ANADOLU VE CUMHURİYETE SESLENİŞ
Ey Anadolu'm, güzel
yurdum, Türkiye'm!Sen bin yıldır milletimize Halil İbrahim sofrası
oldun. Biz çoğaldıkça sen bereketlendin. Senin suyunu içtik, senin
hür havanı soluduk. Senin ekmeğini yedik, senin sofranda beslendik.
"Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı" varsa Türkiye'min
bu bereketli sofrasının "sonsuza kadar" hatırı vardır.
Öyleyse bu sofraya "bıçak sokan" ya nankördür ya da gafildir.
Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak değil, dün gibi
yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana önlerindeyiz...İstiklâl
Savaşı'nın zor günlerindeyiz." Yukarıda gök çökmüş üstümüze,
aşağıda yer yarılmış yutmuş bizi. İngiliz'i, Fransız'ı, Yunan'ı
kıskıvrak yakalayıp tutmuş bizi. Sonunda:Bir "Seyit Çavuş"un,
bir "Zeybek"in, bir"Dadaş"ın, bir "Adsız
Kahraman"ın attığı mermi bu savaşta dengeyi bozmuş. İşte bu
dengenin önderi ATATÜRK, bayramı CUMHURİYET'tir.
Bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!...Ey
Anadolu'm, güzel yurdum! Sen, kederi kederimize, sevinci sevincimize,
kaderi kaderimize benzeyen ölümsüz vatanımız...Ağrı'da dik başlı,
Güneyde Fırat akışlı, Toroslarda sümbül kokuşlu, Antalya'da dört
mevsim yazlı, Erzurum'da "on bir ay yirmi dokuz gün kışlı"
güzel Türkiye'm... Yozgat'ta kömür gözlü, Isparta'da gül yüzlü Anadolu'm...Sen
bin yıldır doğanımıza beşik, ölenimize mezar oldun. Bizler de beşikten
mezara kadar sana sahip çıkacağız. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden
bir gün... Uzak değil, dün gibi yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la
Viyana önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor günlerindeyiz."
Bütün düşmanlarımız kıskıvrak yakalamış bizi. Sonra: Biri Dicle,
biri Fırat, biri Sakarya... Anadolunun bağrında ayağa kalkmış üç
kardeş ırmak. Aynı vatan, aynı bayrak. Bu savaşta üç nehrin bir
düşmana akması dengeyi bozmuş. İşte bu akışın önderi ATATÜRK, meyvesi
CUMHURİYET'tir. Bu akışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm
olsun!...
Ey Anadolu'm, Güzel Türkiye'm!Bir gün bir Ferhat,
sendeki bir güzele sevdalandı. Bu sevda uğruna dağları deldi...Ey
güzel yurdum!Biz sendeki bir değil, bin bir güzelliğe sevdalıyız...
Senin için dağları değil, çağları bile deleriz. Uğrunda bir değil
bin kere ölürüz. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak
değil, dün gibi yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana
önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor günlerindeyiz." Düşman
her yanı sarmış, elimiz kolumuz bağlanmış. Sonra: Biri Yunus, biri
Hacıbektaş-ı Veli...Anadolu'nun aynı yöne bakan iki mânâlı gözü.
Bu savaşta iki gözün bir hedefe bakması dengeyi bozmuş. İşte bu
bakışın önderi ATATÜRK, hedefi CUMHURİYET'tir.
Bu bakışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm
olsun. Ben bir öğretmenim Anadolu'ya ve Cumhuriyet'e seslendim.
İsterim ki öğrencilerim sevdalansın.
Ali YÜCEL Dörtyol Payas Yunus Emre İlköğretim Okulu Öğretmeni HATAY
ATATÜRK'ÜN CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ
Biliyoruz ki Atatürk dahi bir asker, yüksek bir
siyaset adamı, bir devlet kurucusu, bir devrimci, büyük bir düşünür,
gerçekçi ve tutarlı bir uygulayıcıdır. Mondros Ateşkes Anlaşması
ile Türk'ün öz yurdu olan Anadolu toprakları paylaşılma tehlikesiyle
karşı karşıya kalınca o, Türk Bağımsızlık Savaşı'nı başlatmış ve
Amasya genelgesi, Erzurum ve Sivas kongreleriyle Türk ulusunu ulusal
mücadeleye hazırlamış; uyarıcı, teşkilatlandırıcı yönleriyle de
etkili olmuştur. Askerî harekat 9 eylül 1922'de İzmir'de Yunanlıların
denize dökülmesiyle sona erince, tüm dünyanın gözlerini kamaştıran
bu zaferi Lozan Barış Anlaşması ile siyasi güvence altına alınmıştır.
Atatürk olağanüstü niteliklere sahipti. En kritik
anlarda ortaya çıkmış, muharebelerin seyrini ve sonunda da Türkiye'nin
kaderini değiştirmiştir. Atatürk, 20 nci yüzyılda yetişen en büyük
asker ve devlet adamı olarak, sadece Türk ulusu için değil; aynı
zamanda, çağımızda dünya kamuoyunun en üst düzeydeki resmi temsilcisi
olarak nitelendirilecek "birleşmiş milletler teşkilatı"nın
tanımlandığı gibi, "bütün insanlık için bir onur simgesidir."
Atatürk'ün yaşamında, cumhuriyet ve demokrasi
düşüncelerinin biçimlendirilmesinde, yetiştiği dönemin koşul ve
bunalımları ile okuduğu yayınlarla elde ettiği bilgi birikiminin
etkisi büyüktür tarihteki birçok Türk devleti gibi Osmanlı devleti
de oluşmuş, yaşamış ve O'nun gözleri önünde tarihin derinliklerine
gömülüp gitmiştir. Osmanlı İmparatorluğu XVI. yüzyılda, en geniş
sınırlara ulaşmış, ancak, sonraları batı'daki gelişmelerin izlenip
uygulanmaması, 1789 Fransız İhtilali'nin insan hakları ve bağımsızlık
akımlarını geliştirmesi, sanayi devriminin benimsenmemesi ve eğitime
önem verilmemesi nedeniyle kültür seviyesinin düşmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun
gerileme ve yıkılışını hızlandırmıştır. Devletçe alınan önlemler,
uygulanan yenileşme hareketleri de sorunlara köklü çözümler getirmiştir.
II. Mahmut'un Rumelili ileri gelenlerle (ayan ile) 1808 yılında
yaptığı, İngiliz "Magna Carta"sına benzeyen ve padişahın
bazı haklarını kısıtlayan "senedi ittifak" ile 1839 "Tanzimat
Fermanı" ilk demokratikleşme kıpırdanışları olmuştu. II. Abdülhamit
yönetiminde ise hükümdarın mutlak iradesi ve sert tutumu, türlü
tepkilere neden olmuştu. Kötü idare, devletin maddi- manevi güçlerini
zayıflatmış, artan dış baskılar yurtsever aydınları tedirgin etmişti.
Bu koşullar altında kısa bir süre sadrazamlık (başbakanlık) yapan
Mithat Paşa ve arkadaşlarının çabalarıyla millet meclisi ve senato
kuruldu, birinci meşrutiyet anayasası hazırlandı ve kabul edilerek
23 aralık 1876'da ilan edildi, fakat, meşruti idare çok kısa sürdü.
1877 Osmanlı Rus Harbi'ni bahane eden padişah, 13 şubat 1878'de
meclisleri dağıttı ve Abdülhamit istibdadı yurdu kasıp kavurmaya
başladı. Bu idareyle savaşmak üzere 1893'te "İttihat ve Terakki
Cemiyeti" kuruldu. Sonradan "Vatan ve Hürriyet Derneği"nin
kurucusu Mustafa Kemal de bu cemiyete katıldı ve 23 temmuz 1908'de
hürriyet ve meşrutiyet ilan edildi. Abdülhamit, meşrutiyeti ikinci
defa kabul etmek zorunda kaldı. 14 aralık 1908'de millet meclisi
ve senato açıldı.
Yeni kurulan Hürriyet Partisi'yle İttihat Terrakki,
arasındaki çatışmaya gericilerin de katılmasıyla 31 mart olayı ve
imparatorluğun çözülüp, dağılması gibi felaketler birbirini kovaladı.
Ulusal egemenlik ve bağımsızlık ve düşüncesi akımlarının çarpıştığı
Makedonya koşulları içerisinde yetişmiş olan Mustafa Kemal, 31 Mart
gericilik olayının bastırılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Öte yandan, bu tarihsel gelişimin bilincinde olan Atatürk, okuduğu
yayınlar sayesinde de ilk toplumların kent demokrasileri, Magna
Carta (1215) temsili demokrasiden haberliydi. Montesqieu'nün Jean-Jacgues
Rousseau'nun yapıtlarından; Amerikan ve Fransız insan hakları bildirilerinden,
bu hareketle oluşan demokrasi yöntemlerinin bu ülkelerde oluşturduğu
ilerlemelerden haberdardı.
Bu saptamalardan sonra, "cumhuriyet"
ve "demokrasi" kavramları ile Atatürk'ün bu konudaki görüşlerini
incelemeye geçebiliriz.
Cumhuriyet, kökeni bakımından Arapça bir terim
olup, "cumhur" kelimesinden türetilmiştir. Cumhur "kalabalık",
yani halktır. Şu halde cumhuriyet "halkın yönetimi" demektir.
Buna göre bir azınlığın yönetimi olan "monarşi" den ve
soylu bir azınlığın yönetimi olan "Aristokrasi" den ve
farklı olarak, çoğunluğu, halka ait bir yönetim olduğunu vurgulayabiliriz.
Atatürk cumhuriyeti şu sözlerle tanımlar:
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir". Yasama ve yürütme
gücü, milletin tek gerçek temsilcisi olan mecliste toplanmıştır.
Bu kelimeyi özetlemek mümkündür. "cumhuriyet".
Mustafa Kemal'in gençliğinden beri benimsediği
ilk ulusal ideal, cumhuriyettir. 1908 meşrutiyetinden önce Selanik'teki
ordu müşavirliği karargahında kurmay subay olarak bulunuyordu. Bir
yandan askeri görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışırken, diğer
yandan o dönemin gereğiyle bazı siyasi çalışmalara veya arkadaş
çevrelerindeki toplantı ve tartışmalara katılıyordu. Yakın arkadaşlarının
bulunduğu böyle bir toplantıda, şunu sormuştu.
"Türkiye için en iyi devlet şekli nedir?"
"Meşrutiyet" diye yanıt verilince Mustafa Kemal: "Meşrutiyette
de başta bir hükümdar vardır. Onun istibdadını önlemek çok zordur.
Bu ülkeyi yükseltecek idare cumhuriyettir." şeklinde kendi
görüşünü belirtir.
Nitekim o, üstün önderlik nitelikleriyle hepimizce
bilinen süreç içinde, önce 23 nisan 1920'de TBMM'nin açılmasını,
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasını, sonra da 1923'de cumhuriyetin
ilan edilmesini sağlar. Atatürk yeni kurulan cumhuriyeti ve hükümet-millet
kaynaşmasını şu anlamlı sözleriyle dile getirir:
"Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya
milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet
teşkilatıdır ki, onun ismi cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet
arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet
hükümettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları kendilerinin milletten
ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu anlamışlardır.
Atatürk, yeni cumhuriyet rejiminin yapı ve işleyişini
de şöyle açıklar:
"Cumhuriyette son söz millet tarafından seçilmiş meclistedir.
Millet adına her türlü kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir
veya düşünür. Millet vekillerinden memnun olmasa belirli zamanlar
sonunda başkalarını seçerler. Millet, egemenliğini, devlet yönetimine
katılmasını, ancak zamanında oyunu kullanmakla sağlar. Cumhuriyetin
hükümeti, belli bir yöntem ve şekilde belirli bir zaman için seçilmiş
bir cumhurbaşkanına güven sunulur başbakanı o seçer hükümeti meydana
getirecek olan bakanları, başbakan güvendiği milletvekillerinden
seçer."
Tarihte pek çok cumhuriyet rejimi görülmüştür.
Batıda cumhuriyet rejiminin ilk ve en eski örneği Roma'da kurulmuştur.
Cumhuriyet yönetimine asırlarca hemen hiç rastlanmaz. Ancak, Ortaçağ'ın
sonlarına doğru İtalya'nın kuzeyinde Venedik, Ceneviz ve Floransa
cumhuriyetleri gibi birtakım şehir cumhuriyetlerinin kurulduğu görülür.
Ancak, bunlar seçkin (elit) ya da "eşraf cumhuriyetleri"
olarak nitelendirilebilir. Çünkü, hiçbirinde, eski yunan demokrasilerinde
de olduğu gibi kadınlara, kölelere ve halktan kişilere seçme ve
seçilme hakkı verilmişti. Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle
birlikte, özellikle savaşta yenilen imparatorluk ve krallıklar yıkılmış
ve cumhuriyet rejimleri kurulmuştur. Weimar Alman Cumhuriyeti, Federatif
Rus Cumhuriyetleri Birliği, Avusturya Cumhuriyeti, bunlar arasında
sayılabilir. Cumhuriyetçilik hareketleri bundan böyle daha da hızlanmış
ve yaygınlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda yenilen ve krallıkla
yönetilen ülkelerde, özellikle balkan devletlerinde cumhuriyetler
ilan edilmiştir. Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Macaristan
gibi. Daha sonraları, yakın zamanlara doğru, cumhuriyetçilik hareketleri
Asya ve Afrika ülkelerine doğru sıçramış ve buradaki krallıklar
darbe ve ihtilallerle devrilerek, cumhuriyet yönetimleri ilan edilmiştir.
Mısır, Irak, Afganistan, İran, Libya bu gibi ülkeler arasındadır.
Görülüyor ki cumhuriyet yönetimine geçiş son 70
yıl içinde giderek ivme kazanmıştır. Herhalde bunda, 23 nisan 1920'de
millet meclisini açan, 29 ekim 1923'de de cumhuriyeti ilan eden
Atatürk önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük etkisi olmuştur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, cumhuriyet yöneticilerinin seçimle
işbaşına geldiği; yani hanedanın ve veraset usulünün bulunmadığı
bir siyasal rejimdir. Montesquieu, cumhuriyetin diğer önemli bir
ilkesinin fazilet olduğunu söylemiştir. Ona göre despotizmin temeli
korku, aristokrasinin temeli şeref duygusu, cumhuriyetin ise erdem,
yani fazilettir. Bir başka deyişle, cumhuriyet yüksek ahlaki, moral
değerlerin ön planda geldiği bir siyasi rejimdir. Cumhuriyetin bu
ikinci ilkesi de Atatürk'ün sözlerinde ifadesini bulur. "Cumhuriyet
yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet
fazilettir... Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar
yetiştirir." İdeal olan, kuşkusuz, cumhuriyetlerin bu iki temel
ilke yanında ayrıca demokratik olması ve gerçekten halka dayanmasıdır:
"Biz ne Bolşevikiz, ne de komünist; ne biri ne diğeri olamayız.
Çünkü biz milliyetçi ve dinimize saygılıyız. Özetle bizim hükümetimizin
şekli tam bir demokrasi hükümetidir. Ve dinimizde bu hükümet "halk
hükümeti" diye adlandırılır."
"Demokrasi" ise, eski Yunancada halk anlamına gelen "demos"
ile egemenlik anlamına gelen "kratus" sözcüklerinin birleşmesinden
oluşmuştur. Bu anlamla da halkın kendi otoritesiyle kendini yönetmesi
demektir. Abraham Lincoln tarafından yapılmış olan kapsamlı bir
tanıma göre demokrasi, "halkın, halk tarafından, halk için
yönetimi" dir. Atatürk ise, bir konuşmasında tarihte görülen
başlıca devlet şekillerinden monarşi ve oligarşiyi açıkladıktan
sonra demokrasiyi şöyle tanımlar:
"Demokrasi (halkçılık) esasına dayalı hükümetlerde egemenlik
halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, egemenliğin
millette olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu şekilde
demokrasi prensibi siyasi kuvvetin, egemenlik kaynağına ve yasallığına
temas etmektedir."
Atatürk başlangıçta "demokrasi" sözcüğü
yerine "halkçılık" sözcüğünü kullanmıştır. O, kurtuluş
savaşı sırasında olduğu gibi, mücadele halinde bulunduğu ve "de
"okrasiler" d"ye adlandırılan işgalci büyük devletlerin
adı olarak, yunanca olan bu sözcüğü pek kullanmak istemiyordu. Böylece,
İstanbul Hükümeti ile sıraya polemik yapacak bir malzeme vermek
istememişti. Nitekim şöyle der:
"İç siyasetimizde dayanağımız olan halkçılık, yani milleti
bizzat kendi geleceğine egemen kılmak esası, teşkilatı esasiye kanunumuzla
tespit etmiştir." Atatürk bir başka söylevinde de "halkçılık"
sözcüğünü kullanarak demokrasiye çok özlü bir tanım getirir:
"Bizim görüşümüz ki halkçılıktır; kuvvetin, gücün, egemenliğin,
yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir. Halkın elinde bulundurulmasıdır."
Zamanla "halkçılık" sözcüğü anlam değiştirerek Atatürkçülüğün
ilkelerinden biri olmuştur. "Halkçılık kanunlar karşısında
kesin bir eşitlik kabul eden ve hiçbir kişiye, hiçbir aileye, hiçbir
sınıfa, hiçbir topluluğa ayrıcalık tanımayan kişileri halktan ve
halkçı kabul etmektir."
Şimdi de cumhuriyet ve demokrasi arasındaki ilişkilerden
kısaca söz etmenin yerinde olacağını sanıyoruz. Ünlü İngiliz düşünürü
J. Bryce 1921 yılında yazdığı "modern demokrasiler" adlı
eserinde, ilginç bir gözlemde bulunuyordu. J. Bryce bu eserinde
İlkçağ'da Aristo'dan beri gelen monarşi, aristokrasi ve cumhuriyet
(demokrasi) şeklinde üçlü klasik sınıflandırmanın yetersizliğini
öne sürüyordu. Çünkü, o tarihte Avrupa kıtası'ndaki 21 cumhuriyetten
sadece ikisi gerçek bir demokrasi ve cumhuriyet niteliğini taşıyordu.
Buna karşılık, İngiltere, Hollanda ve Belçika gibi ülkeleri, meşruti
monarşi ile yönetilmelerine rağmen, demokratik yöntemlerdi. Bu durumda
J. Bryce siyasal yönetimleri, sadece demokrasi ve diktatörlük diye
ikiye ayırmanın daha doğru olacağını savunur.
Gerçekten bir ülkenin adının cumhuriyet olması; o ülkede her zaman,
sağlıklı, gerçek demokratik bir rejim uygulandığı anlamına gelmemektedir.
Örneğin, sağda veya solda yer alan ve yeni kurulmuş birçok cumhuriyet,
demokrasi ile yönetilmektedir. Atatürk de bu saptamayı şu sözleriyle
dile getirir.
"Cumhuriyet imkan demektir. Çünkü, iç hürriyetin de en büyük
imkanı cumhuriyetle kabildir. Ama diyeceksiniz ki, dünyada adı cumhuriyet
olan diktatörlükler de vardır. Fakat bütün bu şekiller geçicidir."
Her cumhuriyetin mutlaka demokrasi ile yönetilmediğinin bilincinde
olan Atatürk, buna rağmen demokrasi için en uygun ortamı yine cumhuriyet
rejiminin sağlayabileceğini şu sözlerle vurgular:
"Demokrasi prensibinin, en çağdaş ve mantıki uygulamasını temin
eden hükümet şekli, cumhuriyettir."
Herkes kendi dünya görüşüne, kendi uyguladığı yönetim biçimine göre
demokrasi kavramına içerik kazandırmaya çalışmakta ve kavram kargaşası
yaratılmaktadır. Yalnız şu var ki, her türlü otoriter, totaliter,
dikta ve baskı rejimleri görünüşte bazı demokratik ilkelere sahip
olsalar bile demokrasi sayılmazlar. Yönetimde zamanla ortaya çıkan
oligarşik yönelimler, demokrasinin görünüşünde kalmasına yol açabilir.
Demokrasi bir oluşum içindedir. Dolayısıyla demokrasinin
tanımı ve koşulları üzerinde, tüm dünyada görüş birliği sağlanmış
değildir. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki renk ayrılığını biz
Türkiye'de yadırgarız. İngiltere'deki avam kamarası da bir İsviçreliye
hoş bir demokrasi eseri olarak görünmez. Ama, bu ülkelerin demokrasi
uygulamadıkları savunulamaz. Tersine, bu iki devletten İngiltere'nin
en eski demokrasiye; Amerika'nın ise, en ileri demokrasiye sahip
olduğu kabul edilir.
Günümüzde yaygın olarak paylaşılan görüşe göre
çağdaş demokrasilerin nitelikleri şunlardır:
çağdaş bir demokrasi;
- anayasayı,
- meclisi,
- adil bir seçim düzeni ve dürüstçe yapılan seçimler,
- siyasi partileri ve kısıtlanmayan bir muhalefeti,
- hakkın kuvvete üstünlüğünü, yani "hukuk devleti" oluşu
- sınıfsız toplumu,
- sivil toplum örgütlerinin oluşumuna olanak sağlanmasını,
- sendika, dernek ve basın gibi demokratik kuruluşların etkinliklerinin
kısıtlanması,
- özgürlük ve siyasal eşitliği,
- bireysel çıkarların toplumsal çıkar sınıfları içinde kalmasını,
gerektirir.
Yalnız bu niteliklerden son ikisinin derecesi üzerinde görüş birliği
bulunmaktadır.
Atatürk, çağdaş demokrasinin niteliklerinden çoğunu
içinde bulabileceğimiz demokrasi anlayışını, 1924 yılında şöyle
açıklar:
"Demokrasi prensibi, egemenliği kullanan araç ne olursa olsun,
esas olarak milletin egemenliğine sahip olmasını ve sahip kalmasını
gerektirir". Bu noktayı birkaç kelime ile açıklayalım:
Bizim bildiğimiz; demokrasi siyasidir, onun hedefi, milletin idare
edenler üzerindeki kontrolu sayesinde, siyasi hürriyeti sağlamaktır.
Demokrasinin ikinci özelliği ile ortak, esas itibarıyla ikinci bir
özelliği daha vardır. O da şudur; Demokrasi fikirseldir. Bir kafa
meselesidir... Hükümet prensibi de bir adalet sevgisini ve ahlak
fikrini gerektirir. Demokrasi, esasında ferdidir. Bu nitelik, vatandaşın
egemenliğe, insan sıfatıyla katılmasıdır.
Demokrasinin temel niteliklerinden birisi de eşitliğe
çok değer vermesidir. Bu nitelik demokrasinin ferdi olması niteliğinin
zorunlu bir sonucudur. Şüphesiz bütün fertler aynı siyasi haklara
sahip olmalıdırlar. Demokrasinin bu ferdi ve eşitliğe değer veren
niteliklerden genel ve eşit oy prensibi çıkar.
Çağdaş demokrasilerin niteliklerini ve Atatürk'ün
demokrasi anlayışını kendi sözleriyle belirttikten sonra, çağdaş
demokrasi ilkeleri açısından Atatürk'ün demokrasi uygulamalarının
açıklanmasına geçebiliriz. Ancak, bunu yapmadan önce de, Atatürk
dönemindeki siyasal rejimlere ve Atatürk'ün bu rejimler hakkındaki
düşüncelerine bir göz atmakta yarar vardır.
Atatürk'ün yaşadığı çağdaş siyasal rejim ve model
olarak şu örnekler vardır. Batı Avrupa'nın çok partili parlamenter
demokrasisi, Sovyet Rusya'da 1917 devriminden sonra ilan edilen
sosyalist rejim (Bolşevik, Proleterya Diktatörlüğü) daha sonra bunlara,
1922 yılında İtalya'da Musolini'nin önderliğinde kurulan tek partilinazi
rejimini ekleyebiliriz. Amerikan demokrasi ise katı kuvvetler ayrılığına
dayanan ve federal bir cumhuriyet niteliğinde olan başkanlık sistemi
şeklindeydi.
"Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir: ben, milletimin
ve en büyük atalarımızın en değerli miraslarından olan istiklal
aşkıyla dolu bir adamım" diyen Atatürk, ister sağda, ister
solda olsun, diktatörlüklere iltifat ve itibar etmemiş ve yeni Türkiye
için, bunların içinden uygulanabilir tek model ve siyasal rejim
olarak batı Avrupa'nın çok partili parlamenter demokrasisini seçmiştir.
Çağdaş demokrasinin en önemli koşullarından biri,
devletin temel kuruluşunu, bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen
ve halkın onayından geçmiş bulunan bir anayasanın olmasıdır. Ulusal
irade ve ulusal egemenlik, anayasaların güvencesi altındadır. Temel
hak ve özgürlükler, anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak, ancak
yasalarla sınırlanabilir. Yasalar, hangi nedenle olursa olsun bu
hakların özüne dokunmaz. Hemen TBMM'nin açılışından sonra, ulusal
egemenliği ilan eden ve 1876 anayasasına ek bir yasa niteliği taşıyan
1921 anayasası ile kurtuluş savaşı sonrasının gereksinimlerini karşılamak
ve 1921 anayasasının eksiklerini gidermek üzere hazırlanan 1924
anayasası, Atatürk'ün, demokrasinin gereği olan anayasaya ne kadar
önem verdiğinin kanıtlarıdır. Atatürk, 1924 anayasasının yeni Türk
Devleti yapısını açıklayan bazı maddelerini şöyle belirtir:
"Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasası, zamana en uygun milli egemenlik
esaslarını, hükümlerini kapsar. Birkaç maddesini, daima hatırda
tutmak için burada aynen tekrar edelim:
"- egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
- Türkiye büyük millet meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi
olup, millet adına egemenlik hakkını kullanır.
- yasama ve yürütme kuvveti, büyük millet meclisinde oluşur ve toplanır.
- yargı yetkisi millet adına usuller ve kanunlar çerçevesinde bağımsız
mahkemeler tarafından kullanılır."
Çağdaş demokrasilerin bir başka koşulu da, halkın
oylarıyla üyelerden oluşan ve bu nedenle ulusal irade ve egemenliği
yansıtan, yasama ve yürütme alanında yetkili bir meclisin olmasıdır.
Meclis, yasama yetkisini doğrudan kullandığı halde; yürütme yetkisini,
kendi içinden çıkan, kendi iradesine ve emrine bağlı olan bir hükümet
aracılığıyla kullanır ki buna "meclis hükümeti" denir.
Ülke elden giderken, Osmanlı mebuslar meclisi kasım 1918'den beri
çalışamaz ve kapatılmış durumdadır. Mustafa Kemal, büyük mücadelelerle
meclisin açılmasını sağlar. Komutanlara, İstanbul'dan görevlendirileceklere
yerlerini bırakmamaları yolunda gönderdiği genelgelerde meclis'in
açılmasından söz eder (24.7.1919) Erzurum ve Sivas kongreleri bildirilerine
de bu isteği geçirir. 1919 Kasım ayı başında İstanbul Hükümeti temsilcisi,
denizcilik bakanı Salih Paşa ile görüşme konusu yapar, kabul ettirir.
Meclis'in İstanbul'da toplanmasına engel olmazsa da, İngilizlerin
bu kenti askeri olarak işgal etmeleri ve son Osmanlı meclisini basmaları
üzerine 23 nisan 1920'de TBMM'nin açılmasını sağlar:
"Millet, mukadderatını doğrudan doruya eline aldı ve millet
saltanat ve egemenliğini bir kişiyle değil, bütün fertleri tarafından
seçilmiş vekillerden oluşan bir yüce meclis'de temsil etti işte
o meclis, yüksek meclisinizdir. TBMM'dir. Milletin saltanat ve egemenlik
makamı, yalnız ve ancak TBMM'dir."
Kurtuluş savaşının en zor günlerinde kararların
mecliste alınmasına büyük özen gösteren büyük önder, ulusal iradeye
olan saygı ve inancını şu sözlerle dile getirir.:
"Devlet ve milletin geleceğine milli irade etken ve hakimdir.
Ordu bu milli iradenin emrinde ve hizmetindedir."
"Milletin irade ve isteğine uymayanların sonu yokluktur ve
yok olmaktır."
Çağdaş demokrasilerin bir başka koşulu ve işlerlik
mekanizması olan adil bir seçim düzeni ve dürüstçe yapılan seçimlerle
halkın genel iradesi meclise yansır. Adil bir seçim düzeni, çoğunluk
ve azınlık görüşlerinin mecliste dengeli bir oranda yansımasına
olanak verir.
"Çoğunluk" ve "azınlık" kavramları, demokrasinin
diğer ilkelerindendir. Çoğunluk yönetimi demokrasinin başlıca öğesidir.
Seçimlerde ortaya çıkan çoğunluk, yönetime halk adına sahip olur
ve onun adına tüm yetkileri kullanır. Kuşkusuz çoğunluk yönetimi,
yetkilerini kullanırken, hukuk devleti ilkesiyle sınırlıdır. Ayan
(senato) denilen ikinci meclis üyelerinin bütünüyle, mebuslar meclisinin
dörtte bir üyesinin padişahça seçildiği, çoğunluktaki partiye bakılmaksızın
padişahça istenilenin hükümette görevlendirdiği bir ortamda, meclisin
seçimlerle oluştuğu, İslâm dünyasında ilk kez ve avrupa'nın birçok
ileri demokrasi ülkesinden önce kadınlara belediye (1930), muhtarlık
(1933) ve milletvekilliği (1934) seçme ve seçilme hakkının verildiği
ortama Atatürk döneminde geçildiği düşünülürse, ulu Önder'in bu
bakımdan da tam bir demokrat olduğunu belirtmek gerekir. Bunun da
ötesinde Atatürk, seçimlerde çok dikkatli olunması gerektiğini belirterek,
eşsiz yol gösterici özelliğini bir kez daha ortaya koyar:
"Seçimlerde, şahıstan ziyade milletin çıkarlarına en uygun
ilke ve programları uygulayabilecekleri seçmek önemlidir. Bu konuda,
hemen hemen bütün vatandaşlar yardıma muhtaçtırlar. Bu yol gösterme
işini siyasal partiler yapar."
Atatürk bu sözleriyle, çağdaş demokrasilerin önemli
koşullarından diğer biri olan, "siyasi partiler ve kısıtlanmayan
bir muhalefet bulunması" düşünce ve inancına sahip olduğunu
da gösterir. Maalesef ki, Atatürk demokrasinin eleştirilebilecek
en önemli eksiği de buydu. Bununla birlikte Atatürk, sağlığında
demokrasinin ayrılmaz bir parçası olan çok partili siyasal yaşamı
kurmak için iki deneme yapılmasına olanak sağlamıştı. Bu denemelerden
ilki, 1924 yılında "terakkiperver cumhuriyet fırkası"
nın kuruluşudur. Bilindiği gibi, Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'le
el ve gönül birliği yapmış olan bazı komutan ve politikacılar savaştan
sonra, çeşitli nedenlerle, Atatürk'ten ayrılmışlar ve ona karşı
yoğun bir muhalefete girmişlerdir. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele, Adnan Adıvar, Rauf Orbay, Halide Edip Adıvar bunların
en ünlüleri idi. Nitekim, sayılan kişiler daha sonraları Kazım Karabekir
Paşa'nın başkanlığında cumhuriyet tarihindeki ilk yasal muhalefet
partisini oluşturmuşlardır. Az zaman sonra doğuda patlak veren Sait
İsyanı üzerine "Takriri Sükun Kanunu" meclis'ce kabul
edilmiş, parti kapatılmış ve istiklal mahkemeleri yeniden faaliyete
geçirilmiştir. Parti liderlerinden bazıları, daha sonraları İzmir
suikastı davasında sanık olarak tutuklanmışlardır.
Atatürk, 1930 yılında yeniden bir siyasal parti
denemesi yapmış, bu defa eski başkanlardan sevdiği ve güvendiği
yakın arkadaşı Fethi Bey'i (Okyar) bir parti kurmaya memur etmişti.
Bunun üzerine fethi bey, merkezi İstanbul'da olmak üzere 12 Ağustos
1930'da "Serbest Cumhuriyet Fırkası"nı kurmuş ve Ege'den
başlayarak örgütlenme çabalarına başlamıştır. Atatürk'ün yine yakın
arkadaşı Nuri Bey (Conker) de partinin ikinci adamı olmuştur. Halk
Partisi'nden on iki milletvekili bu partiye geçmiş; Atatürk, kardeşi
Makbule Hanım'ı (Atadan) da üyeler arasına katarak, yöneticilere
güven duygusu aşılamak istemiştir. Parti'nin resmi bir yayın organı
yoktu; ama İstanbul'da yayımlanan Yarın, Son Posta ve Tan gazeteleri
bu partinin görüşlerini yansıtıyorlardı. Parti üç ay gibi kısa bir
sürede 37 ilde örgütlenmişti.
Atatürk, yeni devletin devrim ve cumhuriyet ilkeleri
üzerinde partilerin titizlik göstermesi gerektiği uyarısını 1 kasım
1930 tarihindeki meclis konuşmasında yapmayı da ihmal etmez:
"Siyasi hayatımızda yeniden fırkaların (partilerin) oluşması,
belediye seçimlerinden önceki yakın günlerde vuku buldu. Bu münasebetle
dikkate değer evrelere tanık olduk. Bu gözlemlerin verdiği deneylerden,
Türk milleti, cumhuriyetin varlığı ve ilerlemesi için yararlanmalıdır.
Siyaset alanında karşılıklı faaliyetin verimli gelişmeleri, ancak
vatandaşlar arasında düşmanlığa yer verilmemesi ile sağlanabilir.
Bunun çareleri: partilerin içine girebilecek samimiyetsiz ve gizli
amaçlı unsurların; kanun üstünde sonuç isteyenlerin bütün milletçe
iğrenç görülmesi ve bir de, cumhuriyet esası üzerinde çalışan partilerce
bu gibilerin faaliyetlerinden her zaman uzak kalınmasıdır."
Üstelik Atatürk, partinin kurucusu Fethi Bey'in partiyi örgütlerken
uğradığı bazı haksızlıklarla ilgili olarak yakınmalarını dile getiren
mektubunu yanıtlarken, 11 eylül 1930 tarihli mektubunda, hem parti
çalışmalarının engellenemeyeceği güvencesini verir, hem de "laiklik"
üzerindeki duyarlılığını belirtir.
"Ali Fethi Beyefendiye, 8.9.1930 tarihli mektubunuzu aldım
ve dikkatle okudum. Kendimi, değerlendirmelerinize ve sorularınıza
reisicumhur ve Cumhuriyet Halk Fırkası'nın genel başkanı olarak
iki sıfatlı muhatap gördüm. Başkanlık İsmet Paşa tarafından yerine
getirilmektedir. Olunmaktadır. Memnuniyetle tekrar görüyorum ki,
laik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta,
bir taraflı olarak daima aradığım temel budur. Reisicumhurluğun
bana verdiği yüksek ve kanuni vazifeleri, hükümette olan ve olmayan
partilere karşı adilane ve tarafsız ifa edeceğime ve laik cumhuriyet
esası dahilinde, fırkanızın her çeşit siyasi faaliyet ceryanlarının
bir engele uğramayacağına güvenebilirsiniz efendim."
Buna karşın, az zaman sonra partiye, Atatürk devrim ve ilkelerine
karşıt görüşlü birçok kişinin girdiği veya sızdığı görülmüştür.
Serbest cumhuriyet fırkası az zamanda bütün yurtta hızla gelişti
ve partilerin taşkınlıkları, merkezi otoriteye başkaldırma sayılabilecek
bazı hareketleri yer yer görülmeye başlandı. Serbest Cumhuriyet
Fırkası, üyelerinin giderek artan taşkınlıkları nedeniyle, muhtemelen
Atatürk'ün de uygun görmesi ile Fethi Bey tarafından 18 kasım 1930'da
kapatılmıştır. Nitekim, yaklaşık bir ay sonra da, Menemen'de, bir
irtica olayı patlak vermiş ve baslarında Derviş Mehmet'in bulunduğu
çeşitli tahriklerle kışkırtılmış guruplar, menemen kasabasını basmışlar,
üzerlerine gönderilen askeri birliğin komutanı asteğmen Kubilay'ı
şehit etmişlerdi. Atatürk bundan sonra çok partili demokrasi denemesini
elverişli koşulların ve ortamın oluşmadığını görerek, bir süre daha
ertelemeyi düşünmüş, onun bu arzusu, yakın arkadaşı ve ikinci cumhurbaşkanı
İsmet İnönü tarafından ancak 1946 yılında gerçekleştirilebilmiştir.
Atatürk'ün sağlığında çok partili yaşama geçilememiş olmasının nedenini,
O'nun 1937'de söylediği şu sözlerde bulmak olanaklıdır.
"Biz Türkler, ruhen demokrat doğmuş bir milletiz fakat milletimizin
yüzyıllarca yöneten Osmanoğulları kendilerini ve yaldızlı tahtlarını
korumak için atalarımızdan kalıtım yoluyla gelmekte olan bu doğuştan
güzel huyumuzu körletmeye, uyuşturmaya çalışmışlardır. Her alanda
geri kalmamanızın biricik nedeni bu olmuştur."
Çağdaş demokrasilerin koşullarından biri de "hakkın
kuvvete üstünlüğü," yani "hukuk devleti" oluşudur.
Nitekim Atatürk'e göre:
"Her halde dünyada bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir."
Çağdaş demokrasilerde, iktidarı elinde bulunduranların devlet gücüne
dayanarak haksızlık yapmalarını önleyebilmek için, yargı yetkisi,
ulus adına yasalar çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır.
Yargıç, güvence altında olup, yalnız hukuka ve yasalara bağlıdır.
Ve vicdanının emriyle hareket eder.
1924 anayasasında yer alan bu ilke konusunda ulu önder şunları söyler:
"Adalet bir devletin esası olduğuna göre, mahkemelerin söz
ile değil, gerçekten tarafsızlığını sağlamak her işin başında gelmelidir.
Hak sahiplerine zorluk çıkarmak, resmi dairelerde işlerini takip
eden kimseleri bugün git yarın gel diye birtakım zorluklara uğratmak
hükümet otoritesi maskesi altında halkı ezercesine davranmak, uygun
olmayan işlemlere kalkışmak gibi durumlar kesinlikle önlenmelidir."
Çağdaş demokrasilerde, devlet hukuk ile bağlı
olduğundan, devlet gücünü elinde tutan çoğunluk hukuk ile sınırlanırken
azınlığa da hukuk ile geri alınamayacak temel haklar tanımak zorunludur.
Demokratik sistem anayasalarla kurulurken, hak ve ödevler baştan
yasal yollardan güvenceye alınmalı; azınlık hakları hiçbir zaman
çoğunluğun eline bırakılmamalıdır.
Gerçekten de, Atatürk döneminde bir anayasa mahkemesi
olmamakla birlikte, yargı kuvveti etki altında değildir. O, yasaların
uygulanmasını başta tutar; devlet hukuk sistemini dinsel kökenden
alıp roma hukukunu uyarlar; birçok yasa, batı devletlerinden alınır.
Hukukun birleşmesi; şeriye, nizamiye, kapitülasyon mahkemeleri yerine
Türk mahkemelerinin konulması o'nun zamanında olmuştur. En zor günlerde,
istiklal mahkemelerinin çalıştırılmasında bile demokrasi kaygısı
egemen olmuş; bu mahkemeler, yargı organı dışında kurulmuş; böylece
Türk yargı sistemine gölge düşürülmemiştir.
Çağdaş demokrasilerin diğer önemli, bir koşulu
da yurttaşların özgür ve yasalar karşısında eşit olmasıdır. Demokrasi
de özgürlük denilince, her kişinin istediğini düşünmesi, isteğinde
inanması, kendisine özel siyasi bir düşünceye sahip olması akla
gelir. Kimsenin düşünce ve vicdanına hakim olunamaz, taarruz edilemez.
Ancak, hiç kimse de düşüncelerini başkalarına zorla kabul ettiremez.
Atatürk cumhuriyetinde de toplum içinde yaşayan
insanın kişisel özgürlüğü birinci planda gelir:
"Her Türk, doğar, hür yaşar, Türkler, demokrat, özgür ve sorumlu
vatandaşlardır."
Atatürk'e göre özgürlük bireylerde ve toplumlarda
ilerletici etki yapar:
"Özgürlük olmayan bir memlekette ölüm ve yok olma vardır. Her
ilerlememin ve kurtuluşun anası özgürlüktür."
Bununla birlikte Atatürk, özgürlüğün sınırsız
olmadığını da belirterek özgürlük konusunda şu genel sınırlamayı
yapar:
"Demokrasi kayıtsız şartsız serbest olmak değildir. Sosyal
kurallarla sınırlıdır. Kişinin özgürlüğü, başkalarının özgürlüğünün
sınırında biter. Başkasının özgürlük hakkını tanımayan, kendi özgürlük
hakkını da tanıtamaz."
Öte yandan Atatürk, bireysel özgürlüklerin devlet
yararına yasalarca sınırlandırılabileceği görüşündedir:
"Kişisel özgürlüğün derecesi, devletin faaliyetlerini zayıf
düşürmeyecek kerterde olmalı, çoğunluğun özgürlüğünü boğmayacak
şekilde düzenlenmelidir. Bu düzenleme, kişinin sorumluluğuna, girişkenliğine
ve gelişmesine zarar verecek dereceye götürülmemelidir. Yurttaşların
bu nitelikleri ne ölçüde gelişirse, devlet için o ölçüde yararlı
olur."
Bireysel özgürlüklerin ne kadar sınırlanabileceği
konusunda da şunları söyler:
"Kişisel özgürlüğün ne kadarından vazgeçilmesi gerektiği, içinde
bulunulan zamana ve memlekete göre değişir. Özel zamanlar, özel
tedbirler gerektirebilir. Bir de, özgürlüğün kötüye kullanılması,
özgürlüğün geçici fakat geniş ölçüde sınırlandırılmasını gerektirebilir.
Bütün bu tedbirleri ve sınırlandırmaları tanımak lüzumu, devlet
düşüncesi ve kavramını ifade eder. Bu hususlarda tedbirlerin şiddetini
ve sınırların genişliğini ölçmek büyük bir sanattır. Devlet sanatı
işte budur. Bu sanatta isabetin derecesi özgürlüklerin sınırlarını
çizen kanunda görülebilir çünkü, bu sınır ancak kanun yoluyla tespit
ve tayin edilir. Herhalde, vatandaşların genel özgürlük ve mutluluğu
için kişilerden, ancak devlet için zorunlu olan bir kısım özgürlüklerin
bırakılması istenebilir."
Demokraside eşitlik esastır. Bu eşitlik medeni
ve siyasi haklarda eşitliktir. Kanun önünde eşitliktir. Söz özgürlüğünde
eşitliktir. Yurttaşları eşit ve özgür olmayan bir devlet idaresinde
adalet yoktur. Ve olamaz. Çünkü devlet idaresinde adalet denilince,
yurttaşlar arasında ödül dağıtımında herkese liyakat, hizmet ve
yararlılığına; ceza dağıtımında da suçluluğunun derecesine göre
eşit işlem yapılacağı anlaşılır. Bu ise demokratik eşitliktir.
Atatürk demokrasisinde de yasalar karşısında herkes
eşittir. Değişik sınıf ya da gruplara ayrıcalık tanınamaz:
"Demokraside, egemenliği millete veren halk yönetiminde, sınıf
ayırımı diye bir şey yoktur. Yasalar önünde sosyal eşitlik vardır.
Sınıf ayırımından oluşan engeller kaldırılmıştır"
Özetlemek gerekirse, demokrasi denilince, siyasal
partilerin katıldığı serbest ve dürüst bir seçimle kurulan parlamentolar;
adalet ve iyilik duygusuna dayanan kanunlar; yetki ve sorumluluğu
anayasa, yasalar ve kamu oyunca saptanan hükümetler; bağımsız adalet
ve yan tutmayan bir idare, anayasa güvencesinde olan hak ve özgürlükler;
yasa önünde eşitlik, serbestçe etkinlik göstererek kamu oyu oluşturan
demokratik kuruluşlar akla gelir.
Atatürk'ün kurmaya ve geliştirmeye çalıştığı demokrasi
düzenini ise şöyle tanımlayabiliriz:
"Millî egemenlik ve bağımsızlığa bağlı, kuvvetler birliği temelinde
çalışan meclise ve anayasaya dayalı, sınıfsız bir toplum kabul eden;
cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, laik, devletçi, inkılapçı ilkeler
yürüten; iktisadi yaşamını planlı karma ekonomiye dayatan; bütün
dünya ulusları ile her alanda iş birliğine açık, her türlü diktayı
rededen ve çağdaşlaşmayı amaçlayan haklar, özgürlükler, eşitlik
ve kalkınma düzenidir."
Atatürk demokrasinin bugünkü çağdaş demokrasiye,
göre eksikliklerini şöyle sıralayabiliriz:
O dönemde kısa süreli iki deneme dışında çok partili siyasal yaşam
yoktur. Tek parti, devlet yönetimine egemendir. Parti genel başkanı
değişmez olup devletin temsilcisi olan valiler tek partinin il başkanlarıdır.
Hak ve özgürlükler batılı demokratik bir ülkede olduğu gibi geniş,
yoğun bir biçimde kullanılmaktadır. Anayasaya aykırı yasaları denetleyecek
bir yüksek organ örneğin "anayasa mahkemesi" yoktur. Seçimler
iki dereceli olup adaylar tek partinin genel başkanı tarafından
belirtilmektedir. Demokrasilerde temel olan basın özgürlüğü de kısmen
kısıtlıdır. Kısacası uygulamada görünen tam bir batılı demokrasi
değil, ölçülü bir demokrasidir.
Ancak, Atatürk'ün amaçladığı düzen tam demokrasidir.
Çünkü, O'na göre Türk insanının doğasına en uygun yönetim biçimi
demokrasidir.
"Her türk doğar, hür yaşar.. Türkler demokrat, özgür ve sorumlu
vatandaşlardır."
çünkü;
"Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun, olan idare;
cumhuriyet idaresidir."
"Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli
demektir."
Sonuç : Atatürk yönetiminin, demokratik rejimi
hazırlama dönemi olduğunu belirten prof. Maurice Duverger (Morıs
Düverje)'nin dediği gibi:
"Atatürk, yaşamı boyunca demokratik rejimi kurmak için uğraşmış
çok güçlükleri yenmiş, tamamlanmasını ulusun diğer bazı ihtiyaçları
gibi yeni kuşaklara bırakmıştı."
"Milli azim ve bilincin kıymetli eseri olan değerli cumhuriyetin
bugünkü ve yarınki neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına
güvenim tamdır."
"Türkiye cumhuriyeti; her anlamda, büyük Türk milletinin öz
ve değerli malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek,
sonsuzluğa kadar yaşayacaktır."
Bu güvenini birçok konuşmasında tekrar eden büyük önder, çağdaş
düzeyde ve demokratik bir devlet yaratmak ülküsünün gençler tarafından
bir ödev olarak kabul edileceğinin de bilincindedir:
"Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz."
Fani varlığı ile Türk ulusunun yaşamında parlak bir yıldız gibi
kayıp geçen Atatürk,
"Biz Türkler ruhen demokrat doğmuş bir milletiz"
diyerek, sınırsız bir gurur ve güvenle en iyi yönetim biçimini yakıştırdığı
aziz ulusunun tüm varlığına yaşıyor; yön verdiği devrim ve ilkeleri
ile özlemini duyduğu çağdaş uygarlık yolunda "Türk ulusunun
yüce önderi" olarak liderliğini sürdürüyor.
Kaynakça
· Toktamış Ateş "Demokrasi, Kavram-Tarihi Süreç Ülkeler, İst.
1976"
· Niyazi Berkes "Türkiye'de Çağdaşlaşma" İst.1978
· Anıl Çeçen "Atatürk ve Cumhuriyet" Ank.1981
· Hamza Eroğlu "Atatürk ve Türk Toplumu" Ank.1981
· Ayferi Göze "İnkılap Tarihimiz ve Atatürk İlkeleri"
İst.1985
· Enver Ziya Karal "Atatürk'ten Düşünceler" İst.1986
· Çetin Özek "Türkiye'de Laiklik" İst.1962
· Tarık Zafer Tunaya, "Devrim Hareketleri İçinde Atatürk- Atatürkçülük
" İst.
· Atatürk, Söylev ve Demeçler, Ank.
· Atatürkçülük, Gn.Kur.Yay. 3.kitap, Ank.1983
Makaleyi Gönderen : Uğur YİĞİT
ATATÜRK VE CUMHURİYET EĞİTİMİ
Birinci Dünya Savaşı
sonunda batılı devletler, askerî, siyasî ve ekonomik olarak bitmiş
zannıyla, altı yüzyıllık Osmanlı Devletini paylaşmanın çok kolay
olacağını düşünüyorlardı. Onlara göre, yeni bir kimlikle ortaya
çıkmak isteyen Türk ordusu, başlatmış olduğu Kurtuluş Savaşı'ndan
galip çıksa bile, tahrip olmuş hiçbir kurumunu yeniden inşa edemezdi.
Ancak, batılı devletlerin görmezden geldiği bir lider vardı. O da
Mustafa Kemal'di. Türk ulusu, büyük önderi sayesinde olağanüstü
gayretlerle bağımsızlığını kazanmış, yeniden yapılanma yolunda inkılâpları
hızla uygulamaya koymuştur.
O Büyük Önder ki, savaş meydanlarından sonra asıl
kazanılması gereken savaşların, ekonomik zaferler olduğunu, aksi
takdirde çok büyük zaferlerin bile kısa bir sürede unutulacağını
biliyor; bunun için de Kurtuluş Savaşı bitiminde İzmir'den Ankara'ya
dönüşünde:"Küçük savaş bitti. Asıl büyük savaş yeni başlıyor.
Büyük savaş cehaletle yapılacak olan savaştır. Bunun tek yolu da
millî bir eğitim politikası oluşturmaktır." diyordu. Hedef,
Türk milletinin geri kalmasına sebep olan bazı kurumların yerine,
toplum hayatında çağdaş gelişmeyi sağlayacak modern kurumlar oluşturmak
ve kalkınmadaki temel atılımları bir an önce gerçekleştirmekti.
Bunun yolu eğitimden geçmekteydi. Atatürk'e göre: "Eğitim,
bir milleti ya hür müstakil, şanlı yüksek bir cemiyet hâlinde yaşatır,
ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder." İşte bütün
bunları gerçekleştirmenin en etkili yolu eğitimde yapılacak köklü
devrimler ve değişikliklerdi. Atatürk, eğitimin millî, lâik, akılcı,
gerçekçi ve ihtiyaca cevap veren bir öze sahip olması için gerekli
tedbirleri alarak, dil, tarih, hukuk ve yazı alanlarında yapılan
köklü değişikliklerle çağdaş gelişmenin önünü açmıştı. Yeni Türkiye
Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerinde kurulması için özellikle
millî eğitim işlerinde başarıya ulaşılması gerekiyordu. Bu yüzden
Atatürk, gittiği her yerde ve katıldığı bütün toplantılarda, cehaletin
ve yoksulluğun ancak eğitim yoluyla ortadan kaldırılacağını önemle
belirterek gerçekleri açıklamıştır.
Türk ulusu, eğitim kadrosunu oluşturmak için
bütün güçlerini seferber ederek öğretmenler yetiştirmiş ve bu eğitim
ordusunu yurdun dört bir tarafına dağıtmıştır. Artık cehaletle savaş
başlamıştır. Bu savaş, aynı zamanda tarih boyunca aleyhimize kullanılan
bütün olumsuzluklara karşı yapılan bir savaştı. Bu savaş ile bütün
dünya, hayretler içerisinde Türkiye'deki değişimleri izleme durumunda
bırakılmıştır. Yıkıntılar üzerinde genç, dinamik ve modern bir devletin
filizleri yeşermeye başlamıştır. Bu durum için: "Az zamanda
büyük işler başardık." diyordu Büyük Önder. Gerçektende kısa
süre içerisinde, eğitim-öğretimdeki kurumlar yaygınlaştıkça yeni
kadrolar yetişmiş, bu kadroların çalışmaları ihtiyaca cevap verdikçe,
kalkınmada büyük gelişmeler sağlanmıştı. Köy enstitüleri, diğer
yüksek okul ve üniversitelerin açılmasıyla çok önemli şahsiyetler
yetişmiş ve bu şahsiyetler herkesi gururlandıracak işler yapmışlardır.Atatürk
bir sözünde,"Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz
çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi,
fakat asla pes edip, taviz vermediğimizi, aklı ve ilmi rehber edindiğimizi
tasdik edeceklerdir. Bundan dolayıdır ki ben, manevî miras olarak
hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevî mirasım ilim ve akıldır." diyerek bizlerin daha
çok çalışmamızı ve müreffeh bir toplum olmamızı şiddetle istemiştir.
Yine bir konuşmasında,"Zaman sür'atle ilerliyor. Milletlerin,
toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor.
Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini ileri sürmek
aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." demiştir.Her konuda
olduğu gibi eğitim ve öğretime Atatürk kadar önem veren kaç lider
var, doğrusu merak ediyorum. "Erkek ve kız çocuklarınızın,
aynı surette bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin
âmeli olması mühimdir. Memleket evlâdı her tahsil derecesindeki
iktisadî hayatta âmil, müessir ve muvaffak olacak şekilde teçhiz
olmalıdır." diyen Atatürk bunun için de, "Öğretmenlerin
çok iyi yetişerek Türkiye Muallimler Birliğinin bütün memlekette
taazzuvuna, Konya'yı olduğu gibi Van'ı ve Hakkâri'yi de teşkilâtı
dahiline almasına ve her köyde âzaya mâlik bulunmasına derin bir
alâka ile intizar edeceğim.
Muallimler, Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen,
bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli,
bu evsaf ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir." diyerek
en fazla öğretmenleri önemsemiştir. Bu sebeple Atatürk'ün manevî
mirasına en fazla sahip çıkması gereken kesim, öğretmenlerdir. Tabiî
ki öğretmen yetiştiren kurumların da kaliteli bir eğitimi gerçekleştirebilecek
şekilde teknolojik araç ve gereçlerle donanmaları şarttır. Sadece
bu şekilde sağlıklı düşünen, çalışkan, üreten ve milletini seven
nesiller yetiştirebiliriz. Buna da çok ihtiyacımız var. Çünkü, bu
ülkenin kişilikli, bilgili ve çalışkan insanlara ihtiyacı var. Gerçekten
de artık, sanayicisiyle, işçisiyle, köylüsüyle, esnafı, memuru ve
öğretmeniyle Atatürk'ün belirttiği gibi çağdaş eğitim sistemimizi
yerine oturtmamız gerekir. Huzurlu, mutlu ve zengin bir ülke olmanın
yolu buna bağlı demeye gerek var mı acaba?!...
Zeynel YÜKRÜK Murat İlköğretim O. Md. Yard. / ELAZIĞ
CUMHURİYETÇİLİK
Birçok yazarlar, cumhuriyeti hem bir devlet şekli,
hem bir hükümet şekli olarak kabul etmektedirler. Devlet şekli olarak
cumhuriyet, egemenliğin bir kişi veya zümreye değil, toplumun tümüne
ait olduğu bir devleti ifade eder. Devlet şekillerinin tasnifindekullanılan
başlıca kriterlerden biri egemenliğin kaynağı olduğuna göre, cumhuriyetin
bu anlamda bir devlet şekli olduğuna şüphe yoktur. Ancak cumhuriyet,
aynı zamanda bir hükümet (devlet yönetimi) şekli olarak da kabul
edilebilir. Bu anlamda cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere,
devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş
olduğu, özellikle bunların oluşumunda veraset ilkesinin rol oynamadığı
bir hükümet sistemini anlatır. Böylece cumhuriyet, seçim ilkesine
dayanan bir hükümet sistemi anlamını taşımaktadır. Aslında, devlet
ve hükümet şekli olarak cumhuriyet kavramlarının birbirleriyle çok
yakından ilgili olduğu açıktır. Egemenliğin siyasî toplumun tümünde
(millî bir devlette bu siyasî toplum elbette bir millettir) olduğu
bir sistemde, devletin temel organlarının millet iradesinin ifadesi
olan seçimlerle oluşması tabiîdir. Aynı şeklide, devletin temel
organlarının seçimden çıktığı bir sistem, millî egemenlikten veya
halk egemenliğinden başka bir ilkeye dayanamaz.
Türkiye'de Cumhuriyeti ilân eden 29 Ekim 1923
tarihli "Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihen
Tadiline dair Kanun," "Türkiye Devletinin şekl-i Hükümeti,
Cumhuriyettir" demek suretiyle, cumhuriyeti bir hükümet şekli
olarak vasıflandırmıştı. 1924 tarihli Anayasa ise, "Türkiye
Devleti bir Cumhuriyettir" diyerek, cumhuriyete bizce daha
doğru olarak bir devlet şekli niteliğini vermiştir. Cumhuriyet,
daha sonraki Anayasalarımızda da bir devlet şekli olarak ifade edilmiş
ve Cumhuriyet ilkesinin modern Türkiye bakımından taşıdığı büyük
ve tarihî önem dolayısıyle, bu ilkenin bir Anayasa değişikliği ile
bile değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği
hükme bağlan-mıştır (1924 Anayasası, m.102; 1961 Anayasası, m.9;
1982 Anayasası, m.4).
Görülüyor ki, Cumhuriyetçilik ilkesi Atatürk'ün
devlet anlayışının temellerinden birini oluşturduğunu gördüğümüz
millî egemenlik ilkesiyle çok sıkı ilişki içindedir ye onun tabiî
bir sonucudur. Gerçi günümüzün Batı anayasal monarşilerinde, hükümdarın
devletin ve milletin birliğini temsil eden bir sembolden ibaret
hale geldiği, bu ülkelerde etkin siyasî iktidarın tümüyle halk tarafından
seçilen devlet organları tarafından kullanıldığı bir gerçektir.
Bu sebeple, egemenliğin kaynağı hakkındaki teorik düşünceler ve
biçimsel kurallar ne olursa olsun, bu tür rejimlerde de millî egemenlik
ilkesinin gerçekleşmiş sayılacağı ileri sürülebilir. Türkiye Büyük
Millet Meclisinin 8 Kasım 1924 tarihli birleşimindeki gensoru görüşmelerinde
Mahmut Esat (Bozkurt) Bey tarafından ileri sürülen ve Atatürk'ün
Nutuk'ta tasviple değindiği şu görüşler de benzer niteliktedir:
"Hâkimiyeti milliye başka bir meseledir. Cumhuriyet, meşrutiyet,
mutlakıyet-i idare, istibdat, yine başka birer meseledir. Bir kısmı
eşkâl-i hükümettir. Diğeri milletin iradesinin infaz ve tatbikidir.
Bu dört şekil içinde, muhtelif şekilde, hâkimiyeti milliyenin tatbik
edildiğini görmekteyiz. Hattâ istibdatta bile bir parça vardır.
Meşrutiyette biraz daha fazla, cumhuriyette daha fazla, binaenaleyh
bu noktada bu iki şeyi karıştırmamak lâzımdır. Hâkimiyeti milliye
cumhuriyetin tekâmülü demek değildir. Çünkü hâkimi-yeti milliye
şekil değildir. Ruh ve esas meselesidir." Bununla birlikte,
millî egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet
şeklinin, devlet başkanı da dahil olmak üzere, devletin bütün temel
organlarının halk tarafından seçildiği bir cumhuriyet olması gerektiği
açıktır.
Millî egemenlikle cumhuriyet ilkesi arasındaki
bu yakın ilişki gözönüne alındığında, Anadolu'da millî egemenliğe
dayanan ve millet iradesinden kaynakla-nan bir rejimin kurulduğu
anda, onun aslında bir cumhuriyet niteliği taşıdığını kabul etmek
gerekir. TBMM Hükümeti, adı henüz konmamış bir Cumhuriyetten başka
birşey değildi. Cumhuriyetin ilânına ilişkin TBMM görüşmelerinde
milletvekili Abdurrahman Şeref Bey, bunu çok güzel ifade etmiştir:
"Eşkâli hükümetin tadadına lüzum yok. Hâkimiyet bilâkaydüşart
milletindir dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu, cumhuriyettir.
Doğan çocuğun adıdır. Ama, bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın
gelmesin."
Şüphesiz, bir devletin adının cumhuriyet olması ve
başında da veraset yoluyla iktidara gelmiş olmayan bir devlet başkanının
bulunması, mutlaka o devletin millî egemenlik ilkesine dayanan "demokratik"
bir rejime sahip olduğunu göstermez. Kendisini cumhuriyet olarak
vasıflandırdığı halde, gerçekte ne millet egemenliği ile ne demokrasi
ile hiç ilgisi olmayan devletlerin, tarihte de bugün de pek çok
Örnekleri vardır. Oysa, Atatürk'ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece
hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik değil, fakat
demokratik cumhuriyetçiliktir. Atatürk'e göre "demokrasi prensibinin
en asrı ve mantıkî tatbikini temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir.
Cumhuriyette son söz, millet tarafından müntehap (seçilmiş) meclistedir.
Millet namına her türlü kanunları o yapar. Hükümete itimat eder
ve onu ıskat eder... Cumhuriyette, Meclis, Reisicumhur ve hükümet,
halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan
başka bir şey yapamazlar. Çünkü bunlar bilirler ki, kendilerini
iktidar ve salâhiyet mevkiine, muayyen bir zaman için, getiren irade
ve hâkimiyetin sahibi olan millettir; ve yine bunlar bilirler ki,
iktidar mevkiine, saltanat sürmek için değil, millete hizmet İçin
getirilmişlerdir. Millete karşı vaziyet ve vazifelerini suiistimal
eyledikleri takdirde, şu veya bu tarzda, millî iradenin, kendi haklarında
dahi tecellisine maruz kalabilirler."
Klâsik devlet nazariyecileri, her devlet şeklinin,
kendisine uygun bir davranış ilkesine, bir prensibe dayandığını,
bu ilkeye uyulmadığı takdirde devletin bozulaca-ğını ve çöküntüye
gideceğini ileri sürmüşlerdir. Bu prensiplere, çağdaş siyasal bilim
terminolojisine uygun olarak, bir siyasî rejimin dayandığı temel
siyasî değerler sistemi adı da verilebilir. Bu konuda derin gözlemlerde
bulunmuş olan ünlü Fransız düşünürü Montesquieu'ye göre, despotizmin
(istibdat) prensibi korku, monarşinin prensibi şeref, demokrasinin
(cumhuriyet) prensibi ise, fazilettir.' Atatürk, üstün sezgisiyle,
Cumhuriyetin dayandığı ahlâkî prensibin "fazilet" olduğunu
şu sözleriyle ifade etmiştir: "Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan
farkı nedir ? Cumhuriyet, fazileti ahlâkiyeye müstenit bir idaredir.
Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir.
Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık
korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil
insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir."
Cumhuriyet ile monarşi arasındaki temel değer
ve zihniyet farklarından biri de, cumhuriyetin "vatandaşlık,"
monarşinin ise "uyrukluk" (tâbiiyet) kavramlarına dayanmasıdır.
Ne kadar sınırlandırılmış ve anayasallaşmış olursa olsun, her monarşide
geçmişten kalan ve çağdaş eşitlik anlayışıyla bağdaşmayan birtakım
ayrıcalık kalıntıları vardır. Meselâ monarşilerde hükümdarın şahsı,
kutsal ve sorumsuz sayılır. Hükümdarın suç işleyemeyeceği ve hata
yapmayacağı varsayılır. Demokratik rejimin beşiği İngiltere'de bile
bu ilke, "Kral hata yapamaz" (the King can do no wrong)
vecizesiyle ifade edilir. Cumhuriyet ise, bütün vatandaşların eşitliği
ve devlet yönetimine eşit olarak katılmaları temeline dayanır. Cumhuriyette
devlet, vatandaşların ortak iradelerinin ürünüdür. Türkiye Cumhuriyetinin
her türlü
eşitsizliğe ve ayrıcalığa karşı oluşunu, aşağıda halkçılık ilkesini
incelerken ayrıntılı olarak göreceğiz.
Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
CUMHURİYET TÜRKİYE'SİNE BİR BAKIŞ
Yirminci yüzyılın başında, hattâ Cumhuriyet'in
kurulduğu yıllarda, Türkiye'nin bir ucundan öteki ucuna, tarımda
karasaban dönemi yaşanıyordu; Türkiyede traktör, İlaçlama âleti,
ziraî ilâç, kimyevî gübre üretilmiyordu; köylümüz bunları kullanmayı
bilmiyordu. Tarım teknolojisi bin yıl öncekinden pek farklı sayılmazdı.
Cumhuriyet döneminde, nüfusumuz 10 milyon civarından 50 milyonun
üstüne yükseldiği halde, Türkiye halkı 1923'tekinden daha iyi besleniyorsa,
bunu bilim ve teknolojideki ilerlemelere ve artan üretim gücüne
borçluyuz. Cumhuriyetten bu yana nüfusu beş katına yakın artış gösteren
Türkiye'nin, bu süre içinde, buğday üretimini sekiz katına yakın
arttırabilmesi (ve başka tarımsal üretim alanlarında ayni gelişmelerin
görülmesi) sayesindedir ki, Türkiye bugün kendi nüfusunu besleyebilecek
sayılı dünya ülkeleri arasında bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günlerde, ülkede sanayi
teknolojisi Batı Avrupa'nın XIX. yüzyılın başında ulaştığı teknolojiden
bile geri idi. 1915 yılına ait istatistik bilgilerine göre, elektrik
gücü kullanan tesisler son derecede azdı ve bunlara sadece bir iki
şehirde rastlanabilirdi. Ülke, elektrik çağ! şöyle dursun, buhar
çağına bile tam olarak geçmiş sayılmazdı. Dereler üzerinde kurulup
su gücü ile dönen basit değirmenler, sanayi sektörünün önemli bir
kesimini oluşturuyordu. Çeşitli üretim kollarında, işyeri başına
düşen ortalama işçi sayısı 2 veya 3'ten ibaretti. Hiçbir faaliyet
kolunda ortalama işçi sayısı 5'in üstüne çıkmıyordu, iş yerleri,
genellikle, "küçük zanaat" kategorisine giren atölyelerden
ibaretti. Üstelik, irili ufaklı bu iş yerlerinin üçte ikiden fazlası
Türk'lerin mülkiyetinde değildi. Yurt içi pamuklu dokuma tüketiminin
yüzde 2'si yerli fabrika, yüzde 23'ü el tezgâhları ve yüzde 75'i
ithal ürünleriyle karşılanıyordu. İthal edilen pamuklu dokuma ürünleri,
yerli fabrika üretiminin 38 katı civarında idi. İleri Avrupa teknolojisi,
Anadolu'un el dokumacılığını da yavaş yavaş yok ediyordu. Türkiye
pamuk üretimine elverişli bir ülkedir. Fakat Cumhuriyetin kurulduğu
yıllarda, insanımızın doğduğu zaman sarıldığı, yaşadığı sürece giydiği
ve öldüğü zaman kefenlendiği bezlerin çoğu Türkiye'de üretilmiyordu.
Kaput bezi, Anadolu'nun pazar yerlerinde "Amerikan bezi"
diye satılıyordu. Birçok yurttaş için, sırtına mintan, ölüsüne kefen
bezi bulmak büyük sorundu. Atatürk'ün Sümerbank bez fabrikalarıyîa
başlattığı Türk dokuma ve konfeksiyon sanayii, bugün kaliteli ürünleriyle,
Türk müteşebbislerinin, teknik elemanlarının ve işçilerinin başarılı
çalışmalarıyla, Avrupa ve Amerika pazarlarında rahatça rekabet edebilir
hale gelmiştir. Dönüm başına elde edilen pamuk miktarındaki büyük
artış da, tarım teknolojisinde ve sulamadaki ilerlemenin sonucudur.
1920'lerin Türkiyesinde, şeker üretecek bir tek
fabrika yoktu. İklim sarfları şeker pancarı üretimine elverişli
olan Türkiye, şekerini Rusya'dan, Orta Avrupa'dan getirirdi. Bugün,
Türk köylüsü şeker pancarı üretiminde, dönüm başına sağlanan verim
bakımından dünyanın en ileri ülkeleri düzeyine erişebilmiştir; bugün
ülkemizde yalnız şeker pancarı ve şeker değil, bir şeker fabrikasını
kurabilmek için gerekli olan makina ve cihazlar da üretilmektedir.
Cumhuriyet döneminin başlarında, köylümüz, kullandığı
kazmanın, küreğin sapını ağaçlardan kesip yontar, fakat bunların
ucuna takacağı çok basit bir çelik parçası için yabancı ülkelerin
mamullerini arardı. Bundan otuz yıl önce bile, Türkiye'de traktör
sayısı yok denecek kadar azdı. Ülkemizde traktör, kamyon, otomobil,
otobüs üretilmesi şöyle dursun, bu araçların en basit parçalan bile
yapılamıyordu. Kısa bir süre öncesine kadar tarlalarına traktör
girmeyen Türkiye, bugün -teknoloji transferi yoluyla da olsa- ihtiyacı
bulunan traktörleri büyük ölçüde yurt içinde üretebilmektedir. Kamyon
ve otomobil yapabilen, bazı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine
motorlu araçlar ihraç edebilen Türkiye, arîtk yirminci yüzyılın
başındaki, hattâ ortalarındaki Türkiye değildir.
Bugün, büyük kapasitede üç ve orta boyda birçok
demir-çelik tesisine sahip olan Türkiye, artık demiryollarının yalnız
raylarını değil, vagonlarını, hattâ lokomotif-lerini üretebilecek
düzeye gelmiştir. Kimyevî gübre, petro-kimya sanayilerini kurmuştur.
1923'te, hattâ daha sonraları, bir torba çimento, basit bir musluk
veya birkaç metre su borusu bile imâl edemeyen Türkiye, bugün her
çeşit inşaat malzemesini üretmekte, bir kısım ürünlerini yurt dışına
satabilmektedir. Bir torba çimento yapamadığı için çimentoyu İngiltere'den,
fayansı ispanya'dan, bir tabaka cam üretemediği için pencere camını
çeşitli Avrupa ülkelerinden getiren Türkiye, bugün, çimentoyu da,
fayansı da ihraç eden, ürettiği camları Avrupa ve Amerika'da pazarlayabilen
bir ülke haline gelmiştir. 1923'te bir devlet binası, bir hastahane
inşa edilirken, yalnız demiri, çimentoyu, sıhhî tesisat malzemesini,
boyayı, kiremiti vb. değil, mühendisi, ustayı ve kalifiye işçiyi
bile dışardan getirmeğe mecbur olan Türkiye, bugün dış ülkelerde
büyük bayındırlık işlerinin, dev inşaatların yapımını yüklenebilmededir.
Öğrencilerin elindeki basit bir kurşunkalemi, silgiyi, kitap ve
defter kâğıdını üretemeyen; yalnız dikiş makinasını değil, dikiş
ipliğini bile yapamayan; sofradaki bardağı, tabağı, çay-kahve fincanını
bile dışardan almağa mecbur olan Türkiye artık geçmişte kalmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda elektrik üretimi sıfıra yakın olan; bir
tek köyünde bile elektrik bulunmayan; hattâ iki veya üçü hariç,
bütün il merkezleri elektriksiz olan Türkiye, bugün bütün illerini
enterkonekte elektrik şebekesine bağlayabilmiş, bütün ilçelerini
elektriğe kavuşturmuş; hattâ illerinin bir çoğunda elektriksiz köy
bırakmamıştır. Türkiye'nin her köşesini elektrik enerjisine kavuşturma
yolunda büyük mesafe alınmıştır.
Sadece, bazı alanlardan birkaç örneğini verdiğimiz ve saymakla bitmeyecek
olan bütün bu ilerlemeler yeterli midir? Kesinlikle hayır!...
Cumhuriyet dönemine girerken Türkiyenin hareket
noktası çok gerilerde idi. Bilim, teknoloji ve eğitim alanında,
ileri ülkelerle aramızda büyük bir uçurum vardı. Bilim, teknoloji
ve çağdaşlaşma hamlesine 1632' de tahta geçen Birinci Petro ile
başlayan Rusya, hatta Osmanlı devletinden ayrılan Balkan ülkeleri
bile, bu alanlarda Osmanlı devleti ile kıyaslanamayacak kadar ilerde
idiler.
Çağdaşlaşma hamlesine 1860'larda başlayan Japonya, Osmanlı devletinden
farklı olarak, millî bütünlüğe sahip bir ülke idi; çağdaşlaşma atılımını
başlattığı sırada parçalanma değil, yükselme yolunda bulunuyordu;
istilâ tehditlerinden uzaktı. Tarih boyunca, dünyada, yabancı istilâsına
ve hırsına en çok hedef olan bölge Osmanlı devletinin bulunduğu
bölge iken, Japonya, çağlar boyunca dünyanın en az istilâ görmüş
köşesinde yer almıştı. Resmî bir devlet dininin bulunmayışı, dinin
devlet işlerine karışmaması ve çağdaşlaşmaya en küçük ölçüde karşı
c'ıkmaması, Japonya'nın bir başka özelliği idi. Belki de en önemli
fark olarak Japonya, daha 1918 de öğrenim çağındaki çocukların %
98'ini okula kavuşturmuş bulunuyordu. Halbuki, 1923'te kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, çocuklarının % 90'ı okuldan yoksun bir ülke devralmıştı;
Üsteliki eğitimden yararlanır gibi görünen çok sınırlı sayıdaki
evlâtlarımızın büyük çoğunluğu da, çağdaş bilim ve eğitimle hiç
ilgisi olmayan medreselere deyam eder durumda idiler. Aşağıda göreceğimiz
üzere, Cumhuriyet kurulduğunda, her alanda olduğu gibi eğitim alanında
da hareket noktası çok gerilerde idi. Düşününüz ki, bütün
Türkiye'de liselerin dokuzuncu, onuncu, onbirinci ısınıflarında
okuyan öğrencilerin sayısı sadeee 1247'den ibaretti... Hiçbir alanda
yeterli sayıda yetişmiş eleman yoktu. 1911 Trablus ve 1912'deki
Büyük Zafer'e kadar, Türk Milleti, üç ayrı kıt'ada ve pek çok cephede
âdeta aralıksız savaşmağa mecbur kalmıştı. Cumhuriyet yönetimi,
bir uçtan bir uca harap, insangücü kaynakları erimiş, üstelik Osmanlı
döneminin dış borçlarının bir kısmını ödemeğe mecbur, yoksul ve
bitkin bir ülke devralmıştı. Kurtuluş Savaşı destanı bu şartlar
içinde yaratılmıştı. Türk Milleti,; bilim ve teknoloji atılımını
da, bu güçlükler içinde başlatmağa mecburdu.
Bütün bu gerçekler ve güçlükler göz önünde tutulursa,
Türkiyenin Cumhuriyet döneminde yaptığı atılımın önemi ye değeri
daha iyi anlaşılır. Hareket noktasının ne olduğu iyi bilinirse,
Türkiye Cumhuriyetinin sağladığı başarılar küçümsenemez. Ancak,
Atatürk Türkiyesinin evlâtları, sağlanan başarıyı hiçbir şekilde
yeterli göremezler. Önümüzde,aşılması gerekli çetin ve uzun yollar
bulunduğunu da bilmelidirler. Atatürk'ün, daha Cumhuriyetin Onuncu
yılında söylediği gibi "az zamanda çok ve büyük işler yaptık"
diye sevinsek bile, hemen bu cümlenin ardından büyük önderin söylediği
şu sözleri de hatirlamamız gerekir: "Fakat yaptıklarımızı asla
yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak meeburiyetinde
ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en medenî ülkeleri
seyiyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına
sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin
üstüne çıkaracağız... Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız.
Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin
karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekîdir.
Çünkü Türk milleti, millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri
yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu
ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale,
müsbet ilimdir". Bilim ve teknoloji yarışının hızlanarak sürüp
gittiği dünyamızda, Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere
düşen görev bu bilim meş'alesine sahip çıkmaktır.
Hiç şüphe yok ki, Cumhuriyet gençliği, Atatürkün
ne derecede elverişsiz şartlar içinde ne kadar büyük güçlükleri
aştığını hatırlayarak, onun engin yurtseverliğinden ve aydınlık
düşüncelerinden ilham alarak, çağdaş bilim ve teknolojiye egemen
olacak, en çetin güçlükleri yenecektir.
Turhan Feyzioğlu
Atatürk Araştırma Merkezi Üyesi
İŞTE CUMHURİYETTEN BEKLEDİĞİMİZ NETİCE
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu.
Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı.
Bir kadının elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. İhtiyar,
zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi. Ben sizin Selanik'te komşunuzdum.
Bir oğlum var. Devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar
dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur
bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle
geniş jestler ya-parak ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben tavsiye ettiğim hâlde mi almadılar?
Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle
anlaşılacak...
Kadın, kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden
geçmiş bir sesle:
- İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice... diyordu.
Hulusi KÖYMEN
SEÇİM BİZİM
Türkiye Cumhuriyeti
yetmiş yedi yıllık oldukça genç bir ülkedir. Yetmiş yedi yıldır
oluşma, gelişme, varlığını sürdürebilme, kendini kanıtlayabilme
gibi yoğun çabalar içinde olan Türkiye, tarihi boyunca inişler ve
çıkışlar yaşamıştır ve yaşamayı sürdürecektir. Osmanlı İmparatorluğu'nun
son dönemlerinde yoğun bir kapalılık ve geri kalmışlığın içinde
bulunan Türk milleti, Kurtuluş Savaşı'yla birlikte üzerindeki aksiliklerden
silkinmiş ve ilerleme yolundaki adımlarını hızlı hızlı atmaya başlamıştır.
İşte Türk milletinin içindeki potansiyel enerjiyi harekete dönüştüren,
onlara var olan gerçekleri gösteren ve içlerindeki gücü kullanmak
için gereken güveni sağlayan insan Mustafa Kemal Atatürk'tür! Mustafa
Kemal içindeki özgürlükçü ve milliyetçi haykırışları halkıyla paylaştı.
Bu paylaşım, halkın içinde ezelden beri var olan fakat kimilerince
yıllarca bastırılmış duyguları ayaklandırdı. Mustafa Kemal ve halkı,
el ele verdi ve devrim meş'alesini yaktı. İşte o dönemlerden temeli
atılan görüşler, anlayışlar, inanışlar ve yenilikler günümüze dek
süregeldi.
Türk milleti her tökezlemesinde, her yanılışında
sığınacak bir kimse aramaya başladı. Yeni Mustafa Kemallerin doğmasını
ve yeniden kendilerini kurtarmasını umdu. Boşa bir bekleyiş başladı
ve hâlen sürmekte...Oysa Mustafa Kemal'in halkına öğretmeyi en çok
istediği şey "Medet ummamaktır!" ilerlemek için çalışmak,
çalışmak için istemek, istemek içinse yurdunu gerçek anlamda sevmek
gerekmektedir. Mustafa Kemal bize ışıklı bir yol sundu. Bu yolda
ilerlemek ya da ilerlememek bizim elimizde.Onun yaşamı, söyledikleri,
öğütleri Türk milletinin en büyük hazinesidir. Atatürkçü olmak demek
onu anlamak, geçmişe bakıp günümüz için ders almak demektir. Atatürkçü
olmak demek onun fikirlerini öğrenmek, özümsemek, söylediklerini
tartışabilecek kadar açık yürekli olmaktır. Atatürkçü olmak demek
vatanını, insanını, kendisini sevmek demektir. Atatürkçü olmak demek
ileri gitmek, devrimin ışığını yüreğinde hissetmek demektir!Türk
genci Atatürkçü olmak zorunda mıdır? Türk genci yalnızca gerçekleri
görmek, okumak, anlamak zorundadır. Çalışmayı ilke, aydınlığı hedef
edinmek zorundadır ve tüm bunları başarabilmek için kendisine örnek
olan, yaşamıyla ve sözleriyle bir rehber niteliğindeki Ata'sından
faydalanmalıdır.Atatürkçü olalıyız. Ama Atatürk'ü gerçekten tanıyarak.Onun
fikirlerini öğrenerek ve yorumlayarak. Ancak o zaman gerçekleri
fark eder, yerinde saymanın geri gitmekten başka bir şey olmadığını
anlar ve Atatürk'ü bazılarının neden anlamak istemediğini kavrarız!
Önümüzdeki yollar belli. Ya ışıklı yolların sonundaki
aydınlık gelecek, ya karanlıkların içindeki geri kalmışlık... Seçim
Bizim!
Selen ESMERAY Anadolu Lisesi Öğrencisi / ANKARA