUAT
Son cevabım şu oldu:
7 Temmuz 1919 Erzurum
Padişah hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtipliği eliyle Padişah
hazretlerinin yüce katına. şimdiye kadar gerek padişahlık yüce makamına ve
gerek Harbiye Nazareti'ne yazdığımı yazılarda vatan ve milletin ve yüce hilafet
makamının karşılaştığı üzücü olayları ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri ve
milli durumu bütün safhaları ve açığı ile ile arz ettim.
Böyle davranmakla kutsal varlığımın bana yüklediği en yüksek
ve en vicdani görevlerden birini yapmış oldum. Bendenizin çalışına ve
faaliyetlerinin İngilizlerce vatan savunması olarak değil, başka bir şekilde
yorumlanması nedeniyle yüce hükümetlerinin ağır baskı altında tutulduğu
yazılıyor ve bildiriliyor. Yüce Hükümetiniz ve yüce Saltanat başkentinizin ne
gibi baskı ve üzücü şartlar altında bulunduğu gerek benim tarafımdan ve gerekse
bütün asil milletimizce tam anlamıyla ve her yönüyle bilinmekte olup bu baskı
ve denetimin giderek daha da artması durumunda özellikle büyük sadaketle ve
aşırı derecede bağlı bulunduğum müşfik ve yüce amaçlar taşıyan yüreğinizin
sıkıntıya düşmesine hiçbir şekilde razı olamayacağım için, yalnız memuriyetime
değil, bütün şan ve şerefini, vatan ve milletimin ve kutsal yüce makamınızın
feyiz ve asalet nurundan alan ve pek çok sevdiğim kutsal askerlik yaşamıma da
veda ederek özveride bulunduğumu arz etmek isterim. (Alkışlar) Yüce saltanat ve
hilâfet makamınızın ve asil milletimizin sonuna kadar daima koruyucusu ve sadık
bir kulu olarak kalacağımı içten gelen duygularımla arz ve temin ederim. Yüksek
askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti'ne bildirdim. Onurlu
padişaha sıhhat ve esenlikler diler ve her türlü kötülükten korumasını Cenabı
Hak'tan dilerim. Yüce bilgilerinize sunarım.
Kulları
Mustafa KEMAL
Birinci dönem ile ilgili olan açıklamalarım burada
bitmiştir. Arkadaşlar, sizleri fazla yormamak için ufak bir aradan sonra devam
etmek istiyorum.
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)
- Efendiler!
Hepinizin bildiği gibi, 10 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum'da Doğu Anadolu
illerini kapsayan bir. milli kongre toplandı. Bu milli kongrenin koyduğu
şartlar, sanırım bilinmektedir.. Fakat şimdiye kadar yaptıklarımıza bir
başlangıç sayıldığı için sizlere hatırlatmak üzere önemli noktaları yeniden
okuyacağım. Erzurum kongresinin koyduğu şartlardan birincisi; I. Dünya
Savaşının genel durumu gereğince, düşmüş olduğumuz yenilgi nedeniyle
vatanımızın birçok önemli bölümü düşmanlarımızın istilâsı altına girmişti..
Millet, bütün isteklerinde maddi ve gerçekçi düşünmek ve ancak kuvvet ve
gücüyle sağlayacağı durumlarda kendine yeni bir sınır çizmek üzere idi. İşte
kongre bu sınırı çizmiştir. Bu milli sınırın dostlukla korunması için demiştir
ki: Ateşkes antlaşmasının imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde çizilen hudut,
sınırımız olacaktır. Vatanımızın sınırı olacak bu hududu, sanırım,
ayrıntılarıyla bilmeyen arkadaşlarımız vardır. Yeniden fazla ayrıntıya girmek
istemediğim için. şu şekilde açıklayacağım. Doğu sınırını Kars, Ardahan ve
Artvin'i içine alacak şekilde göz önüne getiriniz. Batı sınırı, bildiğiniz
gibi, Edirne'den geçiyor. En büyük değişiklik güney sınırımızda olmuştur. Güney
sınırımız İskenderun'un güneyinden başlar, Halep'le Kadıma arasında Cerablus
köprüsünde sona eren bir hat ve doğu kısmı da Musul ili Süleymaniye ve Kerkük
dolayı ve bu iki bölgeyi birbirinden ayıran hat.
Efendiler!
Bu sınır sadece askeri gerekçelerle çizilmiş bir sınır değildir, milli
sınırdır. Milli sınır, olmak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu sınır içinde
islâm ögesine sahip yalnız bir milletin olduğu düşünülmesin. Bu sınır içinde
Türk vardır, Çerkez vardır ve diğer islâm öğeleri vardır. işte bu sınır karışık
bir halde yaşayan, bütün amacını tam anlamı ile birleştirmiş olan kardeş
unsurların milli sınırıdır. (Hepsi islâmdır, kardeştir sesleri) Bu sınır
olayını kararlaştıran maddenin içerisinde büyük bir ana öğe vardır. Fazla
olarak da bu vatan hududu içinde yaşayan islâm unsurlarının her birinin kendine
özgü olan yörelerine, geleneklerine, ırkına özel olan ayrıcalıkları bütün
samimiyeti ile ve karşılıklı olarak kabul etmiş ve onaylanmıştı. Doğal olarak
bununla ilgili ayrıntılı bilgiler yoktur. Çünkü bu ayrıntılı bilgilere girmenin
zamanı değildir. İnşallah, varlığımız kurtarıldıktan sonra (inşallah sesleri)
kesin şeklini alacağından şimdilik ayrıntıya girilmemiştir. Fakat aslında bu,
maddenin kapsamındadır. Yine Erzurum Kongresi'nin milli esaslarından birisi,
efendiler, işte bu milli sınır içindeki yönetimin milli egemenlik esaslanna
dayanmasıdır.
Çünkü bizzat bulunmuş olmam dolayısıyla kongrenin o zamanki
anlayışını yakından bilmekteyim. Her halde Osmanlı topluluğunun bütünlüğü,
milli bağımsızlığın kazanılması, her şeyden önce yüce Saltanat makamının
dokunulmazlığı, mutlaka güvenilir bir kuvvete ve sağlam bir yönetime bağlı
olarak gerçekleşebilir. Bu ise ancak milli egemenlik esasına dayanan yönetim ve
kuvvetle sağlanabilir. Erzurum kongresinde milli sınırlarımız içinde yaşayan
müslüman olmayan unsurlar bile gözönüne alınmıştır. Hepimizce bilinmektedir.
Efendiler,
Müslüman olmayan unsurlar, azınlıklar adı altında bütün dünyanın üzerinde
durduğu ve özellikle bizim ülkemizle ilgili olunca pek büyük önemle göz önüne
alınan bir sorundur. Doğal olarak bu olaya bir kural koymak gerekir ve bu o
zaman da gerekli idi, Kongrenin koyduğu kural gereğince müslüman olmayanlara,
müslüman olanlara verilmiş olan haklar aynen verilecektir. Bundan daha normal
bir kural bulunamaz. Bununla aynı sınır içinde yaşayan insanlara aynı kanuni
haklar verilmiş oluyordu. Yine en önemli kurallardan birisi, devletin, milletin
iç ve dış bağımsızlığı idi. Millet bağımsızlığından vazgeçmiyor ve
vazgeçmeyecek esas kabul edilmiştir. Ancak, bu ana şart daima saklı ve
saygıdeğer tutulmak üzere, ülkemizin bayındırlık durumunu, milletimizin
varlığını ve genel olarak düşünce düzeyimizi göz önünde tutacak olursak, bütün
dünyadaki gelişme ile bunu karşılaştırdığımızda itiraf etmek zorundayız ki,
biraz değil, çok geri durumdayız. Bu nedenle duruınu değiştirmek için çok büyük
kaynaklara, çok çeşitli araca, kısacası her şeye ihtiyacımız vardır.
Milletimizin ilerleme ve yükselmesi için ve ülkenin bayındırlığı için, ihtiyaç
duyduğumuz her şeyi dışarıdan almak konusunda doğal olarak tam bir olgunlukla
hareket edeceğiz, dış ilgi ve yardımı tamamen uygun göreceğiz. Ancak arz
ettiğim gibi, bağımsız kalmak görünüş ve yetkisini daima korumak şartı ile...
Erzurum Kongresi'nin esas şartları bunlardan oluşuyordu.
Kuruluştan ve bununla ilgili ayrıntılardan bahsetmeyeceğim.
İşte, Erzurum Kongresi milletin yararı için ve halkımızla ilgili hayati
konuları görüşmek için toplandığı sırada İstanbul'da iktidar mevkiinde bulunan
Sadrazam Ferit Paşa kongreyi yönetenlerin tümünü suçlu ve haydut olarak kabul
etmiş, derhal tutuklanarak İstanbul'a gönderilmelerini bütün resmi, mülki ve
askeri makamlara bildirmiştir. Bunun da ayrıntılarını açıklamak istemiyorum.
Buradan Sivas Kongresine geçeceğim. Erzurum Kongresinden sonra 4 Eylülde
Sivas'ta genel bir kongre yapıldı. Erzurum Kongresi yalnız Doğu Anadolu'yu
temsil etmiş oluyordu. Sivas'a Batı Anadolu' dan ve Rumeli'den de delegeler
gelmiş olması nedeniyle yaralı vatanın genel kurulu olarak, Anadolu ve
Rumeli'de yaşayan bütün vatandaşlarımızın görüşü desteklenmiş oluyordu. Sivas
Kongresi, Erzurum Kongresinde tespit edilen şartları aynen kabul etmiş, yalnız
adını yaymakla kalmamıştır. Bütün Anadolu ve Rumeli'yi içine almak üzere birlik
ve milli dayanışma sağlanmıştır. Bu sırada içişleri Bakanı bulunan Adil Bey ve
Harbiye Nazırı Şerif Paşa, Erzurum Kongresi sırasında olduğu gibi ve belki
bundan daha da çok, yine milli egemenliğin kazanılması için, yine vatan uğruna
ve milleti kurtarmak için çalışanlara karşı birtakım kararlar alıyor ve bu
kararları akıl almaz bir hızla uyguluyorlardı. Tam kongre toplandığı sırada
Ferit Paşa ve arkadaşı Malatya'da Elazığ Valisi Galip Beyin emir ve
yönetimlerinde masum halkı aldatmak suretiyle bir kuvvet toplanmasına
çalışmışlardı. Harbiye Nazırı Şefik Paşa da milletimizden ve dindaşlarımızdan
kurulu bu masum askeri kuvveti desteklemek üzere emirler veriyordu. Ali Galip
Bey bu kuvvetlerle ani olarak gelerek Sivas'ı basacak, orada bulunan milli
kuvvetleri birer birer bir cani gibi asacak, kesecekti. Bütün bu düzenleme,
kendisinin vilâyete ve komutanlığa atanması içindi. Hareket için bir padişah
emri almışlar ve bu kişinin padişah emrini cebinde taşıdığı gerçeği
anlaşılmıştı. Sivas'a vardıktan sonra derhal telgraf başında İstanbul ile
konuşacak ve bunun ardından padişah emrini de yayımlayacaktı. Diğer taraftan
Ankara'da vali bulunan Muhittin Paşa Çorum'a gitmiş ve orada yine Harbiye
Nazırı'nın kendi emrine vermiş olduğu askeri kuvvet ile hareket ederek iki taraftan
Sivas'a baskın yapmayı plânlamıştı. Tesadüfen İstanbul ile bu kişiler arasında
alınan ve gönderilen şifreli telgraflar elimize geçti. Bunun üzerine derhal
İstanbul'a, başvurduk ve bunun gerekçesini anlamaya çalıştık. Tabii Ferit Paşa,
Şerif Paşa, Adil Bey güvenilebilir kişiler değildiler. Millet adına Sivas'ta
toplanmış olan kongre üyeleri yüksek hilâfet ve saltanat makamına, padişahlık
makamına telgraflar gönderdiler. Bütün heyetler telgrafhaneye koşarak
padişahtan haklarını istediler.
MEHMET ŞÜKRÜ BEY (Afyon Karahisar) - Paşa hazretleri, bir
nokta var: İngiliz Amirali "Mister Nowil" in girişimlerini
açıklamanız gerekli.
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) - Pek doğru! İngilizlerden
bahsetmek istemediğim için bu noktayı kaydetmedim, efendim. Gerçekten
İngilizler daha önce bütün Kürtleri aldatarak, onları Türkler ve diğer
dindaşlarından ayırmak için düşünebildikleri her şeyi uygulamaya
çalışıyorlardı. Bu uygulamada en büyük çabayı gösteren de yüzbaşı veya bir
söylentiye göre binbaşı rütbesine sahip bir kişi idi ve ne yazık ki ona
müslüman bir iki kişi de yardım ediyorlardı. Tam bu sırada Nowil adlı kişi
Malatya'ya gelmiş ve Alip Galip Bey'le iş birliği kurmuştu ve bu kişi Sivas
yönüne gönderilmesi düşünülen kuvvetin başında bulunuyordu. Yine bıraktığım noktaya
dönüyorum. Durumu Padişah hazretlerine arzetmek istedik, bütün telgraf
görüşmelerinin Ferit Paşa, Adil Bey ve arkadaşları tarafından kesildiğini
gördük ve bizim Padişah hazretleri ile görüşmemize izin verilmedi.
Önce Ferit Paşa'ya ve sonra da padişah hazretlerine
başvurulduğunu arz etmiştim. Ferit Paşa'ya güvensizliğimizi ve başvurularımızda
kendisine güvenmemekte olduğumuzu ve hatta durumu tümü ile açıkladıktan sonra
Ferit Paşa Kabinesi'nin yerine artık her halde milletin amaçlarına uygun ve güvenine
sahip bir hükümeti iktidara getirmek gereğini arzetmiş olduk. Bu arzımız Ferit
Paşa'nın yolu kapaması ile padişahın bilgisine sunulamamıştır. Bundan sonra
Ferit Paşa'ya dedik ki, bizi bu konuyu sunmakta serbest bırakmazsanız o zaman
millet, davranışlarında kendini hür ve bağımsız saymakta haklı olacaktır. Cevap
vermediler.
Bağımsızlık kendiliğinden tanınmış oldu. Kongre kendini
bağımsız olarak düşününce, tabii Mister Nowil'e, Ali Galip Beye ve onun
aldattığı masum insanlara karşı önlemler aldı. İlk önlem, tabii aldatılmış olan
dindaşlarımızı aydınlatmaktı ve bunu başarır başarmaz bütün aldatanlar, bütün o
caniler yalnız kaldılar ve oradan kaçmayı başardılar. Çorum'da bulunan Muhittin
Paşa da Sivas'a davet olundu, efendiler!
İstanbul'da Ferit Paşa Kabinesi ile milletin, bütün mülki
erkân ve ordunun bağlantısı bu suretle kesintiye uğratıldı ve bu durum tam 23
gün sürdü. 23 günlük sürede, hepinizce bilindiği gibi, milletimiz kutsal
amacını gerçekleştirmek için birlik ve dayanışmasını ne dereceye kadar
gösterebileceğini cesur davranışlarıyla ispat etti. Bu, millet için, hepimiz
için gurur duyulacak ve övünülecek bir durumdur. Nihayet 23 gün, sonra Ferit
Paşa işlediği büyük suçu, millet ve memleketin anladığını, milletin kararlı
olduğunu ve kahramanlıktan geri kalınayacağını sezerek istifa etmeye mecbur
oldu. Bundan sonra iktidara Ali Rıza Paşa gelmişti. Ali Rıza Paşa'nın iktidara
gelmesi ve bildiğiniz gibi, istediği kabineyi oluşturması hakkında Sivas
Kongresi'nin veya Sivas Kongresi'nin görevlendirdiği temsil heyetinin hiçbir
ilgi ve ilişkisi olmadığı bilinmektedir. Bunun için kongre temsil heyeti ile
kendiliğinden karşı karşıya gelmiş oldu. İlk bakışta Ali Rıza Paşa Kabinesi'nin
bakanları Ferit Paşa Kabinesi'nden devredilmiş gibi göründü. Bu durumda güven
duyma konusunda biraz kararsızlık oldu. İşte bu nedenle o zaman Ali Rıza
Paşa'ya karşı bulunmak gerekliliği hissedilmiştir. Önemli olduğu için
müsaadenizle aynen okuyacağım.
İktidara gelen Ali Rıza Paşaya 3 Ekim 1919 günü şu telgrafla
bilgilerimizi sunduk:
Anlayışlı Sadrazam AIi Rıza Paşa Hazretlerine,
Millet, şimdiye kadar devlet yönetimine geçenlerin, anayasaya ve milli amaçlara
ters düşen ve bilinen tutumlarından üzülerek, hukuka uygunluğu sağlamak ve
geleceğini güvenli ve becerikli ellerde görmek için kesin kararını vermiş ve
gerekli cesaretli girişimlerde bulunmuştur. Düzgün bir kuruluşa bağlı milli
kuvvetler, milletin kesin iradesinin, yüce Allah'ın emirleriyle tam anlamı ile
gösterilmesini ispat etme kudretini kazanmıştır.
Millet, kuvvet ve iradesini hiçbir zaman padişahlık makamına aykırı, ülke
yararına aykırı ve millete ters bir biçimde kullanmak arzusunda değildir.
Millet, Halife hazretlerinin kutsal şahsının güvenini kazanmış olan yüce
şahsınızla yüce arkadaşlarınızı güç durumda bırakmaktan kesin olarak sakınmakta
olup, tersine tam anlamı ile yardım etmeye bütün samimiyeti ile hazırdır. Ancak
bakanlar kurulu içinde Ferit Paşa ile çalışmış kişilerin bulunması, yüce
heyetlerinin düşünceleriyle milli isteklerin uygunluk derecesini olgunlukla
anlamak zorunluluğunu doğurmuş bulunmaktadır. Millet olarak tam güvenliğe sahip
olmadan atılmış olan her adım, düzelmeye başlamayı engelleyecek ve yarım
çarelerle yetinilmesi, millet ile yüksek heyetiniz arasında da yanlış
anlamalara neden olabileceğinden, uygun görülmemektedir. Bundan dolayı
heyetimiz, kesin ve açık olarak Sadrazam makamının yüce sahibinden aşağıda
belirtilen konuların yeni hükümetinizce uygun bulunup bulunmadığı ve kabul
edilip edilmeyeceği konusunu büyük bir saygıyla anlamayı görevlerinden sayar.
1. Yeni hükümetin Erzurum ve Sivas kongrelerinde
kararlaştırılan kuruluşa ve milletin meşru dileğine saygı göstermesi,
1. Milli Meclis toplanıp, denetim gerçek olarak başlayıncaya kadar milletin
geleceği hakkında hiçbir yükümlülük altına ve resmi işlere girilmemesi,
2. Barış konferansında milletin ve memleketin geleceği
kararlaştırılacağından, görevlendirilecek delegelerin bundan önceki gibi
yeteneksiz kişiler değil, milletin amaçlarını tam anlamı ile bilen ve
güvenilir, anlayışlı ve kudretli kişilerden seçilmesi.
Bu konuda tamamen anlaşma olması durumunda milletin vicdanından doğmuş ve bütün
itilâf devletlerince meşruluğu ve kudreti tanınmış olan milli kuruluşumuzun,
hükümetin yardımcısı olacağı ve bu şekilde hükümetin millet ve memleketin
geleceği hakkında barış konferansında meydana gelecek girişimlerinin daha
güvenilir ve etkili olacağı tabiidir.
Bir kez bu önemli noktalarda uygunluk sağlandığı anlaşıldıktan sonra, ileride
olabilecek normal olmayan durumları gidermek için bazı ek sunuşlarda bulunmamız
iznini yüce sadrazam makamına arz ederim.
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti adına;
MUSTAFA KEMAL
İşte bu önemli noktalar üzerinde anlaştıktan sonra, arada
bazı yazılar yazdık. Ali Rıza Paşa, Erzurum ve Sivas kongrelerinden bilgisi
olmadığını yazdı. "Gereği yerine getirilmek üzere önce bunları
bildiriniz" dediler. Hepinizin bildiği bildiriyi kendilerine ilettik.
Bakanlar kurulunun bunu incelemesinden sonra bile Sadrazamın verdiği cevapta
önemli noktaların Bakanlar kurulunca kabul edildiği bildiriliyor ve ondan sonra
da bizim hakkımızda birtakım kısıtlayıcı isteklerde bulunuluyordu. Bu
kısıtlayıcı isteklerin başlıcası, olağanüstü olaylar ve ortaya çıkan yirmi üç
günlük durumun giderilmesinden sonra, Meclis-i Mebusan seçimlerine ve hükümet
işlerine karışılmaması konularını kapsıyordu. Bizim verdiğimiz cevabı aynen
okursam olay daha çok açıklığa kavuşacaktır.
Yüce Sadaret Makamına,
"4 Ekim 1919 tarihli, sadaret makamının cevap telgrafının kapsamından
anlaşıldığına göre, derneğimiz temsil kurulunun yapmış olduğu sunuş ve
tekliflerin tamamen uygun görüldüğü ve kabul buyurulmuş olduğu, minnet duygulan
izlenmiştir. Bununla birlikte tarafımızdan taahhüt edilmesini istediğiniz
noktalarla ilgili olarak aşağıda olduğu gibi açıklamalarda bulunmamıza müsaade
etmenizi içtenlikle rica ederiz. Hükümetin yol gösterici davranışında kanun
hükümlerine tam anlamı ile uyulması doğal olup, kurulumuzca da bunun
sağlanmasını görmek tek amacımızdır. Son zamanlarda ortaya çıkan uygun olmayan
durumun ve kanunsuzluğun nedeni ve etkeni Ferit Paşa Kabinesi idi. Bu konu, adı
geçen kabinenin düşmesi ile, yüksek kurulunuzca kanun hükümleri içinde çalışma
ve Ferit Paşa Kabinesi tarafından yapılan kanun dışı işler ve davranışlar
dolayısıyla ortaya çıkan durumun kaldırılması için gereken kesin önlemlerin
alınması ve gereğinin yapılması ile ortadan kalkar ve böylece olması beklenen
olay ve devam edebilecek olan davranışlara sebebiyet verilmemiş olur.
Kurulumuzun, bakanlar kuruluyla kanuni hükümler içinde her türlü anlaşma ve
görüşmelerde bulunabilmesi için, önce hükümetin meşru ve kanuna uygun olan
milli kuruluşumuza iyiniyet göstereceğini açık ve kesin bir dille söylemesi
gerekmektedir. Aksi halde, kurulumuz ile hükümetimiz arasında karşılıklı güven
ve samimiyet bulunup bulunmadığı kuşkusu doğacak ve sonuç olarak bu da uyumsuz
davranış ve girişimlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Başkent ile
Anadolu'yu birbirinden ayırmaya kurulumuz ve temsilcisi bulunduğumuz millet
bireyleri sebep olmamışlardır. Tam tersine, düşünülen hükümetin Paris Barış
Konferansı'nda doğu illerimizi, tamamını geniş bir özerkliği olan Ermenistan
olarak kabul edişi, Toroslar sınır gösterilerek iki üç ilimizin tümünün Osmanlı
sınırı dışında bırakılması ve başkent ile illerimizin bazılarında ateşkes
antlaşması hükümlerine aykırı birçok işgaller ve devlet ve milletin bağımsızlık
gururunun kırılmasına seyirci kalınması, başkent ile Anadolu'nun birbirinden
ayrı düşünmelerine neden olmuştur. Ayrıca, bu duruma milli varlığını korumak amacı
ve dine dayanan azmi ile kutsal haklarını korumak için ayaklanan kongre
üyelerini eşkiya çetesi gibi cezalandırmak amacı ile Elâzığ ilinde birtakım
eşkıya toplayarak Sivas ve Elâzığ halkları arasında vuruşma için hazırlanma
emri veren bundan önceki hükümetin meşru olmayan icraatı da neden olmuştur.
Osmanlı topraklarının bir kısmının işgali tehlikesine
gelince; Milli kuruluşunuzun kurulmasından bu güne kadar hiçbir işgal olmadığı
gibi, tam tersine Ferit Paşa Kabinesi'nin hoşgörü ve günahının sonucu ateşkes
hükümlerine aykırı olarak işgal edilen Merzifon ve Samsun gibi illerimiz
boşaltılmıştır. Bundan dolayı, devletin birliğini heyetimiz değil, bundan
önceki hükümetin bozduğunu söylemeye gerek görmediğimi arz ederim. Tarafımızdan
hiçbir resmi daire işgal edilmemiş olup, ortada bulunmayan bir durumun
düzeltilmesi gibi bir şey düşünülemez. Milli kuvvetlerimiz aleyhinde bundan
önceki hükümetin yapmış olduğu yayının doğruluk derecesini araştırmak üzere
gelen ve başkentte milletin güvenini taşıyan, milli kuvvetlere dayalı ve meşru
olan bir hükümet bulamayan itilâf devletlerinin yollamış olduğu birtakım
görevlilerle yaptığım görüşmeler de siyasi bir resmiyet taşımamaktadır. Bu
görüşmelerin amacı, milletin geleceğe yönelik isteklerini milli kuruluşumuzun büyüklük
ve kudretini, milli iradenin genişliği ve kesinliğini onlara yakından göstermek
ve bununla milletimiz hakkında saygı ve güven sağlamakla sınırlandırılmıştır.
Bunun da barış konferansında gelecek için zararlı değil, aksine çok yararlı
sonuçlar sağlayacağı şüphe götürmez bir husustur.
Milletvekili seçimi hakkında bundan önceki hükümetin verdiği
emirler gereği hareket eden mahalli daireler henüz seçim kütüklerini bile
hazırlamaya yeni başlamış olduklarından seçimlerde halkın hürriyetine saldırı
ve engelleme şımdiye kadar maddeten mümkün olmadığı gibi, örneğimiz ve bir
siyasi kuruluş olmadığından, siyasi ihtirastan tamamen uzak bulunacağını ve
seçimlerde kesinlikle halkın anlayış ve vicdan hürriyetine karışmayacağım pek
çok kere bildirileriyle açıklamış bulunmaktadır. Hükümet işlerinde olan
duraklama, ancak resmi telefon görüşmelerinin arızasıdır ki, bu da milletin
şefkatli babası ve şerefi olan padişahına sunuşunu ve ricalarını iletmesine
engel olmuştur. Bu da padişah ve millet arasında bir engel oluşturan Ferit Paşa
Kabinesi'nin uygun olmayan tutumunun zorunlu sonucudur. Şu noktayı da ciddi bir
olgunluk ve önemle yüksek görüşlerinize sunmak zorundayız. Samimi
açıklamalarınızda memleketimizde meşrutiyet gereğince milli egemenliğin
yürürlükte bulunduğu açık ise de, feshedilmesinden itibaren Meclis-i Mebusan-ın
dört ay içinde toplanması Anayasamızın açık hükümlerinden, olmasına rağmen bu
güne kadar seçimlerle ilgili kütükler bile hazırlanmamıştır. Başka bir şekilde
açıklanması mümkün olmayan, dört ay içinde toplanma kanuni zorunluluğu altında
bulunan Milli Meclisin şu ana kadar toplanamaması Ferit Paşa Kabinesi'nin
açıktan açığa meşrutiyet idaresine bir darbesi ve Anayasaya açık bir saldırısı
sayılır ve ceza kanunun özel maddesine dayanılarak bir cinayet sayılıp, sebep
olanlar hakkında kanun hükümlerinin tam olarak uygulanması, milli egemenliği
kabul eden ve kanun hükümlerinin uygulanmasını kendisi için bir kanuni görev
sayan her meşru hükümet için ilk kutsal görev niteliğindedir. Bundan sonra
ayrıntılarla ilgili bazı noktalar vardır.
Efendim! Ali Rıza Paşa bu cevabımızdan sonra birkaç gün kendi
isteği ile sustu. Nihayet üç gün sonra karşımıza. bizimle konuşmak üzere
Harbiye Nazırı Cemal Paşa çıktı. Cemal Paşa'nın verdiği telgraf, bakanlar
kurulunun milli amaçlar içinde hareket için önerilen şartların tamamını kabul
ettikleri konusunu içeriyordu ve karşılıklı olarak yapılan önerilerle hükümetle
hepimizin çok ciddi ve samimi bir anlaşma yapmış olduğumuz izlenimini
alıyorduk. Fakat bu anlaşmanın gerçekleşmesi sözünden sonra, Cemal Paşa yeniden
bazı önerilerde bulundu. Bakanlar kurulu adına önerdiği konular önemli olduğu
için birer birer açıklayacağım.
1. İttihatçılıkla (İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilgili
kimse.) ilişkili bulunmamak, '
1. Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na katılmasının doğru olmadığı ve sebep
olanların adlarını tespit etmek için bazı yayın ların yapılması ve haklarında
kovuşturma açılması ve kanuni cezalarının verilmesi,
2. Her nevi cinayet suçlularının cezadan kurtulamayacağı,
3. Seçimlerin hür bir şekilde yapılabilmesi için güvence verilmesi,
bildiriliyor ve isteniyordu.
Buna verdiğimiz cevap, söylediğimiz düşünceler şöyle idi;
Harbiye Nazırı Cemal Paşa Hazretlerine,
9 Ekim 1919 tarihli yazınıza cevap vermeden önce temsil heyetimizin sayın
bakanlar kurulu üyeleri hakkında saygı duyguları ile en iyi dileklerimi
sunduğumu ve düşüncelerini birbirine söyleme ve birbirlerine düşüncelerini
bildirme ile iki tarafın dürüstlük ve samimiyeti kendisine önder kabul ettiğine
inandığımızı arz ederim. Çeşitli araçlarla duyurulması gerekli görülen yazınız
ve açıklanan dört madde hakkında temsil heyetimizin görüşü ve düşüncesi aşağıda
belirtilmiştir:
Rum ve Ermenilerle İngilizler başta olmak üzere itilâf
devletlerinin ve bunların suçlarına alet olan düşük Ferit Paşa Kabinesi'nin,
milli birliğe ve vatan mutluluğuna yönelik her çeşit girişimi ve meşru milli
faaliyeti genel olarak ittihatçılıkla suçlamayı bir meslek edinmiş oldukları
hepimizce bilinmektedir. Girişimimizin ve milli kuruluşumuzun ittihatçılıkla
hiçbir ilgisi olmadığı, kötü düşünen kişiler dışında gerek millet ve gerek
ilişkide olan yalancılarca anlaşıldığı halde açıkladığınız kötü anlayışı tam
olarak ortadan kaldırmak umuduyla Sivas Genel Kongre'sinin birinci oturumunda konuşmalara
başlamadan önce bütün delegeler, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
canlandırılması için çalışmayacakları konusunda açık olarak, birer birer ant
içmişler ve bu ant sureti her tarafta yayımlanmış ve ilân olunmuştur. Bundan
başka, yeri geldiğinde ve özellikle yabancılarla ilişkide bulundukça bu önemli
konu ile ilgili bildiride ve gerekli açıklamalarda bulunulmaktadır. Bununla
birlikte, önerdiğiniz gibi bu konuda yine fırsat çıktıkça, açıklama ve yayımdan
geri kalınmayacaktır. Yalnız bu konu göründüğünden başka bir biçimde ortaya
çıkarsa, durumu nedeniyle özel bir önem verilmesi gerekmektedir. Bu yönüyle,
sadece bakanlar kurulu üyeleri ile düşüncelerimizi karşılıklı söylememiz ve
yüksek heyetinizde bu konuda hâkim olan düşünceyi öğrenmek amacı ile temsil
heyetimizin buna ilişkin düşüncelerini arz etmeyi gerekli görmekteyiz.
Biz müslüman olmayan halk ile itilâf hükümetlerinin siyasi
durum karşısında gördüklerini, genel olarak ittihatçılıkla suçlamalarını doğru
bulmuyoruz. ittihatçılar içinde kötü yönetim ve yolsuzlukları ile memleketi
harabeye çevirenlerden oluşan bir küçük grup vardır ki işte millet ve bizim
gözümüzde asıl suçlu olanlar bunlardır. Yoksa ittihat ve Terakki üyesi olup
tarafsızlığını korumuş, kötülüğe âlet olmamış onurlu kişilerin bu şekilde zan
altında bırakılmaları ve özellikle her millette olduğu gibi iyiyi güzeli
gerekli şekilde ayıramamak, halkın bir kısmını zan altında tutmak doğru
değildir ve bunu ülkenin güvenliği, iç düzeni ve geleceği bakımından sakıncalı
bulmaktayız. Bundan dolayı, kabinenin, bu maddenin asıl amacının ne olduğunu
açıklamasını önemle rica ederiz.
2. ikinci madde içeriğine gelince: Bu konu, çok yönlü
düşünülmesi gereken ve çeşitli şekillerde yorumlanabilen bir husustur. Örnek
olarak, kafa tutmayı bile akla getirmektedir. Sonucunda felâket ve çok üzücü
olaylara neden olan ve bu gün için milletimizin memnuniyetsizliğine yol açan I.
Dünya Savaşına katılmamış olmak tabii ki çok daha iyi olurdu. Fakat buna
maddeten imkân yoktu. Çünkü katılmama, silâhlanmış bir tarafsızlığı, yani
boğazların kapalı bulundurulmasını gerektiriyordu. Halbuki vatanımızın coğrafi
konumu, İstanbul'un stratejik durumu, Rusların itilâf hükümetleri yanında yer
almış olması, bizim seyirci kalmamıza kesinlikle uygun değildi. Bunun yanı sıra
silâhlanmış bir tarafsızlığın devamı için paramız, silahımız, sanayiimiz,
kısaca, gerekli araç ve gerecimiz de bulunmuyordu. İtilâf devletlerinin ve
özellikle İngilizlerin para vermemesi bir yana, gemilerimize el koyarak
milletin dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği gemi yapımına ait yedi
milyon liramızı zorla alıkoymaları, (Abdulkadir Kemali Bey: Kahrolsunlar)
itilâf devletlerinin savaş ilân etmesi, bizim savaşa katılmamızdan dört ay önce
her yönüyle Osmanlı hükümetinin zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti kurulmasına
karar verdiklerini ilan etmiş olmaları ve hatta Bolşeviklerin yayınladığı gizli
antlaşmadan da anlaşıldığına göre, İstanbul'un Çarlık Rusyasına vadedilmiş
olması, savaşa itilâf devletlerine karşı girmemizin zorunlu olduğunu gösteren
açık delillerdir.
Bir de İngiltere ve Fransa'nın kendisine İstanbul'u vermeyi
tasarladıkları Rusya dururken, Balkan Savaşı uğursuzluğundan sonra milli
varlığımız ve askeri değerimize dayanmadan, milletimizi kendilerine katılmış
saysak bile, halkımızın bunu arzuladığını düşünmek doğru olamaz. Savaşa
girmemizi bir hainlik olarak nitelemek ve koca, bir milleti dört beş kişinin
oyuncağı durumuna düşürmek, düşüncemize göre yarar sağlamak şöyle dursun,, tam
tersine düşük Ferit Paşa'nın Paris'te sakat bir düşünce ile vermiş olduğu
Avrupa' dan merhamet dilenen demecine karşılık Clemenseau'nun cevabı olan
hakaret dolu sözlerin, Tanrı korusun, bir kere daha duyulmasına neden olabilir.
Bundan dolayı, mert bir biçimde gerçeği söylemek ve kahramanca savaşan bu koca.
milletin yenik düşmesinin zorunlu sonuçlarına katlanmakla birlikte, bu olayın
cinayet olarak kabul edilmemesi ve bu yüzden ceza verilmesinin düşünülmemesi
kusursuz ve yararlı bir prensip olarak kabul edilebilir. (Bravo sesleri ve
alkışlar)
Savaşa sebep olanlar hakkındaki konuya gelince; Savaş ilanı sorumluluğu olmayan
yüce padişahın yetkisi olduğuna ve o zamanki bakanlar kurulunun savaş ilânından
dört ay sonra toplanan Millet Meclisi'ne yaptığı açıklamalar üzerine alkışlarla
Meclisin güvenini sağladığına göre, olay Yüce Divan'ın incelemesinden geçmeden,
olur olmaz şu veya bunun aleyhine suçlamalarda bulunmak doğru olmayabilir.
3. Savaş sırasındaki kötü yönetimlerin açığa çıkarılıp
cezalandırılması, vatanımızda sorumluluğun büyük ve küçük her kişiye dağıtılması
ve kanun uygulamalarının tarafsız ve yüce adalete uygun olarak yürütülmesini
sağlamak en büyük dileğimizdir. Fakat biz bunun, birçok tartışmalara neden olan
kâğıt üzerinde, reklam şeklinde yayımlanmasından çok, fiilen uygulama ile
yabancı dostlarımıza gösterilmesini uygun ve yararlı görüyoruz.
4. Seçim hakkındaki görüşlerinizi bildiri ile yayımladık ve
ilân ettik. Bu hususta akla gelebilecek başka sorularınız varsa, emirlerinizin
bildirilmesini rica ederiz.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti adına;
MUSTAFA KEMAL
Efendim! Ali Rıza Paşa kabinesi ile aranızdaki önemli
yazışmalar burada son buluyor. Fakat bu son günde kabine, heyetimiz ile
yakından görüşmek ve ayrıntılar üzerinde anlaşmak için Bahriye Nazırı (Deniz
İşleri Bakanı) Salih Paşa'nın bizimle konuşmasını uygun görmüştür. Amasya'da
kendisi ile görüştük. Salih Paşa hazretleri ile hemen hemen üç gün üç gece
devam eden konuşmamız sırasında az önce açıkladığım kongrelerin kabul ettiği
prensipler ve kuruluş tüzüğünün önemli maddeleri birer birer okundu, tartışıldı
ve tam anlamı ile anlaşma sağladık. Görüşmelerimizde tutanak tutuluyordu ve bu
tutanak Salih Paşa hazretleri ile kongre adına kendileriyle görüşen heyet
tarafından imzalanmış ve uygunluk belirtilmiştir. Bunu aynen okumayacağım. Arz
ettiğim konulardan oluşmaktadır. Bildiğiniz bu maddeler için yalnız Milli
Meclisin onayı gerekmektedir. Bu görüşmelerin ayrıntılarına girmeyeceğim.
Yalnız Salih Paşa hazretlerinin imza koydukları tutanakta bizim
prensiplerimizde yer almayan bir durum kayıtlıdır. Oraya dikkatinizi çekmek
istiyorum.
Efendiler,
Bu konu, Milli Meclisin kurulma yeri ve toplanma sorunu idi. Genel durumumuz,
İstanbul'un özel durumu görüşüldü ve tartışıldı. O fıkrayı aynen okuyacağım.
Bundan sonra Sivas Kongresi'nin 4 Eylül 1919 tarihli kararlarının kuruluş kısmı
ile ilgili on birinci maddede yer alan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetinin durumu ile ileriye yönelik şekil ve faaliyetleri konusu görüşüldü.
Bu maddede, milli iradeyi egemen kılacak olan Milli Meclisin güvenlik ve
bağımsızlık içinde yönetim ve denetim görevini üstlenmesinden ve bu görevin
Milli Meclisce onaylanmasından sonra derneğin durumunun kongre kararı ile
tespit edileceği açıkça belirtildi. Burada açıklanan kongrenin, şimdiye kadar
yapılan Erzurum ve Sivas Kongreleri gibi dışarıda ayrı bir kongre sayılması
gerekli değildir. Derneğin programını onaylayan Milli Meclise, dernek tüzüğünde
açıkça belirtilmiş olan delegelerin de katılmasıyla yapacakları özel toplantı
kongre yerine geçebilir.
Milli Meclisin İstanbul'da tamamen güvenlik içinde ve
bağımsız olarak görev yapabilmesi gereklidir. Bu günkü şartlara göre bunun ne
dereceye kadar sağlanabileceği ayrıntılarıyla düşünüldü. İstanbul'un
yabancıların işgali altında bulunması nedeniyle milletvekillerinin yasama
görevlerini gerekli şekilde yapmalarına pek uygun olamayacağı görüşü ortaya
çıktı. Yetmiş seferinde Fransızların Liyon'da ve daha sonra Almanların
Weimar'da yaptıkları gibi barış sağlanıncaya kadar geçici olarak Milli Meclisin
Anadolu'da, yüce hükümetin uygun göreceği güvenilir bir yerde toplanması uygun
görüldü. Milli Meclisin toplanmasından sonra, güvenliği ve korunması konusu
ortaya çıkacağından bunun tam olarak sağlanması gereği ile, dernek temsil
kurul'unun kaldırılması ve kurulmuş olan kurumun çalışma hedefi, yukarıda
açıklandığı gibi, kongre makamının yerine geçecek özel toplantıda
kararlaştırılacaktır.
Milletvekili seçimlerinin özgürce yapılalıilmesi gereği, yüce hükümetce emir
buyurulmuş olduğundan seçimlerin yapılmasında dernek temsıl heyetinin en küçük
bir etki veya baskısı bulunmamaktadır.
Efendim, Salih Paşa Hazretleri tutanağa imza attıktan sonra
bu konuda Milli Meclisin toplantısına İstanbul'dan başka bir yerde olması
konusunu bazı bakanların uygun bulacaklarından emin olmadıklarını; bununla
birlikte bakanlar kurulu adına buraya geldiklerini ve kabine adına bizimle
görüştüklerini, onların uygun şekilde davranacaklarını umduklarını söylediler.
Ancak kendilerinin vicdan, akıl ve düşünce yönünden buna inandıklarını ve bu vicdani
düşüncelerini, bütün bakanlar kurulu üyelerine ve yüce padişaha anlatmaya
gayret edeceklerini, eğer bunu kabul ettiremezlerse ve bu gerçek karşısında da
hükümet Milli Meclisin İstanbul'da toplanmasını emrederse, bu konunun kendileri
için bir onur meselesi olacağından görevlerinden ayrılmak zorunda kalacaklarını
söylediler. Fakat zannederim, kendileri görevlerinden ayrılmamışlardır. Salih
Paşanın tahmin ettiği gibi, kendilerinin İstanbul'a dönüşlerinden sonra bu kez
de Harbiye Nazırı Cemal Paşa tarafından yine kabine adına gelen hir telgrafta
olay yeniden konu oldu. Çok önemli bulduğum için telgrafı aynen okuyacağım:
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine sunulacaktır.
Bahriye Nazırı Salih Paşa Hazretleri ile Amasya'da yapmış olduğunuz
görüşmelerin iyi bir sonuca ulaşması Bakunlar Kurulu üyelerince memnunlukla
karşılandı. Yalnız, Meclisin hilâfet ve saltanat başkentinden başka bir yerde
toplanması son derecede önemli ve tehlikeli görüldüğünden bu konudaki görüşümüz
aşağıda arz olunur:
İlk olarak Meclis-i Mebusan'ın İstanbul'da toplanmaınası
için gösterilen sebep, başkentte yabancı devletlerin kara ve deniz
kuvvetlerinin bulunması nedeniyle görüşmelerin özgürce yapılmasının
sağlanamayacağı ve bazı milletvekillerin oylarına bile saldırılmasının mümkün olduğu
görüşüdür. (Gülmeler) - ... Bu, bizim görüşümüzdür Bununla birlikte, İtilâf
devletlerinin tümü, meşrutiyet (Hükümdarla yönetilen bir ülkede hükümdarın
başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükümet şekli.) ile
yönetildikleri için, Milli Meclislerin her türlü saldırıdan korunmasının önemi
yanı sıra, böyle bir uygulamanın medeni dünyada ne derece kötü etki yapacağı
gerçeği de kendilerince bilinmektedir. Bu nedenle Meclis-i Mebusanın görüşme
güvenliğinin bozulması mümkün değildir. İtilâf devletleri tarafından
kendilerine karşı davranış yapılması beklenebilecek kişilerin sayılarının
aslında pek az olması nedeniyle, bu kişilerin millet ve devlet güvenliği için
bir özveri daha göstererek milletvekilliğinden istifa etmeleri, bu engeli de
ortadan kaldırabilir. Böyle bir durumun gerçekleştirilmesini, haklı olarak
cömert ve saygıdeğer kişiliğinizden beklemekteyiz.
İkinci olarak, bu buhranlı ortamda devlet büyükleri ile
halkımızın birbirleri ile olan ilişkiyi sürdürmeleri ve görüş birliği içinde
tek bir vücut olarak, yaşamakta bulunduğumuz tehlikeli durumdan var gücümüzle
vatanımızı kurtarmak için çalışmaları gerekmektedir. Meclis-i Mebusan'ın
taşrada toplanması durumunda, bir kısım bakanlık ve hükümet dairelerinin de
oraya taşınması gerekeceğinden, bunun güç ve imkânsız yönleri bulunmasının yanı
sıra, hükümetin taşınması yolunda bir başlangıç olarak düşünülebileceğini de
bildirmeyi gereksiz görüyorum. Bakanlar ile milletvekilleri birbirleriyle
ilişkiyi devamlı olarak sürdürmek zorınluluğunda bulunanlarından bakanların
İstanbul'da, milletvekillerinin taşrada bulunması mümkün değildir. Hatta
toplantı yeri olarak İstanbul'a en yakın olan Bursa bile seçilse, ulaşım
durumuna bakarak düzenli ve zamanında gidip gelmek, yazıları ve belgeleri
getirip götürmek mümkün görülmemektedir. Özellikle Sadrazam Paşa Hazretleri ile
içişleri ve dışişleri bakanlarının Meclis ile devamlı ilişkilerini sürdürmeleri
ve İstatanbul'dan da ayrılmamaları gerektiğinden bu iki zorunlu durumun
bağdaştırılması mümkün değildir.
Üçüncü olarak, Meclis-i Mebusanın taşrada toplanması
İstanbul'dan başka bir merkezin daha kurulması anlamını taşımasının yanı sıra,
İstanbul'un geleceği henüz aydınlanmadığından, daima gözleme fırsatı bulan
düşmanın ve özellikle Venizelos ve buna benzer kişilerin zararlı propagandalar
yapması için de gerekçe oluşturur. İstanbul diğer devletlerin başkentleri gibi
değildir. Yalnız Osmanlıların başkenti olmayıp yüz milyonlarca islâmın
sevgisini belirttiği ve darda kalınca, başvurduğu yer olduğundan, her ne şekilde
olursa olsun başlı başına hükümet merkezi olmak onurunu kaybetmesi durumunda
asırlık Osmanlı saltanatının Avrupa'dan kaldırılarak bir Asya beyliği haline
dönüştürülmesi ile kindarlara ve düşmanlara yeni bir silâh verilmiş olur. Bunu
önlemek için, bütün ülke kuvvetlerinin İstanbul'da toplanması özellikle bu an
için zorunlu görülmektedir.
Dördüncü olarak, bazı siyasi partiler ile Müslüman olmayan
unsurların seçilmesinin tarafsızca yapılamayacağı düşünülerek seçim lere girip
girmemekte hâlâ kararsız durumda iken, Meclisin Anadolu'da toplanması, Meclisi
Mebusanın sadece milli kuruluş mensuplarına kalacağı fikrini kuvvetlendirir. Bu
nedenle, onlar seçimlere katılsalar bile milletvekillerinin bir kısmının
Anadolu'ya gitmekten kaçınmaları ve İstanbul'da toplanma isteklerini
bildirmeleri de akla gelebilecek bir konudur. Böylece Meclis-i Mebusan'ın ikiye
ayrılarak, her ikisinin de çoğunluk sağlayamadığı duruma gelinir ve alınan
kararların gerçek ve güvenilir olmaması üzücü sonucu ortaya çıkar. Genel ve
özel durumumuzu devamlı olarak inceden inceye araştırma altında tutan ve
Türklerin kendilerini yönetmeye ve zor zamanlarda bile anlaşma yapmaya gücü
yoktur konusundaki düşünceleri için delil aramakta olan düşmanlara kullanılacak
bir koz verilmiş olur. Zaten konferans önüne çıkmamız ve orada iyi bir şekilde
kabul görmemiz, bütün milletin el ele, bir arada olması ve hükümetin de böyle
bütünleşmiş bir topluluğa dayanmasının uygun olacağı açıklama istemeyen bir
konudur.
Meclisin Anadolu'da toplanacağı söylentisi şimdiden birtakım dedikoducular ve
yabancılar tarafından çeşitli şekilde yorumlara yol açmıştır. Bunun çok
tehlikeli sonuçlara ulaşabileceği konusuna önemle dikkatinizi çekerim.
Harbiye Nazırı CEMAL
İşte efendiler, Ali Rıza Paşa Hükümeti'nin Milli Meclisin İstanbul'da
toplanması gerekliliğine ilişkin öne sürdüğü gerekçe ve düşünceler bunlardır.
İşte bu görüş, şahıslarına bile saldırı yapıldığı fikridir ve bizim bütün bu
düşüncelere karşı cevap olarak bildirdiğimiz görüşler de şunlardır:
Bu gün, yüce saltanat başkentinde Milli Meclisin toplanması fikrini uygun
görmeyenler, genellikle birbirine benzer düşünceler ortaya koymuşlardır. Bizim
bunlara 29 Ekim 1919 tarihinde verdiğimiz cevap şöyledir:
Sivas 29 Ekim 1919
Harbiye Nazırı Cemal Paşa Hazretlerine,
C. 27 ve 28 Ekim 1919 tarihli ve (300, 301) numaralı şifrelere.
Bu gün yüce saltanat başkenti ve islâm dininin hilâfet merkezi olan İstanbul,
düşman donanmasının topları ve kuvvetlerinin işgali altında, düşman polis ve
jandarmasının sorumluluğunda ve eli altında bulunuyor. Basın, itilâf devletleri
tarafından denetim altında, kişisel hukuk ve sosyal durumumuz bunların baskısı
altında, sayın kabine üyelerine varıncaya kadar giren ve çıkan herkes
yabancılar tarafından inceleme ve denetim altında bulunmaktadır. Tam anlamı ile
saltanat başkenti ve hilâfetimiz kuşatma altında olup bağımsızlığımız burada
manen ve fiilen yürürlükte değildir. Buna, bir de Rum ve Ermenilerin hükümeti
tanımamalarını ve itilâf devletlerine dayanarak bir çeşit ayaklanma durumunda
bulunmalarını ve birtakım bozguncu kuruluşların yaptıklarını da eklersek,
başkentimizin içinde bulunduğu üzücü ve korkunç durumu tam anlamı ile açıklamış
oluruz.
Bundan dolayı, bütün bu haksız uygulamalar ve bunların
ayrıntıları ile bildirilmesi ve açıklanması sonucunda Avrupa'dan, kamu oyundan,
hak ve adalet isteyecek ve kazanılmasını sağlayacak olan Milli Meclisin
İstanbul'da görev yapmasına bizce imkân bulunmamaktadır.
İtilâf devletlerinin meşrutiyet ile yönetilen birer hükümet olduğu bundan
dolayı Milli Meclisimiz, zararına girişimlerde bulunmayaca,kları konusundaki
görüşünüzü bir iyiniyet örneği olarak düşünmek zorundayız. (Alkışlar) Ancak
Avrupa devletleri, milletimizi meşrutiyeti ve hürriyeti sağlayabilmiş olgun bir
millet olarak kabul etmiş ve düşünmüş bulunsalardı, bu görüş doğru olabilirdi.
Aslında durum, tamamen bir iyiniyetin tersine gerçekleşmiş ve
gerçekleşmektedir.
İmzalamış oldukları ateşkes antlaşması hükümlerine aykırı tutumları ve
hükümetin yargı hakkına saldırıları, bizi insan olarak düşünmediklerine ve
verdikleri söze uymamayı, bize karşı dürüst olmayan bir davranış olarak kabul
etmediklerine bir delildir.
Birkaç kişinin şahıslarına karşı olabileceği düşünülen işlemlerin nedeni, bu
kişilerin Devlet ve milletin ve saltanat makamı ile hilâfetin bağımsızlığı ve
bütünlüğü uğrundaki uğraşı ve çalışmaları ise, bunlardan başka aynı ruh ve
düşüncede bulunan diğer kişilerin de saldırı hedefi olmayacağını kestirmek ve
güven vermek kesinlikle mümkün olamaz. Bundan dolayı bu durum bütün Milli
Meclise karşı da gerçekleşebilir.
Aslında yukarıda ayrıntılarıyla anlattığımız gibi, İstanbul
işgal altındadır ve tehlike fiilen mevcuttur. Milli Meclisin ise kesinlikle
güvenlik içinde bulunması önşarttır va önemlidir. Bu nedenle taşrada tam
güvenlik içinde bulunan bir yerde toplanılması kesin olarak zorunlu
görülmektedir.
Meclisin tolanması ve barışa kadar geçici olarak taşrada toplantılarını
sürdürmesi durumunda, açıkladığınız gibi bakanların bazılarının ara sıra veya
sürekli olarak İstanbul'dan ayrılmaları gerekmez. Bazı bakanların gidip
gelmeleri veya yetkili bırakmaları kesinlikle hükümet merkezinin taşınması
anlamına gelmez. Bundan başka, Milli Meclisin taşrada toplanması kesin bir
zorunluluğa dayandığından, İstanbul'dan başka bir merkez daha kurulması anlamına
da gelmemesi gerekir. özellikle geleceği şüpheli olan İstanbul yerine geleceği
bilinen ve güvenliği tam olan bir yerden kurtarma çalışmalarının yapılması
amaca daha uygur olur. Venizelos'un Atina'yı emin bulmadığı için bakanlar
kurulunu bile Selânik'te oluşturması ve kurması sonucu Yunan başkentini
tehlikede bırakmak yerine kurtardığı, bazı olaylarla ispatlanmıştır. Ferit
Paşa'nın Sadrazam ve Dışişleri Bakanı iken Avrupa'da aylarca kalması hükümet
tarafından sakıncalı görülmediğine göre, bu derecede önemli biı durumda hükümet
üyelerinin gerektiğinde Milli Meclisin bulunacağı yere gelip gitmelerinde
hiçbir engel olmayacağı açıktır. Bu toplantının İstanbul dışında olmasından
dolayı, Venizelos ve buna benzer düşmanların propagandada bulunacakları pek
tabii görülmektedir. Çünkü bu toplantının kendi zararlarına olacağını şimdiden
kestirmekte oldukları şüphesizdir. Salih Paşa hazretleri ile bu konuda görüşeli
iki gün olduğu halde, haberin memleket içinde anlaşılmasından önce yabancı
yerlere ulaşmış olduğu anlaşılıyor. Aynı görüşten hareket ederek, bunun da pek
tabii olduğu söylenilebilir. Her halde yabancıların, milletimizin düşüncelerini
anlamak konusunda, inceden inceye araştırma yapmakta oldukları kesindir.
Meşruiyetini ve hukukunu anlamış olan hiçbir milletin, düşman içinde, düşman
baskısı altında kendi hukukunu korumak üzere toplanmak isteyeceğini kabul etmek
doğru olamaz. Bu gün İstanbul'da toplanmayı istemek bütün ülke kuvvetlerini
burada bir araya getirmek, bu kuvvetleri kıpırdayamaz hale sokmak, sonuçta intiharı
amaçlamak demektir.
Bundan başka, Milli Meclisin bu durum altında başkentte
toplanması, milletin İstanbul'un işgal altında bulunmasını ve bunu
gerçekleştirmiş olanların haksızlıklarını aynen kabul etmesi demektir. Bununla
birlikte, Anadolu'da toplanması aynı zamanda başkentin üzücü durumunun dünyaya
karşı açıkça ve eyleme dönüştürülerek kınanması yararını sağlar.
Yüce Halifenin İstanbul'da bulunmaları göz önüne alınsa Meclisin taşrada
bulunması nedeniyle hilâfet makamı için islam dünyasının gözünde bir değişiklik
ve ters tepki olamaz. Çünkü Milli Meclis milletimizi temsil eden kuruluştur.
Hatta açılış için yüce padişahın bir vekil yollamaları da mümkündür. Hem bu
şekilde islâm dünyası Milli Meclisin hilâfet merkezinde toplanmaya cesaret
bulama dığını görerek bu kutsal makamın düşman tehlikesi altında bulunduğunu
hissedecektir ki, bunun yararı açıktır.
Müslüman olmayan unsurlara gelince, bunlar daha Tevfik Paşa
kabinesi zamanında seçimlere katılmayacaklarını ilân etmişlerdi. Bunların
katılmamaları kendi zararlarından başka bir sonuç doğurmaz. İnşallah, vatan ve
millet bağımsızlığını kazanınca ister istemez aynı , haklara sahip Osmanlı
vatandaşı olarak oturmaya mecburdurlar.
Siyasi partilerimizden bazılarının Anadolu'yu istememeleri
tabii olarak milli kuvvetlerin etkisi altında kalmak korkusundan olacaktır.
Halbuki milletin asıl büyük çoğunluğunu temsil eden milliyetçi milletvekilleri
de İngilizlerin etki ve baskısı tehlikesi nedeniyle İstanbul'u
istemeyeceklerdir. İstanbul'un çıkaracağı belirli sayıdaki milletvekillerinin
önemli bir kısmı, hiç şüphesiz milletle beraber olacağına göre taşraya
geleceklerdir. Hatta hiç gelmeyeceğini düşünsek ve meclisin ikiye ayrıldığını
kabul etsek bile oy çoğunluğunun İstanbul'a mı, yoksa taşraya mı ait bulunacağını
tabii şimdiden kestirmek mümkündür. Aslında bu gibi şüphe ve kararsızlığa
düşecek milletvekillerinin vatan ve millet uğruna istifa ederek özveri
gösterecekleri umulmalı ve beklenmelidir. Aydın kesiminde seçimlerle ile ilgili
olarak yapıldığı bildirilen yakınmalar Yunan işgali altındaki yörelerde
yapılıyor ise, bunun Rumlar tarafından düzenlendiğinden hiç kuşkumuz yoktur ve
bu, çok doğal görülmektedir. Haksız işgal olunan bu sevgili ilimizin Milli
Meclise milletvekili gönderebilmesi özel dileğimizdir. Böylece, millet fiilen
işgali tanımadığını ve bu zengin topraklardan ayrılmaya asla razı olmadığını
dünyaya ispat etmiş olacaktır. Buna hükümetin de resmen destek olması İzmir,
Adana, Musul illeri ile Maraş, Antep, Urfa sancaklarına resmen seçim için kesin
emirler vermesini siyasi durunun gereği olarak görüyoruz. Kurulumuzun verdiği
sözü tutan kişilerden oluştuğuna güven duymanızı özellikle rica ederiz. Daha
anlaşma yapıldığı gün, bunu bütün benliğimiz ile destekleyeceğimizi ve yardım
edeceğimizi arz ederek söz vermiş, durumu bütün milletimize bildirmiştik.
Aradan yirmi beş gün geçti. Bu süre sırasında bütün çalışma ve
davranışlarımızla hükümet görevlerini kolaylaştırmaya, hükümet kuvvetlerini
yüceltmeye çalışıyoruz. Buna karşılık kabinenin hâlâ özel tasarımızdan kuşku
duyması ve uygulamalar için adım atmamış bulunması, üzüntülerimize sebep
olmaktadır.
Milli kuruluşumuzun amacının kanunlara uygunluğunu kabul
ederek, gereğine uyularak yönetilmesini üstlenen hükümetin, kuruluşumuzu
lağvedeceğini ve tüzüğünde açıkça belirtilen temsil heyetimizin şimdiki çalışma
düzeninin değiştirilmesini isteyeceğini tabii ki aklımızdan geçirmiyoruz. Bu
durumda nasıl direnme ve yardım istenebilir? Bu kanunun açıklığa
kavuşturulmasını rica ederiz.
Tam tersine, Temsil Heyeti, Ferit Paşa Kabinesi'nin yapmış olduğu
haksızlıkların düzeltilmesi konusunun halâ ele alınmadığını görmekle üzgün
bulunmaktadır. Milli Meclis konusunda Temsil Heyetimizin görüşünü yukarıda
belirtmiş bulunuyoruz. Bununla birlikte, tutumumuzu milletin kamu oyu üzerine
dayandırmak bizlerce genel kural olduğundan; bütün il merkezleri heyetlerinin
bu konudaki görüşü de ayrıca sorulmuştur. Sonuca göre davranacağımız tabiidir,
efendim.
Temsil Heyeti adına
MUSTAFA KEMAL
Bizim bütün bu düşüncelere karşı cevap olarak bildirdiğinin
görüşler şunlardır: Bu gün yüce saltanat başkenti ve Milli Meclisin İstanbul'da
toplanması fikrini kabul etmeyenler de hemen hemen genellikle aynı noktaya
dayanarak düşüncelerini bildirmişlerdir. Bundan sonra Rıza Paşa kabinesi görüşünde
ısrar etti. Bu düşünce o zaman yalnız bizim heyetimizin görüşü idi. Bu konu,
kesin olarak kabul edilmiş bir karar şeklinde değildi. Onun için çeşitli
araçlarla bütün milletin düşünce ve eğilimini anlamaya çalışıyordum. Burada
olduğu gibi durumu açıkça belirterek sorduk: " Toplanma yeri neresi
olmalı? " Gelen cevaplarda her yörede özel olarak durum anlaşılmıştı.
Gerçekten İstanbul'da toplanmanın büyük bir felâket getireceği herkes
tarafından açıkça söylermişti. Ancak ortada bir konu vardı, o da hükümet
kanadının bunu uygun bulmaması. Milli Meclisin, Milli Meclis olarak Anadolu'da
daha güvenceli bir yerde toplanabilmesi, tabii ki, hükümetin uygun görüşü ile
durum'un yüce padişaha arzına ve böylece alınacak yüce emre bağlı bulunuyordu.
Milletvekilleri dışarıda toplanır, Ayan oraya gelir ve Milli Meclis olarak bir
araya gelir. İşte bu olmadıkça Milli Meclisin, Milli Meclis olarak toplanmasına
maddeten imkân kalmamıştır. Bu konu bizim için son derecede önemli olduğu için
arz ettiğim gibi halkın düşüncelerini öğrenmekle birlikte, Sivas'ta yetki
sahibi bazı kişilerle, üzellikle bütün komutanların katılmasıyla olağanüstü bir
toplantı yaptık. Ayın sonuca vardık. Bu sonuca göre bir Şer vardı. 0 da
milletvekillerinin tümünün aynı kanı ile durumu tehlikeli görüp kendiliğinden
dışarda bir yerde toplanmaları ! Tabii ki bu topluluk Milli Meclis olamazdı.
Belki bir millet meclisi olurdu. O nitelikte olmamakla birlikte, boyle basit
bir kongre halinde toplanmış olsa bile yapabileceği görevden daha büyük görevi
yapmış olacaktı.
Benim düşünceme göre milletvekilleri İstanbul'a
gitmeselerdi, Meclisi Mebusan orada toplanmasaydı, dışarıda güvenceli bir yerde
toplanıp orada bütün ülkeyi, bütün milletin başkentinin geleceğini konuşmuş
olsaydı, İstanbul işgal olunamazdı.
İstanbul'un işgaline tek neden hükümetin birtakım saçma ve köksüz görüşlere
saparak zaaf göstermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Milli Meclisin dışarıda
toplanması gerekliliği ve zorunluluğunu anlatmak konusunda da başarılı
olamadıktan sonra artık görüşlerimizi bildirmekten vazgeçtik. Yalnız yine
birçok felaketlerin ortaya çıkacağına olan inancımız sürdüğünden bazı önlemler
alarak vatan görevimizi gerçekleştirmeye çalıştık. Önerilerimiz hepinizce
bilinmektedir. Hiç olmazsa milletvekilleri İstanbul'un o zehirleyici çevresine,
havasına girmeden önce dışta birbirleriyle görüşsünler, tanışsınlar ve
birbirlerine düşüncelerini söyleyerek aydınlatsınlar. İşte biliyorsunuz, bu
amaçla Erzurum'da, Trabzon'da, Samsun'da, kısacası çeşitli merkezlerde, bölge
bölge, milletvekillerinin toplanmasını çok rica ettik.
İstanbul'a gidecek milletvekillerinden de mümkünse
düşüncelerimizi karşılıklı söylemek üzere Ankara'ya gelmelerini istedik. Bu
önerilerimizin hem birincisi ve hem de ikincisi kısmen oldu, buraya gelen
saygın milletvekilleriyle karşılıklı düşüncelerimizi anlattık, bütün tehlikeli
olabilecek durumlar konuşuldu ve geleceğe ait bazı önlemler de düşünüldü.
Hatırladığıma göre her şeyden önce Meclis-i Mebusanda bir grup kurmak gerektiği
şart olarak düşünüldü. Çünkü milletvekillerinin genel kurulu dayanışma içinde
bulunmazsa hiçbir amacın savunulması ve korunmasına imkân kalmazdı. Yine burada
görüldüğü gibi, kurulması düşünülen grup bütün anlamı ve görünümüyle Kuvay-i
Milliye'ye dayanacaktır. Bütün dünya da bunu bilecektir. Milletin gücüne
dayanmayan milletvekilleri hiçbir kimsenin gözünde güvenilir kişiler olamaz.
(Sürekli alkışlar) .
Burada toplantıya katılan arkadaşlarımız bu gereği tümüyle kabul etmişler ve bu
fikirle İstanbul'a gitmişlerdir. Fakat uzaktan gördüğümüze göre bu kararda
kesinlikle direnmemişlerdir. Direnmeyişlerinin nedeni de arz ettiğim gibi
görünüşte Kuvay-i Milliye ile ilişkili kabul edilmelerindendir. Her iki tarafa
yönelmiş bir cephe nasıl olur?
Efendiler, yurt dışında bu milletvekillerinin milli teşkilât
ile yeterince ilgili bulunmadıkları kararına varıldı. Bu durumda ya milli
teşkilât yoktur ya da zayıftır. Milli teşkilât varsa, ya korkulacak bir şey
değildir ya da bu milletvekilleri ile onun ilgisi yoktur. Bu nedenle her iki
durumda da bir güçsüzlük gözlenmiş oldu. Kuvay-i Milliye de önemsenmedi işte
düşmanlarımız bundan son derecede cesaret aldılar. Artık Kuvay-i Milliyeden ve
Meclis-i Mebusanı oluşturan sayın kuruldan korkuları kalmadı. Efendim, son bir
bölüm daha var izin verir misiniz ?
Sayın arkadaşlarımız, İngilizlerin varlığımızı yok etmek
için uyguladıkları gizli ve kirli sonsuz yöntemleri bulunduğunu: hepiniz
bilirsiniz. işte bu söylediklerimizle ilgili olarak İngilizler, İstanbul'da
yasama organımıza saldırı hazırlığı olmak üzere daha önce, bakanlar kuruluna
saldırıya geçmeyi tasarlamışlardı. Bu davranışın en açık delili Harbiye Nazırı
olan Cemal Paşa ile Genelkurmay Başkanı olan Cevat Paşay'a karşı yaptıkları
saldırı idi. Hepinizin bildiği gibi, İngilizler bu iki kişinin milletin, yararına
uygun olan çalışma ve davranışlarının kendi yararlarına uygun olmadığını
görerek bunları düşürmek istediler. Ve aynı istekle yüce Osmanlı devletinin
hükümetine de bir darbe vurmayı amaçlayarak Ali Rıza Paşa Kabinesi, uzun bir
kararsızlık devresinden sonra nihayet İngilizlerin isteğini yerine getirmeye
yöneldi ve sonuç olarak Cemal Paşa, Cevat Paşa görevlerinden alındılar. O zaman
gönül isterdi ki, Ali Rıza Paşa hazretleri ortaya çıkan bu yabancı saldırıya
karşı bütünüyle hükümeti ayağa kaldırsın, tepki gösterip olay yaratsın. Oysa
her zaman olduğu gibi, kabinemiz kuruntuya düşme ve işi idare etme politikasına
daha çok önem verdi ve düşmanın arzusunu yerine getirerek olayı kapattı. Bunun
ardından İngilizler görünüşte tatlı, kamu oyunun gönlünü alacak bir genelge
sundular. İngiliz siyasi temsilcisi, İngiliz Dışişleri Bakanlığı adına
hükümetimize bir nota verdi. Notada şöyle deniliyordu: önce, itilâf
devletlerine karşı başlatılmış olan ve Yunanlıları da içeren eylemleri
durdurunuz. lkinci olarak, Türkiye'de Ermenilere karşı yapılan soykırımdan
vazgeçiniz. işte bu iki önerimizi yerine getirmeniz durumunda İstanbul size
bırakılacaktır. Bu iki istek dikkate alınmazsa, barış şartları kötü biçimde
etkilenmiş olacaktır.
Efendiler, bu, tabii ki çok haince ve samimiyetten uzak bir
istek idi. Çünkü her iki öneride de, gerçekte yeri olmayan konular üzerinde
duruluyordu. Birincisi Yunanlıların da içinde bulunduğu İtilâf hükümetlerine
karşı eylemde Bulunmamak, saldırıya geçmemek önerisi. Zaten böyle bir şey olmadı.
Gerçi Yunan cephesinde, İzmir cephesinde, silâh ve mevzilenmiş birtakım
kuvvetler, milli kuvvetler vardı, fakat bu, devlet kuvveti, hükümet kuvveti,
ordu kuvveti değildi. Bu, Yunanlıların, ateşkes hükümlerine uymayan
davranışları ve insanlığa karşı dünyada eşine rastlanmayacak biçimde
zulmederek, facialar yaratmalarına karşın devletin koruyuculuğundan yoksun olan
milletimizin kendi namusunu, onurunu korumak ve kollamak için silâha sarılmak
zorunluluğundan kaynaklanıyordu. İtilâf devletleri bu masum islâm halkının
korunmasından söz etmemişlerdi. Sadece onlara saldıran kuvvetin önüne set
çekilmemesi gerektiğinden söz edilmişti. Diğer yörelerde bile itilaf
devletlerine hiçbir saldırı yapılamamıştı. Bu nedenle, sözkonusu isteğin asıl
içyüzü düşünüldüğünde bunun gerçekten uzak olduğu görülür. iktidardaki hükümet,
doğal olarak buna cevap verebilecek kuvvete, kudrete ve yetkiye sahip
bulunuyordu. Bu olayın tek ve en kesin çözümü, itilâf devletleri tarafından
Yunanlılara, islâm hayatına ve milletin şeref ve namusuna saldırıda
bulunmamalarının önerilmiş olması idi. İkinci istek ise, ülke içinde soykırım
yapılmaması ile ilgiliydi. Ermenilere karşı böyle bir tutum yoktu ve olay doğru
değildi. Ülkemiz gerçeklerini hepimiz biliyoruz. Hangi yörede Ermenilere karşı
soykırım yapılmıştır veya yapılmaktadır? Genel savaşın başlangıcından söz etmek
istemiyorum. Aslında, itilâf devletlerinin de bahsettikleri doğal olarak
geçmişe ait durumlar değildir. Bu gün ülkemizde faciaların yaşandığı
savunularak, bundan vazgeçmemiz isteniyordu. Kuşkusuz Ali Rıza Paşa Kabinesi bu
önerilere cevap ermiştir. Ancak yine Ali Rıza Paşa Kabinesi'nden olan bakanlar
kendi üyelerine, kendi memurlarına, kendilerine bağlı olanlara İngilizlerin
umut verici güzel sözlerini önsöz yaparak bu iki isteği aktarmış ve sonuç
olarak yapılması istenmeyen davranışlardan vazgeçilmesini bir genelge ile
duyurmuşlardı. Bu işlem, hiç şüphesiz kötü niyetle yapılmış değildir. Fakat
sorun, olayın anlatım şeklini bilememekten kaynaklanmıştır. Tabii ki, hükümet
yetkililerinin yayımladığı bu genelgeler, düşmanlarca öğrenilmiştir. Bunların
yayımlanması kesinlikle isteğin gerçek olduğunu kabul etmek değildi.
isteklerine bu kadar uygun davranılmasından da İngilizler yeterince tatmin
olmadılar.
Bundan kısa bir süre sonra, Ali Rıza Paşa kabinesine
Yunanlılar karşısında bulunan kuvvetlerin geriye çekilmesi önerisi yapılmıştır.
Hepimizin bildiği gibi, milli hattına çekilmek konusu Ali Rıza Paşa, böyle bir
öneriyi gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir konu olarak gördüğü için ve belki
başka nedenlere de bağlı olarak, bu baskıyı gerekçe göstererek görevinden
ayrıldı istifa etti.
Ali Rıza Paşa Kabinesi 23 Mart 1920 günü istifasını verdi. Böylece, kabineye oy
birliğine yakın bir çoğunlukla, güven oyu vermiş olan Meclis-i Mebusanın, bağımsızlıkla
ilgili çalışmalarını yürütme kudretini kaldırmak ve milli istekleri
gerçekleştirme yeri olan Milli Meclisi, herhangi bir şekilde barış üzerinde
etkili olamayacak bir şekle dönüştürmek amacı açık olarak anlaşılıyordu. Bundan
dolayı bütün millet bu durum karşısında, milletvekillerinin güvenine sahip olan
Ali Rıza Paşa Kabinesinin istifasını ölçülü bir şiddetle ve ülkemizde pek az
görülen bir birlik ve coşku ile protesto etti. Padişahlık makamına ve Meclis-i
Mebusan'a, Anadolu'nun en uzak köşelerinden protesto telgrafları çekildi.
Düşmanların bütün çalışması, barış esaslarının kararlaştırılacağı şu sıralarda
memleketimizi dışarıda ve içeride güçsüz bir durumda bırakarak istedikleri her
şeyi bize kabul ettirmeyi amaçlıyordu.
Şöyle ki:
İzmir olayını yerinde inceleyen ve Anadolu'nun çeşitli
yerlerinde inceleme ve araştırma yapmak için geziler yapan bütün Amerikalı ve
Avrupalı kişiler ve heyetler daima lehimize düşüncelerle dolu olarak ülkelerine
dönmüşlerdir. Bu kişiler ve kurullar Avrupa ve Amerika kamu oyunda çeşitli
araçlarla ülkemiz aleyhine yapılan kışkırtıcı propagandalara karşı üstünlük
sağlamışlarsa da, barış için kesin kararların belirlenmesini üstlenen barış
konferansı çerçevesi içinde çok az etkinlik taşıyan, gerekli önemli vurgulayamayan
bir durum yaratmışlardır. İşte böylece, geleceğe yönelik çıkarlarını, çeşitli
baskılarla bütün dış ülkeleri aleyhimize çevirmekte gören bazı kuruluş ve
unsurlar ise, tarafımıza yöneltilen bu akımı temelinden yıkmak ve bütün dış
ülkelerin milletimiz lehine, düşüncelerinde değişiklikler olmasına fırsat
vermemek için, tümüyle yalan olan en son Ermeni soykırımı uydurmasını
düzenlediler ve açıkladılar. Aslında pek az ve basit yalanlama araçlarımız olan
gazetelerimize de, son derecede etkin bir sansür uygulayarak hiçbir araçla
medeni dünyaya karşı haklarımızı korumamıza imkân tanımadılar. Böylece,
insanlık hukukunun kutsal kuralı olan kendi kendini koruma hakkından da
milletimizi tümüyle yoksun bırakarak, kamu oyunu ve dünya milletlerinin
fikirlerini harap durumdaki ülkemiz ve ezilmiş milletimizi birçok suçlamalarla
lekeleyerek büyük çapta etkilediler.
Ülkemizin dış ülkelerdeki onurlu durumu ve hakları, çeşitli araçlarla dünya
kamu oyu önünde küçük duruma sokulduktan sonra, sıra iç yönetimimize geldi.
Meclis-i Mebusan'ımızı hor görerek kapatmak; ülkemizi, benzeri görülmemiş zorba
bir yetki ile bütün dünya sorunlarını kendi isteklerine göre düzenlemek isteyen
barış konferansının zalim kararlarını kabule zorlamak bunlar arasındadır.
İşte Ali Rıza Paşa kabinesi bu çapraşık dış çabalar sonucu,
yabancıların eline düşürülmüş oldu.
Düşük kabinenin geçici olarak görev yaptığı buhranlı günlerde, Ferit Paşa'nın
padişah huzuruna kabul edilerek saatlerce görüşme yapmış olmasına bakılarak
milli amaçları yıkacak karşı bir kabinenin iş başına gelmesinin konuşulduğunu
düşünmek yanlış olmayacaktır. Böyle bir kabinenin iktidara gelmesi sonucunda
ortaya çıkacak durumu anlamak güç değildir.
Milli iradeyi tek meşru gerçekleştirme yeri olan Meclis-i Mabusan'ımızın yasama
yetkisinin sağlamlaştırılması için millet içinden kaynaklanan coşku ve
kınamalar gerçekleşmiş ve bu konu yeni kabinenin milli amaçlara karşı olan
kişilerden kurulmasını önlemek için Meclis Başkanlık Divanı'nın Padişah
huzurunda yapılması ile ilgili girişimleri kolaylaştırmıştır.
İşte Salih Paşa Kabinesi bu şartlar altında kurularak göreve
başlamıştır.
İngilizler, bir yandan dış durumumuzu yeni toplu öldürme iftiraları ile
sarsarak, diğer yandan da kabineyi, Meclisi Mebusanımızın çalışmalarına engel
olmak konusunda kışkırtarak, içişlerimizde çok tehlikeli bunalımlar yaratacak
biçimde çalışarak, tasarladıkları İstanbul işgalini kolaylıkla uygulayabilecek
bir ortam hazırlıyorlardı. Bunun bizim elimizde bulunan ilk delili, daha Ali
Rıza Paşa Kabinesi'ni düşürmeyi tasarladıkları sıralarda bir yandan da İstanbul
işgaline hazırlık olınak üzere Anadolu telgraf kuruluşu hakkında etüt yapmaları
ve posta - telgraf genel müdürünü ziyaret ederek Anadolu telgraf merkezleri
hakkında incelemelerde bulunmaları, resmi telgraf haritalarını genel
müdürlükten istemeleri ve almalarıdır.
İngilizler, 12 Martta telgraf sınırlarımız hakkında tekrar
araştırmalarda bulunmuşlardır. Telgraf görüşmelerinin durdurulması için
İstanbul'da yapılacak uygulamaya karşı gerekli önlemlerin alınması, Temsil
Heyetimizce düşünülmüştür. İstanbul'dan alınan 11 Mart tarihli şifrede inanılır
bir kaynaktan alınan bilgiye dayanılarak İstanbul'daki arkadaşlarımın
tutuklanacağı bildiriliyordu. Aynı gün (Ankara'daki İngiliz temsilcisi
Withall'in İstanbul'a hareket edeceği ve bundan sonra trenlerin
işletilmeyeceği) öğrenilmiş ve gerçekten Withall ertesi gün Ankara'dan
ayrılmıştı.
Fransız temsilcisi (Duvazo da ayrılmış ve Konya civarındaki
italyanların da İstanbul'a gideceği haber alınmış olduğundan İstanbul ile ilgili
kötü niyetin belirtileri açık bir biçimde hissedilmeye başlanmıştı. Durum,
tarafımızdan şu biçimde değerlendirilmiştir. İtilâf devletleri bir yandan
telgraf bağlantımızı incelerken bir yandan da Anadolu'daki çeşitli subaylarını
ve kuvvetlerini İstanbul'a çağırıyor, aynı zamanda Anadolu'nun tren
bağlantısını kesmeye hazırlanıyor ve Meclis-i Mebusan'da milletimizin hukukunu
koruyan arkadaşlarımızı tutuklamayı tasarlıyorlar. Bu duruma göre çok yakında
olağanüstü olaylar beklenebilir.
Sezgimize göre İstanbul'da yeni bir durum oluşturmak Anadolu
telgraf görüşmelerine el konabilir. Meclisteki milliyetçi kişileri
tutuklayacaklar. Kara ve denizden Anadolu ulaşımını keserek genel nitelikte bir
(Blows) kuşatma gerçekleştirilmiş olacak. Milletin şiddetli coşkusu karşısında
iktidara getirmeyi başaramadıkları Ferit Paşa kabinesini bu yolla iktidar
makamına getirerek istek ve amaçlarını gerçekleştirecekler ve belki de olumsuz
bir biçimde açıklanmada bulunan barış şartları hükümete bildirilecek ve bu
şiddetli baskı altında ya Anadolu'nun parçalanmasını bekleyerek bu acıklı
durumu devam ettirecekler ya da İstanbul ve çevresine yığdıkları İngiliz,
Fransız, Yunan kuvvetleriyle kuzeyden, izmir cepnesindeki Yunan ordusuyla
batıdan, Adana'daki Fransız kuvvetleri ile de güneyden kuzeye saldırı
düzenleyerek ve belki de bir kısım kuvvetlerle de Karadeniz sahillerinden
güneye kuvvet kullanarak amaçlarını gerçekleştirmek isteyeceklerdir.
İşte bu düşünceye dayanarak her türlü önlem alındı ve
İstanbul'daki arkadaşlar Anadolu'ya gelmeye özendirildi.
16 Mart 1920 saat 10'dan önce İstanbul telgrafçılarından (adını şimdi
söylemeyeceğim) vatansever bir kişinin Ankara'da Ziraat Okulundaki merkezimize
gönderdiği telgraf, İstanbul işgalinin kanlı bir biçimde başladığını bildiriyordu.
İstanbul merkezinden, Harbiye telgrafhanesinden ve telgraf aleti başındaki
birçok vatansever memurlardan, birbirini izleyen çeşitli telgraflar alıyorduk.
Saat 11'e kadar toplanan bilgileri derhal bir genelge ile duyurduk.
Bu saatten sonra artık İstanbul'la görüşme kesilmiş, başkentin beklenen durumu
ve Anadolu'nun hali göz önünde tutularak gerekli önlemlerin alınmasının sırası
gelmişti. Alınan başlıca önemli önlemler aşağıda belirtilmiştir:
A. İzmir cephesinin arkasını zorlayan Biga yöresindeki Anzavur'un
eylemleri için kuvvetli bir destek oluşturan ve büyük bir ihtimalle
İstanbul'dan Anadolu'ya yapılacak itilâf kuvvetleri asker taşımacılığını
gerçekleştirmek ve korumak görevini üstlenen Eskişehir ve Afyon Karahisarda'ki
İngiliz kuvvetlerinin silâhtan arındırılması.
A. İstanbul'daki yabancı baskısı karşısında parlayacak olan Anadolu düşüncesine
baskı yapmak ve korkutmak üzere İstanbul ve Kilikya'dan gönderilebilecek düşman
asker sevkiyatına imkân tanınarak ve Anadolu'daki önemli yerlerin kuvvetli bir
işgal ve istilâ tehlikesi ile karşı karşıya kalmasını önlemek üzere Geyve ve
Ulukışla civarlarında demiryolunun kullanılamaz duruma getirilmesi.
B. Telgraf merkezleri İngilizlerin eline geçtiği için
İstanbul'dan gelebilecek herhangi bir bildirinin meşru bir makamdan verilmesine
imkân kalmadığın'dan, İngiliz bildirileri ile halkın anlayışının karmakarışık
duruma düşürülmesini önlemek amacı ile, telgraf görüşmelerinin kesilmesi
konusunda mülki ve askeri makama gerekli bildirimin yapılması.
İlk önlemlerimiz içinde mali konuları içeren başlıca noktaları da ihmal
etmedik. Bununla ilgili olarak Anadolu'da bulunan resmi ve resmi olmayan bütün
mali kuruluşların ellerinde bulunan nakit veya nakit yerine geçecek eşya
miktarlarını illerden sorduk ve hiçbir kurumdan İstanbul'a para gönderilmemesi
gerektiğini bildirdik. Diğer taraftan telgraf görüşmelerinin denetimi,
limanlardan ve içten gelecek kişilerin araştırılması ve şüphelilerin izlenmesi,
postahanelerde şüpheli mektupların açılması gibi gerekli olan önlemler aldık ve
gerekli yerlere bildirdik.
Bu arada, çeşitli haberleşme araçlarının ve Anadolu'ya gönderilmeleri umulan,
amaçları her çeşit yalan haberleri yaymak ve kargaşalık çıkartmak olan zararlı
kişilerin milli dayanışmayı bozacak uğraşlarını engellemek için elden gelen
çaba gösterildi.
İstanbul'da yapılan tutuklamalara karşılık olmak üzere Anadolu'daki İtilâf
devletleri subaylarının tutuklanması gerekiyordu. Göz önünde bulunanların
tutuklanması için gerekli yerlere emir verdik.
İstanbul'da telgraf görüşmeleri konusunda alınan önlemlerin
gerekli olduğunu gösteren İngiliz girişiminin ortaya çıkması gecikmedi. 16 Mart
1920 saat 11'den sonra İstanbul telgrafhanesi Ankara merkezine bir resmi
bildiri vermek istiyordu. İstanbul merkezinde telgraf başında bir İngiliz
subayı bulunuyor ve bütün Anadolu'ya bu bildiriyi yayımlamaya çalışıyordu.
Bu bildirinin, milli teşkilât kurucularını halk önünde ittifakçılıkla
suçlayarak Anadolu'da bir anlaşmazlık ve ikilik yaratmak ve İstanbul'un fiili
işgalini geçici göstererek, hilâfet hakları ve saltanata indirilen darbenin
feci durumunu saklamak ve sonuç olarak bütün saldırıyı milletimize olağan
olarak kabul ettirmek amacı ile düzenlendiği anlaşılıyordu. Bu bildirinin
imzası, itilâf devletleri temsilcileri olarak verildi. Memleketimizdeki düzen
ve birliği bozacak, zayıf karakterli bazı insanları kandıracak ve korkutacak
nitelikteki bu resmi bildirinin Anadolu telgraf merkezlerince kaydedilmemesi
için mümkün olan önlem alındı. Bunun ardından, şüphesiz İngilizlerin baskısıyla
hükümetin yazdığı İstanbul işgalindeki geçici durumun devamına neden olmamak
için ülke içindeki sükünetin korunması gerekliliğini belirten bir resmi
bildirinin de İstanbul'dan Anadolu'ya geçirilmesi için girişimler tespit edildi
ve yine aynı sakınca nedeniyle bunun gerçekleştirilmesi önlendi. İngilizler,
Anadolu halkının fikrini bulandırmak için giriştikleri işbu resmi bildiri
oyununda başarılı olamadıklarını görünce, Anadolu'nun İstanbul faciası
karşısındaki ağır başlı ve ölçülü kararlılığını ve kahramanlığını bozarak,
zararlı kötü düşüncelerinin yayımlanmasını sağlamak için tren, telgraf
hatlarını aracı yapmayı denediler. Ankara istasyonundaki telgraf merkezinde
çalışan bir İtalyan, İngiliz resmi bildirisinin Fransızca bir kopyasını
aldığının duyulması üzerine yakalandı ve elindeki telgraf geçersiz sayıldı.
Anadolu'da yerleşmiş Ermenilerin ve Rumların hükümet
emirlerine ve milli amaçlara karşı gelmedikçe her türlü saldırıdan korunmaları
ve tam anlamı ile mutlu ve rahat bir hayat yaşamaları öteden beri kabul edilmiş
bir ana konu idi. Kilikya ve dolaylarında ve doğu hududumuz dışındaki resmi ve
resmi olmayan Ermeni kuvvetlerinin dindaş ve ırkdaşlarımıza karşı yapılan
cinayete varan saldırıları karşısında bile, ülkemizde yaşayan Ermenilerin her
türlü taarruzdan korunmasını sağlamayı pek önemli bir medeni görev kabul ettik
ve Anadolu'nun dış dünya ile ilişkisinin kesik olduğu bu günler de yüce vatan
çıkarlarını amaçlayan önlemler içinde Ermeni halkının esenliğinin korunması
gerekliliğini bütün makamlara bildirdik.
İşte, İstanbul'un yabancı kuvvetlerce işgalinden bu güne
kadar geçen acı günlerinde hiçbir dış ülkenin fiili korumasına erişemeyen
Anadolu Ermenilerinden hiçbir kişinin, en küçük bir anlamda bile, saldırıya
uğramamış olması, bize her nedenle cinayet yükleyen ve duyarlılığı kendi
tekelinde sanan entrikacı Avrupalıların yüzlerini kızartacak ve milletimizin
yaradılışından sahibi bulunduğu insanlık törelerinin yücelik derecesini ispat
edecek çok önemli bir konudur.
İstanbul işgalinin bu gün memlekette neden olacağı durum, aldığımız geçici
önlemler ile geçiştirilecek bir nitelikte olmayıp, bu durumun devamı halinde
ülkedeki yönetimin sağlam bir esasa bağlanması gerekiyordu. Karşımızda, hiçbir
antlaşma ve hak tanımayan ve kendi özel yararlarından başka, insanlıkla ilgili
hak ve davranışlara yer vermeyen bir itilâf heyeti; başımızda, vatan haklarını
korumak, imzaladığımız antlaşma şartlarını uygulanarak, yabancı saldırılarını
sınırlamak için her türlü araçtan tümüyle yoksun, esir bir hükümet vardır. Bunların
birincisinin sonsuz baskısı, ikincisinin de tutsaklığı karşısında, başvuracak
yeri olmayan şaşırmış ve çırpınıp duran bir millet !...
İstanbul faciasıyla Anadolu'dan yansıyan durum böyle idi ve
bu durumun sürmesi halinde vatanımızda çok büyük ve korkunç bir anarşinin
başlaması doğaldı. işte bu düşünce sonucunda kesin bir karar vermek gerekti.
Derhal gerekli mülki ve askeri makamlarla görüşerek ülkenin idaresini anarşiden
kurtarmak üzere az önce anılan yerlerin başlarının bizimle birlikte hareket etmesi
önerildi. Bu öneri samimi bir olgunlukla her kesimde iyi karşılandı.
İşgal sonucunda ortaya çıkan olağanüstü durumun öncelikli gereğini
ayrıntılarıyla düşünüp bunları uygulamaya çalışmakla birlikte, İstanbul
işgalinden dolayı üzüntü ve elemimiz bütün dünyanın aydın insanlığına ve bütün
islâm dünyasına özel bir bildiri ile duyuruldu. İtilâf devletleri temsilcileri
ve tarafsız hükümet önünde kınandı. Bütün millet de bu kınamaya katıldı.
İstanbul durumu ile ilgili bilgi alınacak inanılır kaynaklardan yoksun
bulunuyorduk.
18-19 Mart 1920 gecesi ilk kez ilişki kurulabildi ve hepiniz
tarafından bilinen gerçekler öğrenildi. Bu arada Meclis-i Mebusan'ımızın bu
saldırılar karşısında tatili görüştüğü anlaşıldı.
Bunun üzerine 19 Mart 1920 tarihinde:
Hilâfet makamının ve saltanatın bağımsızlığının dokunulmazlığını, milli
bağımsızlığımızı ve milli sınırlarımız içinde yaşama imkân verecek bir barışı
sağlayacak önerileri ayrıntıları ile tespit edip uygulayabilmek için, millet
tarafından olağanüstü yetkiye sahip bir meclisin Ankara'da toplanması gereğini
millete duyurmakla ilgili milli görevimizi ve vatan borcumuzu da yerine
getirdik.
İstanbul'un işgali, şekil ve niteliği bakımından, Osmanlı devletinin
egemenliğini kökünden kaldırnıak ve milletin esir alınmasını ve hor görülmesini
bir oldu bittiye getirme amacına yönelik bir harekettir. Çünkü istanbul'da
doğrudan doğruya Devlet kuvvetlerine el konmuştur. Şöyle ki: önce Meclis-i
Mebusan zorla susturulınuştur. Bu durumda yasama kudreti bulunmamaktadır.
İkinci olarak, yürütme kudreti siyasi kısıtlamalara
uğramıştır. Suçlu kim olursa olsun yabancı kanunlara göre yargılanacağı ilân
edilmiştir. Bütün görüşmeler ve ulaşım denetim altına alınmış, insanın kendini
koruma ilkesi tümüyle kaldırılmış ve saldırganların uyruğu altına alınmıştır.
Bundan dolayı, bu aşağılık durumu destekleyen ve kabul etmiş olan Ferit Paşa
Hükümeti, bağımsızlığına çok sıkı ve çok içtenlikle bağlı olan milletle
arasındaki her türlü bağlantı ve ilişkiyi doğal olarak kaybetmiş ve milleti
karşısına alarak, düşmanla iş birliği içinde hareket etmeye başlamıştır.
Üçüncü olarak, devlet şeklinde oluşmuş bir topluluğun
Anayasasında, yargı yetkisi bağımsızlığın önemi, açıklama istemeyen bir
konudur. Milletlerin yargı yetkisi, ıbağımsızlıklarının birinci şartıdır. Yargı
yetikisi bağımsız olmayan bir milletin devlet oluşu kabul edilemez. Bununla
birlikte, İstanbul halkından yüzlerce kişinin hiçbir kanuni suçları olmamasına
karşılık sanık sayılarak tutuklanmalarına devam edilmesi, itilâf devletlerinin
görüşüne aykını söz söylenmesi bile suç sayılarak, Orta Çağ davranışları içinde
onlara karşı saldırıda bulunulması yargı yetkisinin kaldırıldığını
göstermektedir.
Bu durumda millet, bu gün yedi yüz yıldan bu yana gerçek bir
onur ve yücelikle koruduğu ve savunduğu bağımsızlığını ve var oluşunun devamı
için İstanbul olaylarının oluşturduğu hukuki durumu onarmak zorundadır. Bunun
için acele gereklidir. Sürüp gidecek olan egemenliğe ara verilmesi konusu,
tanrı korusun da bir dağılma nedeni olarak düşmanlarımızın düşündüklerini
fiilen gerçekleştirmalerine imkân sağlamasın. Bundan dolayı milletimizin her
şeyden önce haklarını koruması ve var olmaya yetenekli bir millet olarak,
uluslararası hukuk ve yetkilerine saygı gösterilmesini isteyebilmesi, medeni
kuruluş ve anayasası ile, henüz yaşamakta olduğunu bütün dünyaya bu kez daha
büyük bir kuvvet ve sağlamlılıkla duyurması gereğine inanıyorum. Bunun için. de
kaldırılan Anayasamızın bıraktığı boşluğu derhal doldurmak zorundayız.
İşte, anayasal durum ve hukukumuzun neden olduğu bu
gereklilik ve zorunluluk dolayısıyla ve milli egemenliğin her şeyden önce
sağlanması amacıyla Büyük Meclisimiz olağanüstü yetki ile toplanmıştır.
Seçimlerin tam bir ivedilikle ve sıcak bir ilgi ile yapılması hukuki
duruınumuzun bütün milletçe de aynı görüş içinde anlaşıldığını ve kavrandığını
göstermektedir. Ayrıca, Büyük Meclisimizin kuruluş şekli ve esasları, milli
iradeye içtenlikle ve büyük bir güçle dayandığını göstermektedir .
Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilâfet makamı ve saltanatı
yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı devletini dağılma ve tutsaklıktan
kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, hilâfet makamına vicdani
bağlılığı ile övünen, islâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir
milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım adım izleyen bütün
medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır. (Sıcak alkışlar) İstanbul
faciasını izleyen günlerden şu ana kadar Temsil Heyetimiz milletler arasındaki
birlik ve dayanışmayı korudu. Osmanlı kanunlarının yürürlüğünü sağladı.
Çalışmalarından alıkonulan devlet gücünün yokluğunu
hissetirmemeye çalıştı. Bundan dolayı genel güvenliği korumuş ve savunmuş
olmakla görevini gereği gibi yaptığından emindir. Bu dakikadan itibaren, yedi
yüz yıl boyunca onurlu ve yüce bir yaşam sürdükten sonra yok olma uçurumunun
kenarında ancak ayakta durabilen Osmanlı Milletinin geleceğinin sorumluluğu,
sayın Meclisinizin çalışma gücünü artıran bir neden olacaktır.
Davamızın yasalara uygunluğu ve bütün millet ve ulusların, insanlık hak ve
hukukundan paylarını almış olduğuna inandığımız yüreklerinin, bizimle birlik ve
bize daima yardımcı ve destek olduğuna güvenimiz tamdır. Başarı ümitlerimizin
kalplerimizde bir an bile karamsarlığa düşmemesini sağlayacak olan, sonsuz
gücümüzdür, özellikle büyük tanrı her zaman bizimledir. (Amin, amin sesleri)
Vermek istediğim bilgiler ve ayrıntılar bu kadardır.
ATATÜRK DİYOR Kİ
Cumhuriyet; fikren, ilmen ve bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar
ister.
***
Benim nâçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
***
Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.
***
Biz doğrudan doğruya milletseveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı, Türk topluluğudur.
***
Cumhuriyet fikir serbestliği taraftandır. Samimî ve meşru olmak şartıyla, her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir.
***
Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.
***
Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir.
***
Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.
***
Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir.